“…İş hayatında önemli yerlere gelmiş bir grup eski mezun arkadaş, üniversiteki hocalarından birini ziyarete gitmiş. Sohbet, iş hayatının doğurduğu strese ve hayatın zorluklarına gelmiş. Yaşlı üniversite hocası ziyaretçilerine kahve ikram etmek üzere mutfağa girmiş ve değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu tepsiyle geri dönmüş. Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan bardak ve fincanlarla termosu masaya koyup kahvelerini oradan kendileri almalarını söylemiş. Bütün eski öğrenciler kahvelerini alıp koltuklarına döndüklerinde hocaları onlara şunları söylemiş: “Farkına vardınız mı bilmem ?”…”
Hava güneşli. Limonluktan dışarışı sakin görünüyor. Hava biraz kırılmış. Sabah yürüyüşüm bugün erken başladı. Bostanlı sahili doluydu. Kimi “günaydın” sesleri örneğin Ülkü’nün berrak sesi beni alıp otuz yıl önceye, Enstitüye götürdü. Barınak Cafe yıkılıyordu. Midyeciler denize doğru ilerliyordu. Alet çantasını yukarı kaldıralım derken internet aygıtı düştü. Bağlantı kesildi. Canım sıkıldı. Gereksiz stres yaşadım. Yedek uçan internetle yazmaya başladım. Onun da hızı düşük; sabır gerek. Yaşam ne kadar hızlandı ve böylesi önemsiz bir konuda bile daha çok hız arar olduk. Ben de şimdi eleştirdiğim sistemin ayrılmaz bir parçasıyım. Bugün Adana yolcusuyum. Cuma günü dönüşte Kerem bu internet işini çözer; beni yine Superonline hızına kavuşturur. “Strese gerek yok” dese de dilim içimdeki burukluk gitmiyor. Dün dolapları ilk defa ciddi olarak temizledik. “Siyah mont da pek yeniymiş; acaba…” takıntısını aşmamda Nezuş yardımcıydı. Van’da hava çok soğuk. Orada belki birisinin birazcık daha ısınmasına yardımcı olur diye torbalarımız zenginleşti. Aklım karmakarışık. Bir yanda Peter Fisk‘in öğretileriyle “karbon ayak izlerini azaltma” davranışını günlük yaşama indirgemek ki “bugün havalimanına şöyle gidersem eğer…” bakışıyla küçük bir katkı için birazcık eziyet çekmeye razı olmak. Diğer yandan bireysel stresi azaltma uğruna yaşamı sürat koşusuna çeviren iş stresini azlatıp maratona döndürebilmek gelgitlerinde yazımın girişindeki öyküyü seçtim. Her zaman olduğu gibi öykünün devamını ve taşıdığı mesajı yazımın sonlarına doğru paylaşacağım.
“Enerji Otobüsü” kitabının yazarı Jon Gordon’un şu sözleriyle yazımın başlığı olan “akıl eğitimi” kavramını sahiplendim bugün. Ne diyordu Bay Gordon:
“…Hayatın bir maraton ya da sürat koşusu olduğunu söyleyenler vardır. Ben hayatın genellikle boks maçıyla birleştirilmiş bir sürat koşusu olduğunu hissederim. Çünkü sadece koşmuyor, aynı zamanda yol boyunca da darbeler alıyoruz. Hergün sağdan soldan yumruklandığımızı hissettiren bir sürü engel ve mücadeleyle karşılaşıyoruz…”
Kısa bir ara ve kendime, çevreme dönüyorum. Sahip olduğum onca güzelliğin bedeli olan zorlu uğraşların farkına pek varamadığımız bedellerine bakıyorum. Kendimde bugün “co-varyans analizi“ni yaşama aktarma becerisinin hangi bedele dayandığını, CINOS, ABG ve PT üçlüsünün öğretilerinin izlerine tanık oluyorum. Bu ek kazanımlara şükrediyorum. Benzer şansı yakın Kemalpaşa dağlarındaki tünellerde, su içinde kazanılan becerileri çok uluslu bir şirkette lider-yönetici pozisyonu ile sembolleştiren Ümit’te de görüyorum. Kanada’da yakalanan temel değeri daha iyi bir amaç için modifiye eden ve genç profesörlük aşamasını geç kalmadan yeni ve özel sektör