“… Günlerden bir gün köylerden birinde, adamın birinin eşeği kuyuya düşer. Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu düşmüş işte ! Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak dökülmüştü. Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm. Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. Ayıptır söylemesi, anırdı yani. Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü. Zavallı eşeği kuyunun dibinde melül, mahzun bakıyor. Üstelik yaralanmış. Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı. Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı. Sonunda karar verildi ki…”
Merhaba
Dün yaz gibiydi hava. Yürüyüşte terledik ve karar verdik; yarın da böyle olursa biz Çeşme’ye gideriz. Hatta Nezih abiye telefon ettik; sen de hazır ol diye. Ne var ki; bu sabah hava kapandı, üşüdü ve tekrar kışa döndü. Gitmedik. Albatros’tan yazıyorum. Dün kandildi. Dün önemli işlerimiz vardı. Yardımcı olma gayreti içinde “niyetin safiyeti” ile heyecanlı görevler üstlenmiştik. Çözüm olur umuduyla istenen gücü oluşturmuştuk. Talebin beklentisi içindeydik. Gerek kalmadığını öğrendik. “İlk Şövalye” filmindeki Kral Arthur’un duasını anımsadım: “Tanrım bana “DOĞRU”yu bulmak için “AKIL”; seçmek için “İRADE” ve sürdürmek için”GÜÇ” ver diyordu. Sonra dünün gecesi farklı gelişmelere sahne oldu. Bir ara bizim (Soma) geleneksel yemeğimiz olan “Sura” ile Nezuş’un (Alaçatı) geleneksel ve sağlıklı yemeği “Enginar“ın akrabalığı var mı acep ? sorusu düştü aklıma. Bu ikisi arasında yer alan “Babaanne Tatlısı“nın ne günahı vardı diye de düşünmekten kendimi alamadım ? İşte bu karmaşık düşüncelerle ve üşüyen hava ile Bostanlı’daki sabah yürüyüşüm hem tümden sessizdi hem de aylardan beri ilk kez kırmızı fısfısı kullanıp kullanmama arasında gitti geldi elim. İşte bu gelgitlerle ruhumda “Mızıkçılık” sözcüğü öne çıkıverdi.
Bay Jobs’ı dinleyip geleceğe uzanan noktaları birleştirmek için öz geçmişime baktığımda hangi mızıkçıları görüyorum ?
Sorusunun yanıtında acı bir gülümseme olur dudaklarımda. Mızıkçıları gruplandırmak olanaklıdır. Bir kısmı hem oyunun kuralını yazarlar ve hem de oyunu kuralına göre oynamak istemezler. Bunların en somut örneğini Codak günlerinde yaşamıştık. Her zaman “doğrular”ın (obje ile süje arasındaki ilişkinin özelliği olduğu için) tartışılabilir olduğunu kabul ediyorum; ancak o günlerde o mızıkçılar dürüstlüğü bile tartışılır kılıyorlardı. Bunlar (kendini) “kurnaz (sanan) mızıkçılar“dı. Diğer bir kısım mızıkçılar ise “hem karnım doysun, hem pastam dursun” diye düşünen ve kendini en akıllı sanan gruptur. Bunların hepimiz kadar doğruyu bulacak olan akılları vardır; ancak seçmek için, zora katlanmak için, almak istedikleri kadar ve almadan önce vermek için niyetleri eksiktir; iradeleri zayıftır. Yaşamımda bu grubun temsilcisi de Sami efendidir. Az çekmemiştir onu tavırlarından rahmetli babam ve ablam. Biz (annem ve ben) görmezden gelmeyi yeğlemişizdir. Bugün o da Uludağ-Çağdaş’ın fizik tedavisinde ömür tüketiyor. Pişmanlık duyuyor mudur ? Mutlaka. Eski günlere dönse değişir miydi ? Sanmıyorum. Çünkü o ve benzerleri sebep-sonuç ilişkisini görme becerisinden yoksunlar veya Enstitü arkadaşım Bay Gündüz’ün rahmetli hocamız Prof.Dr.N.Lodos’un karşısında el pençe divan duruşuna hocanın “rahat evladım” demesine karşın “böylesi daha rahat hocam” sözlerinde olduğu gibi aynı tavırları sürdürürdü; rahatına ve egosuna olan düşkünlüğünden dolayı. Üstelik yüzsüzdürler. Ne diyelim böylesi “bencil mızıkçılar“ı da Allah kurtarsın; bizi de onlardan sakınsın.
