Yaşam Büfesinde “Jargonun Etkisi”

“…Doktora gidip de söylediği her şeyi anladığınızda, doktorun bilgisinden şüphe edersiniz. İnsanlar tıbbi jargonun kafalarını karıştırmasına o kadar alışmış ki; böyle bir şey yaşanmadığı zaman ya doktorun yetersiz olduğunu ya da kendilerini pek ciddiye almadığını düşünmeye başlıyorlar. Bu ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla insanlara, kolesterol düzeylerini düşürmemeleri halinde kalp krizi geçirebileceklerini söylemek yerine, LDL’lerini düşürmemeleri durumunda miyokard enfarktüsü riskiyle yüz yüze geleceklerini söylüyoruz…”

Merhaba

Temel’in penguen fıkrasına benzer yarısı Türkçe yarısı İngilizce, kırkı yıldan damıtılmış cümlemi kullandığımda da böyle oluyor. Kendilerine “Şu GAT dünyada MASlaşmak için RAW mısınız ?” diye sorduğumda “haaa !” anlamında durağan bakışlar oluşuyor. Açıklamaya zaman varsa sorun yok; yoksa yandı gülüm keten helva. Geçtiğimiz haftanın dördüncü toplantısı sonrasında Antakya’da akşam yemeğimi paylaştığım uzman danışmanlarla pekçok anıyı keyifle paylaşırken de mesleki jargonlarımın pekçoğunu kullandım. Onlarca da paylaşılan nice güzelliklere yoldaş oldum. Kurum, meslek ve birey üçlüsünün “3/43/66″ lık ölçülebilir değerlerini “beden ölçülerim” olarak tanımlamam yine yüzlerini güldürdü. Toplantıda katılımcılığın etkilerini artırdı. Sonraki sorularıma yanıt vermede istekliliği artırdı.

Amacınız bilgi aktarmak değilse, amacınızda kamu görevi yapma ağırlığı yoksa, amacınızı azıcık da reklamla süslemek istiyorsanız W.Allen’in dediği gibi “şov” varsa jargon kullanmak size bir adeta bir kulüp yaratma şansı verir. “…Bu jargonu müşterilerin bilmesi, üst düzey yöneticilerin ise bilmemesi durumunda elinizdeki bilgiler, daha da değer kazanır. Kaldı ki bu durum üst düzey yöneticilerin yaşça büyük olduğu ve az da olsa çağın gerisinde kaldığı pekçok kurumda söz konusudur…” Bu iddia Hünkar beye aittir. Hünkar bey, bir diplomatın oğlu olarak Türkiye, Almanya ve İngiltere üçgeninde büyümüştür. Tutkusunu akademik açıdan da sürdürebilmek için Kellogg Enstitüsü‘nde işletme masterı yapmış; Tayland’da dneyim kaznamıştır. Bankacılık sketöründe Londra’da bir süre çalıştıktan sonra “Yüksek Getirili Bono Global Strateji Uzmanlığı”na terfi ederek New York’a yerleşmiştir. Daha sonrasındaki hzılı gelişme ve değişmeler de dikkat çekicidir. Ne güzel insanlarımız var ve bir vesile olmazsa biz yerlilerden bihaber Jim ve Kim amcalarla öğrenme yolculuğumuzu sürdürmeye çalışıyoruz. Her neyse biz gelelim jargonla ilgili ana konumuza ve bir anı ile devam ediyorum.

