“…Bir zamanlar eski Çin’de bir imparator vardı. Oldukça yaşlıydı. Ömrünün sonlarına geldiğinin farkındaydı. Ancak bu imparatorun, kendisinden sonra tahtını ve tacını bırakabileceği bir evladı yoktu. Yaşlı imparator bütün gün bunu düşünüyor ve en güvendiği adamlarına bu konuda fikir danışıyordu. Aslında imparatorun asıl derdi, bir varisinin olmaması değildi. Tahtı bırakacağı kişinin iyilikten ve dürüstlükten şaşmaz birisi olmasını istiyordu. Peki, ama böyle birini nasıl bulabilirdi ? Bulsa da onun her zaman iyi bir imparator olacağından nasıl emin olabilirdi ? Sonunda imparatorun aklına harika bir fikir geldi. Adamlarına emredip, ülkedeki bütün erkek çocuklara birer çiçek tohumu dağıttırdı…”
Merhaba
Bugün bayramın üçüncü günü. Yazdan kalma bir Kasım günü. Hava sakin ve ılık. Güney sahillerimizde denize giriyorlar. Mutlaka Çeşme de güzeldir ve biz Aslıhan odağında Mavişehir’deyiz. Binlerce şükür yakın markajda güvenli limanlardayız. Daha ne ister insan !
Neden “tohum” konusunu seçtim ve konuya uygun bir öyküyle tohuma odaklanıyorum ?
Elimde bir katalog hazırlığı var. Taslağının çerçevesi fena olmadı. İçeriğinde ise “öykücü”ye yakışır söz çok; veri az. Bakalım konu uzmanları tohum odağında bu çerçevenin içindekileri nasıl değiştirecekler. “Tohum ve Yaşam” sözünü ettiğim büfede, self servis olan başarılara esenlikle erişmede nasıl bir etkiye sahipler ? Bu soruyu aklım kendime sorunca otuz yıl önceye gittim. Enstitümdeki son yıllarımdı. Yıllardan birdokuzyüzseksenüçtü. Dr.Türkoğlu’nun liderliği ve desteğinde yandaş etkisiyle TÜBİTAK Teşvik Ödülüne aday gösterilmiş ve ödüle değer bulunmuştum. Bunun üzerine Bakanlığın dikkatini çektim. Bana özel bir laboratuvar açıldı ve “Tohum Patalojisi Laboratuvarı“na şef olarak atandım. Halbuki dört yıl önce doktoramı bitirmiştim ve yasa gereği kadrom bir derece ilerleyecekti. Ne var ki kadro yoktu. Bir derece yerine üç kademe yandan ilerlemiştim tıpkı yengeç gibi ya da empoaska gibi. Ona da şükürdü. O zamanlar sarı yapraklı bir defterim vardı. İlk sayfasının tepesine “neyin doktoru olduğumu ben de unuttum; Bakanlık da” diye yazmıştım 12 Eylül olduğunda. Seksenli yılların başlarında Wageningen’ deki ISTA (Uluslararası Tohum Test Kuruluşu) ile Türkiye’de Zirai Mücadele ve Zirai Araştırma Enstitüleri arasında bir workshop (atölye çalışması) düzenlenmişti. Bu girişim bir paydaşlığı pekiştirmeye yaramıştı. İlk defa ıslahçılar ve pataloglar gerçek anlamda bir araya geliyorlardı. Rahmetli Dr.Temiz‘in Karşıyaka’lılarıyla Dr.Saydam‘ın Bornova’lıları aynı amaç için becerilerini sergileyeceklerdi.
Çalışmanın ilk ayağı çeşitli ülkelerde güven ve becerilerin sınanmasıyla başladı. Bize, Yunanistan’a ve diğer ülkelere tohum örnekleri gönderildi. En basit testten en duyarlı olanlarına kadar birkaç standart yöntemi başarıyla kullanmada niyet ve zihniyetimizi ölçtüler. Örneğin buğday tohumları arasına belirli oranda karışıtırılmış olan buğday gal nematodunu makroskobik olarak saptamak gibi basit ya da buğday rastığı ile belirli oranda bulaşık olan tohumların embryo boyama testiyle scutellumda mikroskobik bulguları raporlamak gibi daha bilimsel. Kimisi zahmetli işlerdi. Asıl amaç Danimarka’da gelişen bilgi ve beceriyi diğer ülkelerle paylaşmaktı. Bu iyi niyeti görebilmek önemliydi. Benzer iyi niyeti bugün tohumculuk sektöründe hızlı bir gelişme gösteren PT un katalog taslağında dördüncü temel değer olarak vurgulamak istedim: Paylaşmak /Sharing. “Bilgi güçtür” diyenler hep bilgiyi saklayıp baskı kurmak istediler bugüne dek. Hatta biz tarımcılar İsrail’de bile bilgisayarları sevmedik otuz yıl önce. Çünkü masamızın çekmecelerinde ya da sarı defterin yapraklarında saklanan bilgiyi paylaşmak istemedik. O günler geride kalıyordu yukarıdaki örneği verdiğim çalışmayla.
