“… Bir zamanlar herşeyden sürekli şikayet eden, hergün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Birgün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvedeki sular kaynamaya başlayınca…”
Merhaba
Bugün Eylülün ortasını aştığımız pazar günü sanki bir yaz. Yürüyüş sonrası deniz ve elimde Sayın Kadıbeşegil‘in kitabı zaman su gibi akıyor. Kahvaltımız öğleyi buluyor. İki gün önce az kalsın üç adım ötedeki camiye cumaya yetişemeyecektim. Camiyle aramız üç adım. İlk adımda dinlenmek isterseniz mezarlık var. İkinci adımda otobüs durağı. Burada heryere ulaşmak kolay. İster yeni dünyaya, ister eski dünyaya ya da öbür dünyaya, nereye isterseniz kolay gidilir buradan. Neyse her günkü çay sayısını azalttım ve cumaya yetiştim. Kadrolu hocamız bir süredir ortalıkta yoktu; konuk hocamız da mükemmeldi. İzmir’den emekliymiş, deneyimli, oturaklı bir görünümle güven veriyordu. Çeşme merkezden yapılan ve ben adına “vaaz” diyeyim, siz “hutbe” deyin cumaya özgü anlatımın konusu ancak bu kadar gündemime denk düşer ve güncel olabilirdi. Merkezden konuşan ve uydu ile kulaklarımıza net düşen konuşmayı da İzmir’den konuk bir hoca yapıyordu ve adını koyamadığım konuşmasını “sohbet” olarak tanımladı. Konuşma konusu “dürüstlük“tü. Hatta Kur’an’da en uzun ayet olarak ifade ettiği “mütedeyyin” ayetini noterlikteki sözleşmeye benzetmesi ayrıca hoşuma gitmişti. Bir kısmını hızlı hızlı okuyarak, bir tam sayfayı dolduran tek cümlelik ayetin içeriğindeki dürüstlüğü iş sözleşmelerinin amacıyla ilişkilendirmişti. Ne var ki zaman kullanımında beklenen duyarlılığı gösteremediği için ve namaz saati gelip geçtiği halde sohbetinin sonuna eklediği “camiye yardım” konusunu uzatıp da uzattığı için, üstüne üstlük caminin yönetiminden sorumlu konuk hocamız da kararlı davranıp ilk cılız sesleri bastırmada basiretli davranmadığı için talihsiz bir durum yaşandı camide cumanın ruhuna aykırı. Artan homurtulara dayanmayan hocamız “el Fatiha” lı final kısmını beklemeden uydu alıcısını kapattı ve namaza geçildi. Geçildi ama bence namazda akıllar duru muydu ? Kuşkuluyum. Herkesin aklı bu duruma takıldı. Hoca da zammı sureleri en kısasından tutup biran evvel oradan uzaklaşıp gitmek istedi. Bu arada durumu içine sindiremeyen konuk hocamız bir de hutbesinin sonunda, merdivenlerin en üst basamağında gruba şöyle bir bakıp bu durumla ilgili bir sitem ve eleştiri ekleyince cuma sonrası camide grup ikiye bölünüp bir de ciddi tartışmalar çıkmaz mı ? Bu nedenle bugünkü yazımın başlığını SSTC ile Ritüeller -ki ben ona kısaca “tören” demek istiyorum- arasındaki ilişkiyi etki ile tepki arasındaki boşluğa değinerek açıklamak istiyorum. Bu boşluktan yapılan seçimlerdeki niyete değinmek istiyorum. Bu amaçla 8 Nisan 2008 de Adana dönüşü yazdığım ve tüm CINOSgillerle paylaştığım bir pdf sayfamı da burada vermek istiyorum. Bu örnekle demem o ki hem hocada hem de cemaatta etki ile tepki arasındaki boşlukta yer alan “la havle” aşamasında “seçim şansı” vardı. Çok da seçenek vardı. Kimi “hadi abicim bırak yardımı namaza geç” tepkisini sesli seçti. Kimisi sessizlikle birkaç dakika daha beklemede kaldı. Kimisi homurdandı. Kimisi homurdananlara yandaş oldu; kimisi de karşı cephede yer aldı. Bir de müezzinvari bir gayretkeş de zamanı geldi diyerek “Allah ü ekber...” diye hocadan izinsiz ezan okumaya kalkınca ve hoca da sanırım “hop birader sana ne oluyor ben e… başı mıyım otur yerine benim iznimi bekle” benzeri bir uyarı yapınca -ki duymadım da yaptığını sanıyorum- “kararsızlık” la bir başka grup daha oluştu benim gibi aklı karışık. Ayıklayamadı kırk kişi bu pirincin taşını.