Biz ne kadar mızıkçıyızdır acep ?
Bugünlerde belki 68 liler olarak 45 nci mezuniyet yılı nedeniyle bir araya toplanırız diye gayretlerimiz var. Bakalım Lady Travel’dan selam ve dostlukların gücüyle nasıl bir teklif alacağız. Bu amaçla yeniden iletişim trafiğimiz hızlandı. Sevgili Muhsin’in sözleri yüreğimi ısıttı. Yirmibeşinci yılımızın hemen akabinde yitirdiğimiz sevgili dostum, çocukluk arkadaşım, ikimizin giydiğimiz mavi keten pantolon ve kırmızı tişörtler geldi gözümün önüne. Altmışlı yılların başlarında Bahribaba Parkı‘nda sevgililerimizle beraberlikte can yoldaşım Prof.Dr.L.Çağlayan olsaydı dedi yüreğim. Aynı nitelikte üstelik Tilkilik Orta Okulu-Atatürk Lisesi öğrenme yolculuklarında hep önde giden arkadaşım Yıldırım’la birlikte dördümüz doktora çalışmasına destek veriyorduk Menemen’deki staj günlerimizdi. Adaptasyon, uyum çalışmasıydı. Her gün yer fıstıklarının çiçek sayısını sayıyor ve büyüme hızlarını kayıt ediyorduk. Stajda 147 kişiydik. Biz dördümüz akşam üzeri gün kavuşuncaya kadar tarlada güneşin altında yanarken diğerleri saat 11 den sonra havuz sefası yapıyorlardı. Bu haksızlıktı. Bir çözüm bulmak gerekiyordu. İşi kolaylaştırmak şarttı. Hız ve pratiklik kazanmalıydık. İş bölümü gerekliydi. Yakındaki mısırlar olmuş, karadutlar kararmıştı.İşte o koşullarda biz de mızıkçılık yapmanın yollarını arıyorduk. Bizler “seçilmiş mızıkçılar” mıydık ? Kısa yollara sapmışızdır. Bakın dün ben ne yazdım, Muhsin nasıl yanıtladı.
Sevgili Muhsin
“Son Hasad”ı yaşamadan önce bir de bu yıl 45nci yılımızı kutlasak; “keşke” demeden Mehmet Ali Birand misali aniden gidivermeden yüzlerimizi görsek, seslerimizi duysak, birbirimize sarılsak…
En son rahmetli Lâtif’in gayretleriyle 1993 de Kuşasadı’nda toplanmıştık; ne de güzel yapmıştık.
Belki de Menemen Uygulama Çiftliği’ndeki yer fıstıklarının çiçek sayısı artmıştır; boyları da bir karışı aşmıştır; hani hep birlikte bir saysak, bir ölçsek sonra da karadut yesek…
Özlem dolu selam ve sevgilerimle öpüyorum.
Copcu
****************
Sevgili Mustafa,
Aynı özlem ve muhabbetle kucaklıyor, selâm ediyorum. Ne güzel olur. Kimimiz emekli, kimimiz hâlâ gayretli, kimi dinç, yaşlı-genç, Ama hepsi sevgili…
Aynen öyle Mustafa’cığım; Menemen’de fıstıklar bir dirsek, üç parmak, yapraklar üç çatal olmuştur. Ne keskin ölçülerdi öyle. “Hayâli cihan değer” derler ya…
İzmir’den bir arkadaşımız bu işi koordine edebilir. Bütün kalbimle katılmak, kucaklaşmak isterim.
Bende telefon ve adresi olan birkaç arkadaşın listesini Hayrettin’e göndereceğim. Tekrar görüşmek üzere sağlık ve afiyet diliyorum….