Yıl 1992. Gelecek yıl başlayacak ve iki yıl sonra derinleşecek finansal krizin sinyallerini henüz göremiyoruz. Özel sektörde yedinci yılım. Teknik çalışmaların rutininden çıkma çabalarım var. Yayınlara baktığımda ülkemde IPM (Bütünleşik Zararlı Yönetimi), kurumumun globalinde ise IPM le yakın bağıntılı olarak FST (Çiftçi Destek Ekibi) çalışmalarının ilk adımlarını görüyorum. FSTleri yaratan ve kısa bir süre sonra şirketten ayrılan Dr.Vorley‘in prensiplerini anlamaya çalışıyorum. İlaç satıp para kazanmaya çalışan şirketimin IPM gibi kamusal bir açılımda karşılaşacağı sıkıntıları nasıl aşacağını bilmeye çabalıyorum. Güzel bir Eylül haftası Antalya-Kemer-Marco Polo’dayız. Yıl sonu değerlendirmesi yapıp ailecek eğleniyoruz. En üst düzey yöneticimiz ve toplantı moderatörü Bay AÜ bana dönüp soruyor “Sen doçentsin; söyle bakalım IPM nedir ?”. Benim için bulunmaz fırsat ! Yanıtım net “Öyle birkaç cümle ile anlatılmaz. Siz bana 15 dakika sunum şansı verin anlatayım” diyorum. O benden kurnaz ve isteğimi SSTC (Satış Becerilerini Geliştirme Eğitimi) prensipleriyle ignor ediyor, duymazdan geliyor. Yeni bir ürünün avantajları içinde “IPM e uygunluk” geçince sorusunu yineliyor “IPM i kısaca tanımlar mısın ?” sorusuna yanıtım inatla aynen : “Bana 15 dakika sunum şansı verin anlatayım”. Bu kez ısrarıma dayanamıyor ve öğleden sonraki oturumun başında istediğim onbeş dakika için hazır olmamı söylüyor. “Wooowww !” İşte beklediğim fırsat.

Öğle yemeğimde çok az yiyorum. Tatlı yemiyorum. En rahat giysilerimi giyiyorum. Hemen arabama gidiyorum. Hazılıklı gelmiştim. Dosyalarımdan onbeş dakikalık sunum için asetatları, elimle yazıp çizdiğim görsellerimi seçiyorum. Bond çantamı boşaltıp bu görsellerin yanına bir de kırmızı tulumumu koyuyorum. Salona geldiğimde dinleyici yüzlerini pek mutlu görmüyorum. Amirime bile sunum olanağı verilmemişken bana tanınan bu ayrıcalıklı konum kimilerinin canını sıkıyor. Onları görmezden geliyorum. Aklımdaki tek şey dar zamanı en iyi mesajlarla etkili olarak kullanabilmek. İtiraf etmeliyim ki sunum becerileri eğitimini alacağım 1997 Temmuz’undan önce pekçok sunum hatası yaptım. Şimdi o günü düşünerek kendimi çok mutlu hissetsem de o gün de sunum becerileri yönünden pekçok hata yapmış olabilirim. Örneğin cümlelerimi yeterince kısa tutmamak gibi; ya da soruları yanıtlarken yere bakmak gibi… Ancak gruba yüzümü dönmek, görselleri özgün kılmak ve etkili kullanmak, AIDA (Dikkat/İlgi/İstek/Eylem) ya uygun duruş sergilemek, her zaman hazırlıklı olmak gibi kimi konularda Enstitüden gelen becerileri iyi kullandığımı söyleyebilirim. Örneğin,

Salona girdim. Bay AÜ tepegözün yanında ciddiyetle beni bekliyor. Kolundan saati çıkarıyor ve kronometresini kurmaya hazırlanıyor. Ben çantamı açıyorum. Kırmızı tulumu çıkarıp giymeye çalışırken salondan şaşkınlık ve hayret fısıltıları geliyor. AIDA‘nın ilk “A” sını doğal olarak yaratmış olmaktan gizli bir mutluluk duyuyorum. Sunuma başlamadan moralim daha bir yükseliyor. Tepegöze doğru asetatlarımla ilerlerken AÜ bey uyarıyor “Söyleyeceğin ilk kelimeyle saati çalıştıracağım ve tam onbeş dakikan var” diyor. Ben de kurnazım. AIDA’nın “İlgi”sine geçmek için sessiz sinema oynama becerilerimi kullanıyorum. Bu amaçla ek süre kazanmak için hosşgeldiniz ve toplantı içeriğini el-kol hareketleriyle anlatıyorum. Ne anlatacağımı da beden dilimle anlatmaya çalışıyorum. Hem süre kazanıp hem de grubu güldürdüğüm için “AHA (Dikkat/Mizah/Eylem)” kavramıyla sunumumu daha baştan ilginç kılıyorum. Sanki eylemli doçent olmak için bir zamanlar zorunlu olan “deneme dersi” veren akademisyen gibiyim. Dikkat ederseniz bu anlatımda kısaltmalarla SSTC sunum becerilerindeki jargonları kullanıyorum. Yukarıdaki fotoğrafta beni kırmızı tulumla ve beni izleyen İnsan Kaynakları Müdürümüz Dr.EY nin şaşkın bakışlarını görüyorsunuz.