kuruluşunda özgünleştirmeye çalışan Eray’da ise henüz çoklu değişkenlerin bilinmezleri baskın. Değişken sayısı kadar eşitlik kurabilmeli ki kesin çözümlere erişebilsin. Biraz zaman ve sabır gerekli. Bunca bilinmezleri riske çevirip riski yönetme becerisini somutlaştırması da pek yakında meyvelerini verecektir. Hemen Girne’nin sağ yakasından bize daha da yakınlaşan ve Gelişim’le dubleleşen sürecin Kerem’le bütünleşik güzellikleri de yine pek yakında kutlanacak mutluluklar verecektir. “Gözünü kapayan sadece kendine gündüzü gece yapar” inanışıyla sürekli dikkat çekmeye çalıştığım konu, büyüme, gelişme ve dönüşme yolculuğunda dostu düşmandan ayırt edecek, trafoyu, klimayı doğru yerlere koyacak, alttan üfleterek soğutmaya çalışırken yerdeki çer çöpten koruyacak önlemlerle bunalan nice 24 saatlerden sonra terastaki barbekü keyfine erişebilmek de Burak’lı Semihgillerle bütünleşik özveriler gerektirecektir Keremgillere. Hele bir de 13 ncü Copcu’yu beklerken aklımız kimi gereksizlere takılmamalıdır. Sonuç, ister maraton, ister 4×100 bayrak yarışı isterse mobil boks olsun yaşam büfesinde “akıl eğitimi” şart.
“Akıl eğitimi”nde eğitmen kim ola ki ?
Jon Bey devam ediyor “…Tabii ki hedeflerimiz var, ama bu hedefler pekçok kişinin umurunda bile değil. Başkalarının göremediği rüyalarımız var. Sadece kendi aklımızda oynayan bir vizyonumuz var; başka kimsenin değil. İlişkilerimiz, ailemiz ve kariyerimizle ilgili umutlarımız var. Ama sonra: Bam ! Küt ! Bam ! İşte bir daha vurulduk ve ayaklarımız yerden kesildi. Akrabalardan duyduğumuz olumsuz yorumlar, enerji vampirleri, reddedilmeler, zorlayan müşteriler, zor çocuklar, kendinden şüphe etmek, problemli ilişkiler hepsi üstümüze gelmeye başlar. Nasıl bir boksörün yarışmak için vücudunu eğitmesi gerekiyorsa biz de hayatın açtığı yaylım ateşine karşı koyabilecek olan zihinsel, duygusal ve ruhani gücümüzü geliştirmeliyiz, yani aklımızı eğitmeliyiz..”
Eğitmen biziz. Eğitilecek olan da biziz. Her şey bizim ellerimizde. İlk koşul istemek; istekli olmak, bu isteği tutkuya çevirmek. Tutkuyu sürdürebilmek için, besleyip büyütebilmek için ısrarcı ve sabırlı olmak. Başarı formülümdeki “2P” i aktifleştirmek. Biraz gayret lütfen. Asla başkalarını değiştirmeyi başaramayız. Herkes ancak kendini değiştirebilir. Ve asla engelsiz, mücadelesiz ve kolay bir hayatımız olmayacak. Özellikle fincanların en güzelini diğerlerinden önce seçerek kahveyi onunla içmek hevesimiz azalmadığı sürece yaşamın stresi hep sürecektir. Çeşme çatıda bir kitabım var; daha çok bilimsel bakış açılı ve orada “Stress, fire of the life/Stres yaşamın ateşi” ifadesi yazılı. Bu ateş hızlandırmalı ama yakmamalı. Biraz dikkat lütfen. Yapmamız gereken kendimizi geliştirmek ve eğitmek. Öyle bir noktaya gelmeliyiz ki; pozitif enerjimiz, vizyonumuz, heyecan ve güvenimiz diğerlerinin olumsuzluklarından ya da herhangi bir zor durumdan kat be kat üstün olmalı. Kararlılığımız onların şüphelerine baskın gelmeli. Bu şansımız var; çok. Akıllı olmak gerek. Aklı beslemek gerek. Aklı eğitmek gerek. Bize verilmiş bir hediye olan özgür irademizle sevmeye ve güvenmeye daha çok yaslanmalıyız. Hayatımız için daha büyük ve anlamlı bir plana inanmalıyız. İnancımızı göstermeliyiz. Paylaşılan inancı ortak hazlarla yaşamalıyız. ki binlerce şükür biz Copcular olarak bunu gereğince yapıyoruz.