Gönderilen tohum örneklerinin istenen test sonuçlarını raporladık (Saydam, Öğüt ve Copcu). Sonuçları en doğru olan ülke Türkiye olmuştu ve çalışmanın devamı için Türkiye pilot ülke seçildi. Testin ikinci ayağı Ankara’da Tarımsal Araştırma’da devam etti. Sayın Dr.Anteplioğlu genel müdürdü. Çalışmayı destekliyordu. Biz heyecanla bekliyorduk üçüncü ayağın Bornova’da gelişmesini. Heyet halinde gelen yabancılar arasında Dr.Noble‘yi tanıdığımda yaşı altmışı geçmişti. Tohuma daha bir ısınmıştım onun öğretilerinde. Birkaç yıl sonra benim için açılan “Tohum Patalojisi Laboratuvarı”nda ustalaşmaya zaman kalmadan istifa edip CINOS‘un “CI“sinde yer almıştım. Seksenliyılların ortasıydı. Akdeniz İş Hanı’nda dar bir ofisin bölünmüş koridorunda kapının yanında küçük bir masam vardı. Her sabah bana ilk günaydın diyen Bay Edo Lin olurdu. Tohumcuydu. Dragma ve Prisma’yı tanıdım “Funks” şemsiyesinde. ACA ile Çine yollarında poster asıyorduk telefon direklerine ya da … Mısırın sapı ne kadar sağlam ölçüyorduk. Sevmiştim tohum işini. Soğuk bir kış günü Bay Hartland’ın kestiği kurdelayla Muradiye’deki fabrikayı açmıştık. Kimi geceler oraya gider laboratuvar olanaklarından yararlanırdık. İlaç ve tohum bütünleşiktik. Böylece özel sektör yaşamımda da sürdü tohuma yakınlığım.
Bugün MASlığımın ikinci evresinde yine tohuma yakınım. Adına kısaca PT dediğim uzman ve usta tohumcuların kurumsallaşma yolculuklarında rol model danışmanlıkla yer alıyorum. Hepsi kadim dostum ya da dostlarımın ikinci kuşağı olan kurucuların sınır tanımayan çalışmalarıyla hızlı büyüme gösteren PT lilerin global bilgiyi yerelde aktifleştirmelerine hayran kalıyorum. Meksika’da uzman paydaş bulan girişimlerinin tarlada ıslah ve üretim kadar fabrikada işleme ve yabancı pazarlarda satışa dönüştürme becerilerinin geleceği şekillendirmedeki rollerini tanımlamaya çalışıyorum. Yeni rollerin yüklediği görevlerin üstesinden gelebilmek için yeni beceriler kazanmalarını SSTC kuralları çerçevesinde değerlendirmeye çalışıyorum. Amerika’dan Çin’e uzanan gelişme ve dönüşme yolculuklarında eğitimle desteklenen pazarlama aktivitelerinin kalıcı disiplinlere sahip olmasına katkı sağlamak istiyorum. Görelim Mevlam neyler; neylerde güzel eyler.
Dr.Noble’nin öğretilerinde tohumda hep bildiğim iki ana yapının arasındaki “kalkan/scutellum“un önemini anladım. Bu “kalkan” sözcüğü değişik anlamlarda çıkar oldu karşıma. CINOS’ta “S” yapısının ikinci evresinin yaşandığı 2005 den sonraki günlerde “personel shield/kişisel kalkan” olarak karşıma çıktığında ömrümüzü yedişer yıllık dilimlere ayırmış ve geçen yıllardaki kazanımlarla gelecek günleri şekillendirmeye çalışmıştık. Geleceği şekillendirirken de kişisel kalkanla kurumsal kalkanı bütünleştirmek istiyorduk. Güzel günlerdi. Öğretileri fazlaydı. Almak isteye verilenler kapasitemizi aşıyordu. Bugün PT adına ister katalog ister performans yönetimi ya da web sayfası olsun, görsellerin gücünü SSTC kullanım kılavuzuna göre aktifleştirirken tohumda iki depo ve arasındaki kalkana şimdi farklı gözle bakıyorum.