Kırk yıldır ilk kez yaşadığım bu talihsiz olay beni Sayın Kadıbeşegil’in kendi uydurduğu bir kavrama götürdü: İtibar (reputation) ve Algılama (perception) sözcüklerinin İngilizcelerini evlendiren uzman yazar “repuception” kavramını türetmiş. Kısaca algılarla itibarın yönetilmesi demek olan bu kavram etrafında sözü döndürüp dolaştırıp 395 sayfa yazmış. Ekim (22) 2010 da kitaplığıma giren bu kitap bir haftadır elimden düşmüyor. Özellikle deniz kenarında sakin dalgaların nazlı sesinde, “V” uçuşuyla mavi gökyüzünde küçüklü büyüklü gruplar halinde güneye seferlerini hızlandıran turnalara bakarak okurken kitabın sayfalarını karalayıp duruyorum. Okurken bazen mutlu oluyorum bazen de sanki keçiboynuzu gibi geliyor aynı dar alanda paslaşmalarla yazılmış onca sayfa. Hele bir de Citigroup öyküsünün anlatıldığı sayfalarda CEO nun adının bazen Charles bazen de Chuck olarak tekrarlanarak farklı yazılması acaba bir yazım hatasının ötesinde bir mesaj mı içeriyor diye beynimin kıvrımlarını yoruyor. Sadece bir cumalık konuk hocamızın daha da gaz verdiği talihsiz olayın özellikle dönüşte onun zihninde bıraktığı izler ne olacaktır diye merak ediyorum. Bütün bu itibar yönetimi anlatımları içine bir de dün (17 Eylül) sevgili E.Cansen’in “haber yok, propaganda var,olay yok vesile var” başlıklı köşe yazısı nı okuyunca, bu çerçevedeki “güven, itibar” algılarımı bir noktaya doğru hızla çekiyor. Şimdi onun değerli yorumlarından birkaç satır alarak hem bugünlerde şekillenmek üzere olan yeni bir mesleki ilişkiminin başlangıç değerlerine bir değineyim hem de oradan sonra biraz daha sallanarak yazımın girişindeki öykünün devamı ile veda edeyim. Sevgili Cansen diyor ki;
“… Siyasetin ve ticaretin emrine girmiş, son derece yetenekli iletişim uzmanları medya üzerinden her Allah’ın günü insanların beynini yıkamakla meşgul. Şeytanın aklına bile gelmeyen öyle oyunlar tezgahlıyor, öyle vesileler yaratılıyor, öyle geziler düzenleniyor ve bunlar öyle güzel ters yüz edilip topluma yutturuyorlar ki bırakın okurları bir yana, yılların kurt geçinen uzmanları bile bunları yutuyor. Ya da yuttu görünüp o da kendi tercihinin propagandasını yapıyor… Mikro ekonominin bir parçası olan pazarlamada “fikri satmadan malı satamazsın (First; sell the idea, then the product)” diye bir ilke vardır. Bunun bir diğer adı da “tüketiciyi eğitmek”dir. Makro ekonomide de “beklentileri yönetmek” gerekir. Öncelikle kamunun ve iş adamlarının beklentilerinin yönetilmesi yani belli bir biçimde oluşturulmasına “beyin yıkama” veya “zihin şartlandırma” da denebilir… Ahlaki davranış, uzun vadede, en büyük kütleye, en çok faydayı sağlayacak eylemler şeklinde tanımlanabilir. Bu amaca hizmet ettiği sürece, her yol mübahtır denilebilir mi ? Hayır denemez. Nasıl çürük tuğlalarla sağlam bina yapılamazsa, yalan ve dolana dayanan fikir ve eylemlerle de “ahlakın amaçladığı en yüksek fayda” da elde edilemez…”
Şimdilik Bay Cansen’in uyanık olma adına uyarıları aklımızın bir köşesinde dursun. Ben önce Adana dönüşü neleri neden yazmışım diye 2008 in Nisan ayına gidelim.
… ve dün Adana’da “etkili haftalık programlar”ı satış çağrım yaparak yola çıkışımın sonucunda pek çok güzellik gördüm. Bunlara ulaşma sürecindeki sıkıntılarımızı anımsadım. İşte o anda bunları korumak ve geliştirmek “Kaizen (adım adım iyileştirme)” ve “Kairos (fırsat tanrısı)” aklıma takıldı… Adana’da neler gördüm ?