“Hayatın tadına varmak” başlıklı öyküyü yazımın girişine almıştım. Şimdi devamını paylaşmak istiyorum:
“…İş hayatında önemli yerlere gelmiş bir grup eski mezun arkadaş, üniversiteki hocalarından birini ziyarete gitmiş. Sohbet, iş hayatının doğurduğu strese ve hayatın zorluklarına gelmiş. Yaşlı üniversite hocası ziyaretçilerine kahve ikram etmek üzere mutfağa girmiş ve değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu tepsiyle geri dönmüş. Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan bardak ve fincanlarla termosu masaya koyup kahvelerini oradan kendileri almalarını söylemiş. Bütün eski öğrenciler kahvelerini alıp koltuklarına döndüklerinde hocaları onlara şunları söylemiş: “Farkına vardınız mı bilmem ?”. Zarif görünümlü, güzel, pahalı fincanların hepsi alındı; masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı. Elbette kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal bir şey. Ama biraz önce bahsettiğiniz problemlerinizin ve stresin sebebi budur. Hepinizin istediği fincan değil kahveyken, bilinçli olarak her biriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız. Hayat kahveyse, iş, para ve mevki fincandır. Bunlar yalnızca hayatı tutmaya yarayan araçlardır ama hayatın kalitesi bunlara göre değişmez. Bazen yalnızca fincana odaklanıyor ve içindeki kahvenin keyfini çıkarmayı unutuyoruz…”
İşte böyle dostlar. Hayatın keyfini çıkarabilmek, yaşam büfesinde aklı eğitebilmek, tıpkı Huanco Daoren’in doksanlı yılların ortalarında okuduğum “Bilgenin Kanatlı Sözleri” isimli cep kitapçığında dediği gibi “zorlukların orta yerinde mutlu olabiliyorsan eğer, hayatın gerçek potansiyelini görürsün“. Yazarın adının anlamı da “başa dönen yolcu” imiş. Güzel bir benzetme.
Yazımda bir odak kayması oluştu. Bugün gündemimde Peter Fisk’ten esintiler olacaktı. PT beraberliğimde de misyon, vizyon ve değerler konusu ön plana çıkınca bugün Adana’ya gidiyor da olsam ruhumda daha derin anlamları olan anlatımlar hızlanıyor. Bay Fisk’in şu sözleri beynimde çınlarken aklımı eğitip kendime “mukayyet olmaya” çalışıyorum: “…Misyon, vizyon, marka tanımı ve sloganlar birçok şirketin düsturlarını işgal eder. Ancak bu güdümlü söylemlerin çoğu yüzeysel ve kısa vadelidir. Karşılığında birşey vermeden para kazanma peşindedirler… En iyi ürünleri üretmek… İlk tercih edilen olmak…Hissedarların kazancını artırmak…”
CINOS’un yaşadığım son evresinin ikinci bölümünde “omurgalı çerçeve serüveni“nde akıllar eğitilirken de benzer örneklerimiz çoktu. Co-varyansa olanak veren ABG geçişinden sonra PT da bugün dördüncü temel değerim “paylaşmak / global bilgiyi yerelde aktifleştirmek” ten amacım Asya ve Afrika’nın fukara ülkelerinde tarımı iyileştirmeye çalışırken balık vermek değil “balık tutmayı öğretmek” yaklaşımını görüyorum ve buna katkı sağlayabilmekten onur ve mutluluk duyuyorum.
