“…Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş. Birgün uzaktan renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün…”
Merhaba
Sevgili Ahmet’in yorumlarından sonra “İnsanın da TSE si olmalı” başlıklı bir yazı yazmak istedim. Sanırım dokuz sene önceydi. Bu ismi çağrıştıran bir televizyon programı izlemiştim. O tarihlerde iç çatışmalarımız yoğundu. İkinci global birleşmenin de birilerini sürüden uzaklaştıracağı kesindi. Üstelik bu kez birleşmedeki kafa pazarlığında eski otorite baş yardımcımız yoktu. Sadece yok olsa iyi. Üstüne üstlük pazarlığın diğer kanadında tam rakip otorite olmuştu. Belki senaryo o anda öylesine yazılmıştı ki çok sancılı olacağı kesin olan bu ikinci geçiş sürecinin ilk yarı yılını karşı tarafa bırakmak daha hesaplı görülmüştü. İlk anda “kazandım” diye sevinenler yarım yıl geçmeden kaybettiklerini anlayacaklardı. Görünen köy kılavuz istemiyordu. Bu köy sanki yukarıdaki öyküde sözü edilen tuhaflıklarla dolmuştu. Pazarlama odaklı olmak uzun vadeli beklentiler için iyiydi. Ancak kısa vadeli kazanımlar adına günler verimsiz geçiyordu. Eskilerin deyimiyle “mal bulmuş mağribi” misali kadrodaki şişkinlik otorite ve yardımcılarını tedirgin etmiyordu; seviniyorlardı. Bölgeler subayla dolmuştu. Öyleki Harran’dan gelen şikayetlere iki adım ötedeki uzman subaylar gitmiyordu. Gitmeyi değer bulmuyordu. Sahradaki asker çırpınıyordu. Bense Fethiye-Nevşehir-Giresun hattında görev sınırlarımı aşan etkinlikler içinde SSTC öğrenme yolculuğunun takip çalışmalarına dayalı eylemler yapıyordum. Bekleme sürecinde çalışanlar “nol’cek halimiz” düşüncelerine dalmamalıydı. Heyecan gerekiyordu. Birilerinin birşeyler yapması gerekiyordu. Değişim süreci hızlanıyordu.
Kim, ne zaman ve neler yapacaktı acaba ?
İstanbul’da bir toplantıdaydık. Günü geçiremezken beş yıl sonrasının kestirimlerini yapıyorduk. Yapmak zorundaydık. Bölgesel otorite temsilcilerinden biri yönetimden beklentilerini dile getiriyordu. Paranın ötesinde “takdir” istiyordu. Kişiye özelleştirilmişi bir takdir. Yılların otoritesi elini bir kez daha masaya vurdu ve “nankörler” dedi. Buz gibi bir ortam oluştu. Benzer durumu iki sene önce daha küçük bir grupla yaşamıştım. Başarıya ulaşma koşuluyla satışçılara söz verilmişti. Ben de bu söze aracılık etmiştim. Otorite sözünü tutmuyordu. Aktivist olan bizler kızgındık. Otorite baş yardımcısının isteği yinelemeye cesareti kalmamıştı. Devreden çıkmasını ve bize izin vermesini istedik. Biz aktivisttik. Sistemi yıkmaya hazırdık; kuşkusuz yeniden kuracak şekilde. Beklentiyi dile getirdiğimizde otorite elini masaya vurdu ve kızgınlığını engelleyemedi. “Yöneticiysek biz ne yapacağımızı biliriz; bizi buraya boşuna getirmediler” dedi. Beklentiyi yerine getirmedi.Bizler birer Kassandra’ydık. Ateşin yaktığını, taşın sert olduğunu anlatamıyorduk.
İşte bu iki benzer davranıştan sonra otoriteye bir yazı yazdım (2001). Yazının başlığı da “zencilerin dünyasında beyaz dolaşılmaz” idi ve yazının içinde “insanın da TSE si olmalı” konusuna değiniyordum. Bugün de aynı konuda ısrarlıyım. Özellikle kurumlarda iletişim gelişmiyorsa, insanlar birbirini gerçekten anlamıyorsa mutlaka “insanın da TSE si olmalı” konusuna iyi baksınlar. TSE de kuralları oluştururken ya da bir adım ötesinde kurallar çerçevesinde ISO belgesi alırken yaptığımız iş çok basit. Önce ne yapacağımızı taahhüt ediyoruz; sonra da taahhüt ettiğimizi gerçekleştiriyoruz. Bu kadar basit. Yıllık, aylık ve hatta haftalık programları oluştururken de yaptığımız bu. Performans yönetim sistemini kurup gerçekleştirirken de yaptığımız bu. Belirlediğimiz yönde sonuçlarla yönetirken, ödüllendirip takdir ederken yaptığımız bundan farklı değil. Yoksa ayı ile tilki arasındaki masal değil beklentilerimiz. İşin sırrı, Jim Amcanın kitabındaki “kirpi” konseptinde gizli…
O halde böylesine basit bir konuda neden yeterince başarılı olamıyoruz ?