* Esneklik ve kararlılık arasındaki “denge“yi,
* Toplantı yönetiminde “adil süreç” uygulamasını,
* “Öğrenilmiş dersleri” (önceki hafta Marmara Bölgesinde AXL-Kriz yönetimi),
* Kampanya sonrası, kısa bekleme sürecinde, kısa ve uzun vadelerin özet değerlendirilmesini,
* Gerçek “sahra gücü” olma yolunda gönüllü ve “bütünleşik eylemleri“,
* “Usta satışçılar” la “uzman destekçiler“in diyalogunu,
* “Yönetim görevleri-Liderlik rolleri-Koçluk becerileri” gelişme düzeyindeki örnekleri,
* “Hangi ilacın müdürü olmak isterdiniz ?” sorusuna verilen özgün yanıtlardaki özlemleri gördüm.
İnanıyorum ki şimdi arkadaşlarım geçen haftayı değerlendirirken, bugüne bakarken, gelecek haftayı planlarken yaptıklarına, yapabileceklerine, yapmak istediklerine ve yaptıklarına inandıklarına tekrar göz atacaklar ve şu üç soruyu mutlaka kendilerine soracaklardır:
1.Neyi doğru yaptım ?
2.Neyi yaparken zorlandım ?
3.Aynı şeyi tekrar yapacak olduğumda neyi farklı yapabilirim, yapacağım ?
ve böylece “Kaizen” hep yaşamımızda yer alacak ve sürekli öğrenen bireylerden “öğrenen kurum” olacağız. Bunlar başarı öykülerimiz olacak. Bunlar özgün tarzımızı oluşturacak. Tüm bu güzellikler yitip gitmesin için başarı öykülerinizle “Kurumsal Akıl Arşivi“ni oluşturacak en etkili yöntemi de siz bulacaksınız. Bugün BES isimli bir dergide, çok beğendiğim Prof.Dr.Acar Baltaş‘ın kısa bir makalesini okudum. Bakın hoca ne diyor:
“…DÜŞÜNCELERİNİZİ YÖNTEMLERLE BULUŞTURUN
Hayatında değişiklik yapmak isteyen bir insanın bana göre atması gereken üç temel adım var. Birinci aşama “doğru yöntem“i bulma. Örneğin zayıflamak istiyorsunuz; size uygun tarzı bulmanız önemli. Hangi yöntem sizin kilo vermenizi sağlayabilir , bunu bulmanız önemli. İkincisi “kararlı olmak” gerekiyor. Yani o yöntemi uygularken rahatlık alanınızın dışına çıkacaksınız. Yani alıştığınız dışında işler yapacaksınız. Yaptığınız zaman avuçlarınız terleyecek, istemediğiniz bir şeyi yapacaksınız. Eğer bu eksersiz programıysa gitmemek için kafanızdan bin türlü bahane yaratacaksınız. Ama gideceksiniz. Üçüncüsü de “disiplinli olmak”. Disiplinli olmak “ritüelleri yerine getirmek” demek. Hayatınızda ne tür değişiklik yapmak isterseniz isteyin, bunun ritüelleri vardır. Ritüel Latince “doğru eylem” demektir. Bir sistemin yarar sağlayabilmesi için, doğru eylemler dizisine dayanması gerekir… İnsanlar bu aşamanın özellikle ikincisi ve üçüncüsünde kopuyorlar…”
Ne dersiniz hocanın bu açıklamaları çok güzel değil mi ? Bu hafta İzmir’de tanıdık bir grupla iki sene sonra tekrar buluşup mükemmel iki gün geçirdim. İlk gün daha çok sınırlayan baskılarla başlayan toplantıda özlemlerden olsa gerek saatin akşamın sekizi olduğunu anlayamadım. İki gün Çeşme-İzmir-Çeşme yolları ayrı anlam dolu seyahatler oldu benim için. İnşallah korkuların umuda dönüştüğü algıları geliştirmek için ve son yirmisekiz ayda hemen hemen her koşulda yaptıklarımın ardında yer alan “itibar yönetimi” adına “sözcülük (spokesmanship)” benzeri eylemleri gelecek günlerde de yapma olanakları gelişir. İnşallah sorun, kriz yaşamadan, büyüme ve gelişme sürecinin güzlliklerine halel gelmeden , CINOS’un son aşamasındaki gibi, Citigroup’un lideri Bay Prince’ın yaptığı gibi F1 den F4 e uzanan sabır yolculuklarının öğretilerinden yararlanıp algıları proaktif olarak yönetebiliriz.
Şimdi yazımın girişindeki öykünün devamını verip ana mesajla bitireyim.
“… Bir zamanlar herşeyden sürekli şikayet eden, hergün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Birgün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvedeki sular kaynamaya başlayınca bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta sonuncusuna da kahve çekirdekleri koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı gibi bu faaliyeti izliyor ve sonunda ne olacağını görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceğini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına yanıt vermedi. Yirmi dakika sonra baba cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı onu da tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu “Ne görüyorsun ?”. “Patates, yumurta ve kahve” diye cevap verdi kızı alaylı bir sesle. “Daha yakından bak bir de” dedi baba, “Patatese dokun”. Kız denileni yaptı ve yumuşamış olduğunu söyledi. “Aynı şekilde yumurtayı da incele”. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan birşey anlamamıştı: “Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?”.