Genetik zenginliğimiz anlatılamaz. Yapılacaklar çok. Potansiyel sonsuz. Geleneksel yöntemlerden sapmaya gerek yok. Doğru seçmek önemli. Duyarlı gözle iyi bakmak gerek. Rafine ederken sabırlı olmak şart. Tarlada adam gibi yaşamalı. Yaşamın göstergelerini yalın kılmalı. Verim artarken idealde tutulamayan koşulların olası etkilerine tolerans geliştirilmeli. Yerli kara kadar dayanıklı, Montafon ya da Limuzin kadar gösterişli olmalı. Kuruması hızlı, hektolitre ağırlığı yüksek olmalı. Fakültatif olmalı. Dane diye ekilip sapındaki yüksek şekerle silaj diye de iştahla yenmeli. İştah enerjiye dönüşüp et-süt artmalı. Hepsini ısmarlama yapacak kapasite ve kapabiliteye sahip bugün PT liler. Bu nedenle MASlaşmanın iki tip fonksiyonunu başarıyla ortaya koyabiliyorlar. Bravo. Bu genetik zenginlikle tohumun daha küçük bölümüne sıkıştırılmış olan yaşamı yanıbaşındaki daha büyük bölümdeki enerji deposu yeri geldiğinde ateşlemeye hazır bekliyor. Endosperm dediğimiz büyük sarı bölüme yüklenmiş olan enerjinin yapı taşları aradaki kalkanla korunuyor. Yanıbaşındaki embriyoda ise isteğe göre şekillendirilmiş olan yaşam, kendisini aktifleştirecek koşullarını bekliyor tıpkı imparatorun dağıttığı çiçek tohumlarında olduğu gibi.
Tam bu satırları yazıyordum körfezin sakin sularına bakarken yeni camlı bölmemde ve telefon çaldı. Sevgili Muammer’di. Kutlama mesajı göndermek yetmemiş ve sesli olarak da görüşmek istemişti. Muammer’i ben çok sevdim. Söke’de gördüklerimden mesleğim adına gurur duydum; fabrikada zor koşullarda görev sınırlarını aşan özverilerine hayran kaldım. Ona özel film yaptım. Ona bundan sonra da herhangi bir şekilde yardımcı olabilmeyi çok isterim ki mutlaka bir biçimde bu fırsatı bulacağım. Beypazarı dönüşü CINOS’lu Hakan’dan şok değişimleri öğrenmiştim. Ege çökmüştü. Hakan da ayrılıyordu. Kimisi Hektaş’lı kimisi DuPont’lu oluyordu. ABG tan becerikli Akın’a kapı açılmıştı. O da CINOS’un “S” inde Alaşehir bağlarında olacaktı. Yakışır. İlginç bir deneyim yaşayarak ilerliyordu. Söke’den Sarıgöl’e geçince Şevket’in yerine sevimli bir iş ortağı kazanmıştı Ege Bağ pazarı oyuncuları. Şimdi de bu hızlı değişimin meyvelerini CINOS’un “S” inde olgunlaştıracaktı. Hayırlısı olsun. Yakışır. Muammer’in kadrosu da Mehmet’le birlikte Barış’la güçleniyordu. “Mikado’nun Çöpleri“ni anımsadım. Taşın birini çekince diğeri de ona bağlı geliyordu. Öner’in telefonu ise eylem yüklüydü. Heyecanlarını tarif etmek zor. Her ikisinin de mutlaka çok daha güzel günleri olacak. Bu enerji onlarda var.
Telefonlara sevindim. Biraz sapsam da yazımın odağını değiştirmedi. Şimdi imparatorun öyküsü ile devam edip bu bayramlık yazımı da tamamlayayım:
“…Bir zamanlar eski Çin’de bir imparator vardı. Oldukça yaşlıydı. Ömrünün sonlarına geldiğinin farkındaydı. Ancak bu imparatorun, kendisinden sonra tahtını ve tacını bırakabileceği bir evladı yoktu. Yaşlı imparator bütün gün bunu düşünüyor ve en güvendiği adamlarına bu konuda fikir danışıyordu. Aslında imparatorun asıl derdi, bir varisinin olmaması değildi. Tahtı bırakacağı kişinin iyilikte ve dürüstlükten şaşmaz birisi olmasını istiyordu. Peki, ama böyle birini nasıl bulabilirdi ? Bulsa da onun her zaman iyi bir imparator olacağından nasıl emin olabilirdi ? Sonunda imparatorun aklına harika bir fikir geldi. Admalarına emredip, ülkedeki bütün erkek çocuklara birer çiçek tohumu dağıttırdı. Sonra da her taraf adam salıp “Bu tohumlardan çıkacak çiçekler arasında en güzeli kiminse onu kendime varis edineceğim” fermanını duyurdu.