Daha yüksek bir idealle yönetilen işe katkı sağlayabilmek daha iyi bir yaşama adanmışlık duygusu veriyor bana. Bakış açımı şekillendiren yeni fırsatları görebiliyorum. Bir anlamda yaşam değişikliği demek olan bu durumun zaman, sabır, disiplin ve gayret gerektirdiğini biliyorum. Virgin’in kurucusu Sir Richard Branson‘un bir sözü çınlıyor kulaklarımda “Ortadan kaybolursak insanlar bizi özleyecek mi ?” diye soran Bay Branson her ya Capital Dergisi’ndeki köşesinden bize sesleniyor. Önemli olan siz onun sözlerini duymak istiyor musunuz ?
Şirketlerin nihai var oluş sebebi, değer yaratarak oluşan ekonomik bir fark yaratmaktır. Şirket yatırımı alır ve insanların satın almaya hazır olduğu bir değer üretmek için kullanır. Herşey yolunda giderse şirket kâr eder ve kâr uygun ortamda paylaşılır. Ancak şirketlerin nihai amacı insanların yaşamlarını iyileştirmektir. Dünyayı daha yaşanılası bir yer haline getirmek için ortaya konan çabalar, insanların yaşamlarının iyileşmesi yönünde bir fayda yaratacaktır. PT nin yakın yarınlarda Çin’de ya da Afrika’da yerel tesisini kurması onu farklı kılan bir özellik olacaktır. Bu özelliğin SSTC anlatımlarıyla fayda olarak ifade edilmesi ve bu faydayı yerel fukara halkın balık tutmayı öğrenerek yaşam düzeylerinin yükselmesine katkılarını özelleştirilmiş fayda olarak ifade edilmesinin pek çok yolunu, şeklini bulabilir SSTC öğrenme yolculuklarını tamamlayıp da yaşm büfesi önünde sıraya girmiş olanlar.
Peter beyin kitabının adında “3P” geçer: “People / Planet / Profit” yani “İnsanlar/Gezegen/Kâr” ve herbirinde sekizer alt kümesi olan üç daire çizer anlatımını görselleştirirken. Bunlar,
1.Toplumsal adaleti sağlamak
2.Çevresel kısıtlar içinde çalışmak ve
3.Sürdürülebilir bir iş yaratmaktır.
Bu üçünü alır ve ilk bakışta birbiriyle temas ettirerek bütünleştirmeye dikkat çeker Bay Fisk. Bu ilk adımı da “daha uzun vadeli ve sürdürülebilir sonuçlar elde etme” amacıyla tanımlar. Daha sonra bununla yetinmez ve bu kez bu bütünleşik olanların hepsini bir büyük daire içine alır ve buna da “sürdürülebilirlik sorunlarını daha geniş bir bağlamda ele almak” adına yapar. Bay Fisk doyumsuzdur. Bu aşama da onu tatmin etmez. Bu kez “daha ilham verici bir amaç vasıtasıyla entegre etme” gayretine girer. Bu kez gezegen daha çok öne çıkar ve diğer ikisini kapsar. En küçük daire olan “sürdürülebilir bir iş yaratmak” yani şirketin varlığının nedeni olan kâra erişmek artık “daha adil bir toplum sağlama“nın alt kümesi olmuştur. Peter beyin aklında hepsini içine alacak dördüncü ve en büyük daire vardır. Nasıl görselleştirebileceğini ve nasıl daha anlaşılabilir kılacağını aramaktadır. Bulduğu bugün bize yeterli gelebilir; yakın yarınlarda daha farklı bir bakış açısı da olabilecektir. Bu dördüncü dairenin gerekçesi ise “daha yüksek bir amaca ulaşmak” tır. İş dünyasının stratejistlerinden olan Fisk bey adeta işi daha da zorlaştırmaktadır. Sessiz kabullerin ne kadarı gönüldendir ne kadarı “kerhen”dir bilinmez ama bir gerçek var ki bu evren bu gidişe dayanmaz. Birşey yapmalı. Birşey yapılacaktır; çok şey yapılacaktır.
Peter beyin aklı eğitmek adına söylemlerini “işe anlam kazandırmak” başlıklı paragrafında çok güzel anlatılmaktadır. Onu da bir başka yazımda ele almak üzere şimdi Adana’ya doğru yola çıkmam gerek.
Yaşama ve işe anlam kazandırma amaçlı gayretlerinizin hep aydınlık yollarda geçmesi dileklerimle.
Öykücü