Babası patatesin de yumurtanın da kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama herbiri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuk içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca yumurtanın içi sertleşmiş, katılaşmıştı. Ama kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı. “Sen hangisisin ?” diye sordu kızına. “Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin ? Yumurta gibi kalbin mi katılaşacak ? Yoksa kahve çekirdekleri gibi başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin ?”…”
Beş kere Arsuz’a gitsem de, her gidişimde arkama baktığımda uzaklardan gelen Hüseyin’in çırpınışları ya da Bekir’in heyecanları dışında esas satışçıyı göremesem de Temmuz sonuna kadar bu “imovasyonla öğrenme yolculuğu“nun yaşamıma ayrı bir tat katmasına çalıştım. Yukarıdaki öykünün benzerlerini CINOS’tayken de iki somut örnekte yaşamıştım. İlkinde kendime bir isim taktım; “zeytinyağlı Mustafa” dedim. Hak etmemiştim. Grup bekliyordu. Ertesi gün çok kritikti. Otoritenin isteğine boyun eğmiş ancak program dışı bu durum için bu beraberliğe sadece yarım saat ayırmıştım. Otorite çok bozulmuştu. Üstüne üstlük bir de F2 nin gereği olan “geribildirim” uygulaması için bulunmaz bir fırsat çıkmıştı. Her ikimiz de etki ile tepki arasındaki yer-zaman-mekan değişkenlerine göre seçimlerimizi yapmıştık. Henüz bundan fazlası şimdilik açıklamaya uygun değil. Süren dostlukların zarar görmesini istemem. Şimdi yine son yirmisekiz ayın finaline döneyim. Kurumun onca çabasına sözcülük etme, itibar yönetimine katkıda bulunma gayretlerim yanında seçilmiş aracıyla sağlam duvar örecek itibar tuğlalarından yoksunluk eylemlerimi yeterince verimli kılmadı. Tam zamanında karşılıklı anlayışla bitti. Allah’a şükür. Ya kazandıklarıma bakarsam ! Öncelikle bu süreci yaşamadan yarın ki oluşum gerçekleşecek olsaydı iki bağımsız değişkenin katkılarını ayırt edemeyecektim. Bu dönüşüm sürecinde karşıma çıkacak durumu netleştirecek “co-varyans analizi” yapamayacaktım. Şimdi bu yirmisekiz ayın öğretilerinde aynı sektör diliminde çok yabancı-yerli firma değişkenlerinin etkilerini öğrendim. Şimdi yerliler arasında sektörel farkların öğreti ve etkilerinin önemini de ilk bağımsız değişkeni devre dışı bırakarak daha kolay ve daha hızlı öğreneceğim.
Sayın Kadıbeşegil’in kitabının sonlarına doğru “Moral ve Motivasyon” başlıklı bölümde yazdıkları ne kadar da Arsuz yollarında görünenlere benziyor. Dünyanın en ünlü firmasındaki bir kriz yönetimindeki gelgitlerle hisselerin 88 dolardan 36 dolara nasıl düştüğünü ve Pazarlama Uzmanı John Grant‘ın MediaCat‘ın Mart 2005 sayısında “eğer bugün … a yeniden davet edilseydim markayı herhangi bir yeni pazarlama projesi olarak ele alırdım” yaklaşımına itiraz ediyor Bay kadıbeşegil. Bu yaklaşıma karşı çıkan Salim Bey o günlerdeki kaybın temelinde pazarlama beceriksizliği değil ciddi bir yönetim ve kredibilite sorunu olduğunun net ve açık bir şekilde altını çiziyor. Benzer durumlara düşmeden, proaktif önlemleri zamanında geç kalmadan almak için Citigroup’un CEO su Chuck (mı Charles mı pek anlayamadığım) iki yıllık sessizlik sürecinde dantel gibi ördüğü dört adımlık stratejisini iyi okumak gerek. Ne kadar kesin diyor Salim bey bu bölümün son paragrafında “… Eğer ben davet edilseydim böyle bir göreve, pazarlamayı pazarlamacılara bırakır ve başta çalışanlar ve sosyal paydaşların gözünde olmak üzere kurumsal itibarı yeniden inşa edebilmek için var gücümle “elle tutulmayan değerler” e odaklanır ve bunun nasıl yönetileceğine ilgili bir strateji geliştirirdim...”
İşler iyi giderken, başarının hazzı yaşanırken itibar yönetimi gayretlerinizin hep aydınlık yollarda geçmesi dileklerimle.
Öykücü