Toprağı bol olsun Dr.Drucker’ın bir vakfı vardı. Vakfın daha sonra adının “Leader to Leader Institute (Liderden Lidere Enstitüsü)” olduğunu öğrendim Kuruluşu ve çalışmalarını pek sevdim.( http://translate.google.com.tr/translate?hl=tr&sl=en&u=http://www.leadertoleader.org/&ei=lIqeSafzDcq4-QbRurC2Dg&sa=X&oi=translate&resnum=1&ct=result&prev=/search%3Fq%3DLeader%2Bto%2BLeader%2BInstitute%26hl%3Dtr ). Belki siz de seversiniz diye linkini veriyorum. Dr.Drucker’ın pekçok kitabına sahibim. Yakın dostları ölümünden sonra da onun adıyla yeni kitaplar yayınladılar. Örneğin bunlardan birisi de “Gün Gün Drucker” isimli kitap ki yılın 365 günü için birer sayfa, birer öykü yazılıp mesajlandırılmış. Özellikle 2004 sonlarında otoritenin beni “yetkinlik geliştirme müdürü” olarak kurumda tutma çabalarının anlamını o kitabı okuduğumda daha iyi anladım.
Şimdi neden insanın TSE siyle Dr.Drucker’ı bir araya getirdim ?
Ben Dr.Drucker’ı ölümünden beş altı sene önce tanımıştım. Türkiye’deki bir toplantıya uydu kanalıyla katılmıştı. Kurumları yapı, sistem ve insan olarak ele alıp görüşlerini iletiyordu. Bu ayrım beni o tarihten beş yıl önce okuduğum “Mükemmeli Arayış” isimli kitaptaki “karanlığın güçleri” ve “aydınlığın güçleri”ne götürmüştü. Mc Kinsey‘in yedili çerçevesinde bu güçler “sert” ve “yumuşak” kavramlar olarak da tanımlanıyordu. Ben “insan” konusuna odaklanmıştım. Grubuma yazılar yazıyordum. Hızımı alamazsam duvar yazıları yazıyordum. Hiçbiri olmazsa kendime mektup yazıyordum. Yeri geldiğinde örneklerini öykülendirip vereceğim. Kısa bir süre sonra odağımda Peter Senge‘in “Beşinci Disiplin” kitabı yer aldı. O da sistem düşüncesine ağırlık veriyordu. Sistemle insanı bütünleştirmeye çalışıyordum. Bilgi üreten ya da öğrenen kurumlarda geleceğin yöneticilerinin çalışanlarına akıllarıyla, yürekleriyle ve elleriyle liderlik edecekleri yaklaşımını çok sevdim. Bu da beni bugün SSTC öğrenme yolculuklarında yere oturup da brandadaki görselle öykilendirdiğim “başarı formülüm” e ulaştırdı.
Evet abicim, insanın da TSE si olmalı ve özellikle bölgesel otorite temsilcileriyle arkadaşlarının çabalarıyla şekillenen “kârlılık merkezi“nde başarı öyküleriyle kurumsal akıl arşivini zenginleştirmede mutlaka öğrenen kurum olarak her gün %1 iyileşme sağlanmalı. Bunun için de bireyler ve ekipler SSTC öğrenme yolculuğunda önem verdiğimiz satış çağrılarını şekillendirirken, yola çıkarken taahhütlerini, potansiyellerini açığa çıkararak oluşturmalılar. Tüm kalbimle inanıyorum ki; her birimizin bir diğerinden daha iyi yaptığı birşey var. Bu, o bireyi ayrıcalıklı kılıyor. Bununla “MAS” laşmalı; bununla başarı öyküsünü şekillendirmeli; bununla “başarı formülüm”deki ilk iki “S” i (Self Style) inatla ortaya koymalı. Bu nedenle hep yineliyorum; “yeter ki sen iste…”. Martı’da öyle diyor R.Bach “Size hiç bir dilek verilmemiştir ki ;onu gerçekleştirecek güç de beraberinde verilmemiş olsun“.
Birey kuruma yarattığı katma değerlere bakarak kendini ölçmeli; sonra geriye doğru bakıp,
- Neyi iyi yaptım ?
- Neyi yaparken zorlandım ?
- Neyi daha farklı yapmalıyım ? diye kendine sormalı.
ve çözüm ararken de
- Neleri potansiyelimi açığa çıkararak yapabilirim ? (MAS’ın “A” sı),
- Neleri daha farklı yapabilmek için yetkinliklerimi geliştirmeliyim ? (MAS’ın “S” si) sorularının yanıtlarını dürüstlükle verebilmeli.
Yolunuz hep aydınlık olsun.
Öykücü (mustafa@copcu.com)
NOT: Yazıma girişte yer alan öykü 20 Mayıs 1996 günü Sabah Gazetesi’nde Çetin Altan’ın köşesinde yayınlanmıştır. Yazının altındaki not da şöyledir : “Yirmisekiz yıl önceki yazıdır”. Diğer bir deyişle bundan tam 41 yıl önceki bir yazı. Meraklısına öykünün tamamını ekte pdf sayfası olarak veriyorum.