İşte o sunumum CINOS sürecindeki iş yaşamımı kökünden değiştiriyor. Altı ay sonra İspanya-Alicante‘de Avrupa Ülkeleri IPM Toplantısı’nda yirmi iki ülke arasında ülkemi temsil ediyorum. Sunumumun sonuna eklediğim horoz görüntüsüyle alkış alan tek kişi oluyorum. Bir yıl sonra Teknik Müdür yardımcısı oluyorum. Aynı yıl içinde satışa geçip Ege Bölge Müdürü görevini üstleniyorum. O yıl Macaristan-Budapeşte‘deki IPM Toplantısı’na yine ben katılıyorum. Böylece CINOS sürecindeki öğrenme, gelişme, değişme ve asıl önemlisi dönüşme yolculuklarında beden ölçülerimin getirdiği jargonları bol bol kullanıyorum. Dinleyiciler hemen, kolaylıkla ve istekle kabul mü ediyorlar bunları ? Kesinlikle hayır.  Peki neden bu ısrarım ? Bunun yanıtını da bizahmet siz bulun.

Benzerini geçtiğimiz haftanın dört toplantısında da azıcık yapıyorum. Sunuma kattığım bir nebze gizem ile Akıllı Büyüyerek Gelişmek isteyenlerin “misyon” ve “vizyon” ifadelerini katılımcılardaki AIDA’nın ilgisinden eylem öncesinin “istek” aşamasına ulaştırmaya çalışıyorum. Bunu da “4E (Etki/Ekonomi/Emniyet/Ekoloji)” hedefinde buluşmak için zorunlu “ustalık” ve “uzmanlık” düzeylerine “hadi gelin birlikte erişelim” mesajıyla bütünleştiriyorum. Benzerini geçen yıl Aşkabat‘taki ilk sunumumda da  yaptıktan sonra yoldaşımın patrona ilettiği eleştirel görüşleri sonrasında doğrudan verilen olumsuz gibi geribildirimle iç müşterlerde bile jargonların kabul düzeyinin henüz gelişmemiş olduğunu anlıyorum. Yine de inadımdan vazgeçmiyorum. İşte tam bu aşamada yine Hünkar beye dönmek ve dikkat çektiği “açıklamak” ile “açığa kavuşturmak” kavramları arasındaki ince çizgide şimdi buluşalım istiyorum. Hünkar bey aynen şöyle diyor :

“… Bu terimleri açıklayabilmeniz de önemlidir. Bu sayede sizi dinleyenleri, jargonu kendilerini cahil durumuna düşürmek için kullanmadığınız konusunda ikna edebilirsiniz. Ancak bunu yaparken, bu insanların alışkın olduğu kavramları da açıklamaya kalkarak uzmanlıklarına saygısızlık etmeyin. Bu konuda kullanabileceğiniz en iyi çözüm yöntemlerinden biri, açıklamak yerine açıklığa kavuşturmaktır. Bu yolla dinleyiciler arasındaki profesyonellerin uzmanlığına saygısızlık etmeden acemileri de bilgilendirmiş olursunuz…”

Tıpkı benim 1992 Eylülünde Marco Polo’da IPM & FST ikilisini ilişkilendirerek yapmaya çalıştığım gibi.

Nice açıklığa kavuşturma gayretlerinizin hep aydınlık yollarda başarılı olması dileklerimle.

Öykücü