Tohum alan gençler arasında Ling adında bir delikanlı vardı. İmparatorun tohumunu saksıya dikmiş, fakat uzunca bir süre beklemesine rağmen, saksıdan değil çiçek küçük, bir ot bile çıkmamıştı. Annesi oğlunun üzüldüğünü görünce “Belki yanlış dikmişsindir, tohumu o saksıdan çıkar ötekine dik” dedi. Ling annesinin dediğini yaptı, fakat ikinci saksıda da en küçük bir değişiklik olmadı.
Sonunda imparatorun tayin ettiği son gün geldi ve tohum alan bütün gençler ellerinde saksılarıyla sarayın bahçesinde dizilip, yaşlı imparatoru beklemeye başladılar. Kalabalık uzaktan bakıldığında rengarenk ve türlü türlü çiçeklerle bezeli bir bahçeyi andırıyordu. Her delikanlının elinde kocaman bir saksı, saksının içinde de olağanüstü güzellikte bir çiçek duruyordu. Bir tek Ling’in saksısı boştu. Ötekiler Ling’e bakıp gülüşüyor ve onun imparator tarafından cezalandırılacağını söylüyorlardı.
Sonunda imparator geldi. Yaşlı adam, ağır adımlarla ellerinde saksılarıyla bekleşen gençlerin önünden geçiyor, geçerken de acı acı gülümseyip saksılardaki çiçeklere bakıyordu. Sıra Ling’e gelince imparator durdu ve son derece ciddi bir şekilde sordu: “Evladım, senin saksın neden boş ?“. Ling korkudan tir tir titreyerek ağlamaklı bir sesle cevap verdi: “Efendim, ben ne yaptıysam tohumum çiçek açmadı“. Bu cevap üzerine yaşlı imparator, Ling’i kucakladı ve onu kendisine hem evlat hem de varis edineceğini söyledi.
Kimse bu işe bir anlam verememişti. Etrafta birbirinden güzel bunca çiçek varken, imparator neden saksısı boş bir genci seçmişti ? Yaşlı imparator kendisine meraklı gözlerle takip eden halkına şöyle dedi: “Benim sizlere dağıttığım çiçek tohumlarının hepsi daha önce kaynar suda haşlanmıştı. Yani hiçbirinden çiçek çıkma ihtimali yoktu. Ama sadece bu çocuk gerçeği olduğu gibi kabullenip beni kandırmaya kalkmadı. İşte o yüzden yeni imparatorunuz o olacak...”
Biz de Dr.Noble ve ekibini kandırmaya kalkmadık. O yüzden Türkiye seçildi ve çalışmanın sonraki adımları Ankara ve Bornova’da yapıldı. PT de Bakanlıkça “Tarımsal Araştırmacı kuruluş” seçildi ve Bakanlığın verdiği görevle kendi çeşitlerinin de içinde bulunduğu denemeleri büyük bir titizlikle kuruyor, yürütüyor ve değerlendirip raporluyor. Güven sağlamanın ilk koşulu dürüstlük. Dürüstlüğün tanımı da çok basit: Ne söylüyorsan yap; ne yapıyorsan onu söyle. Kıçın başın oynamasın. Adam gibi adam ol. Geçen gün gazetede bir söz vardı Mevlana’ya atfediliyordu. Bir dörtlüktü. Tamamını aklıma yazmamışım; ancak son iki satırı şu mealde aklımda kalmış: “Ben söze bakarım işe yarar mı diye; bir de söyleyene bakarım adam mı diye“.
Halbuki elime “Kötü Liderlik” kitabıyla “Jack Welch Yöntemi” kitapçıklarını almıştım bu yazıma başlarken. Nasip değilmiş. Yaşamın temeli olan “tohum”un beni şekillendiren son dönemlerime ait anılarımla “Tohum ve Yaşam” ikilisinde buluşuverdi aklım ve buraya dökülen sözcüklerim. Belki PT Bay Covey’in kısa filmindeki üç kelimelik İngilizce deyimi kullanır görsellerinde belki de önceki kullandığı ile bütünleştirir. Böylece hem tohumun içine yerleştirdiği yaşam potansiyelini ve hem de bu potansiyeli üretime yansıtan tarlada ustalıklarının yaşama katkısını buluşturup bir taşla… Hayır kesinlikle kuş vurmaz ne bir ne de iki tane. O devirler çoktan kapandı.
Nice bayramlarınızı tohumda gizlenmiş yaşamı yerelde aktifleştiren ustalık yolculuklarınızda ve hep aydınlık yollarda, tarlalarda geçsin ve bir de bakarsınız orada buluşuvermişim sizlerle. Kalın sağlıcakla.
Öykücü