Muhsin
Biz 68 e bir kala, Menemen’in omurgalı sivrisinekleriyle birlikte “çalışkan mızıkçılar“dık.
Bir de yıllar önce bir gece yarısı ertesi gün yapılacak sünnet törenini bile beklemeden 68 Anadol’la Nazilli’den gecenin karanlıklarına dalıp tornistan yaptığımız anımız var ki buradaki mızıkçı tipi de “nankör mızıkçılar”dandır. Allah’ın kendisine sunduğu güzellikleri, nimetleri görmeyip nankörlük ederler; varlık içinde yokluğu yeğlerler. En tehlikelisi bunlardır. O grubun baş temsilcisi olan doktor yeğenimi en son 1987 de babamın cenaze namazında görmüştüm. Ne diyelim Allah yolunu açık etsin; Allah ıslah etsin.
Mızıkçılar beni üzebilir mi ?
Yetmişe doğru giderken yanıtım: Kesinlikle hayır, üzemezler. Altmışsekizlilerin (+/- 2) patır patır döküldüğü bugünlerde Salı akşamı gördüğüm ve Perşembeye beklediğim sevgili MAB’ın aniden mızıkçılık edip gidivermesine bakınca, soldan başlayıp sağla devam ederken mızıkçılık yapıp gidiveren Toktamış hoca dün var olup bugün yok olunca (ebedi uykuda da olsa elim tutmayınca, gözüm görmeyince); kaç kere deprem olsa, sallansak bir kez olsa sözünü dinleyip de, karyolanın yan tarafına cenin pozisyonunda yatmasam da hep aydınlık yüzünü özlediğim Deprem Dedem de mızıkçılık yapıp gidiverince,… daha ben ne diyeyim ? Yaşamımda özellikle sona doğru böyle güzel izler bırakanlar, bunca terör ortamında beni barışın adamı yapmak için gayret gösterenler çevremde yok olup gidiyor ve beni yalnız bırakıyorlarsa günlük yaşamın hay huyunda hiç kimse küçük şeylerle canımı sıkamaz. Ertesi gün onlar da doğruyu bulurlar; seçecek iradeye sahip olurlar ve var olan güçleriyle doğruyu sürdürürler. Aklın yolu bir. Aynı şarkının sözleri gibi “hayat her an gülümser ona içten gülene; mutlu olmak zor değil olmasını bilene”. Yetmişe doğru kanlı canlı varlıklarını sürdürenler hâla köşelerini, sivriliklerini, çıkıntılarını törpülememişlerse ve o tür veya bu tür mızıkçılık yaparken eksantrik mili misali sağa sola çarpıyorlarsa ne diyeyim Allah onları ıslah etsin.
Yazımın başlığındaki öyküyü tamamlayıp mızıkçılık yapmadan sonlandırmak istiyorum:
“… Günlerden bir gün köylerden birinde, adamın birinin eşeği kuyuya düşer. Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu düşmüş işte ! Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak dökülmüştü. Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm. Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. Ayıptır söylemesi, anırdı yani. Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü. Zavallı eşeği kuyunun dibinde melül, mahzun bakıyor. Üstelik yaralanmış. Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı. Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı. Sonunda karar verildi ki.kurtarmak için çalışmaya değmez. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek. Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atmaya başlarlar.
Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe döker. Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükselir. Ve sonunda yukarıya kadar çıkmış olur. Köylüler ağzı açık baka kalırlar…”
Cevdet Kılıç’ın cep kitapçığındaki bu kısa öykünün sonundaki ana mesaj; hayatın çoğu kez bizim üzerimize abandığıdır. Bizi (eşek olmasak bile) toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur. Bunlarla başa çıkmanın tek yolu mızıkçılık etmek değildir; düşünüp silkinmek, ayağa kalkmak ve kurtuluşa, aydınlığa adım atmaktır.
Yaşam büfesinde sıraya girme, sırada kalma ve sırada öne geçme mücadelesinin aydınlık yollardaki ustalık yolculuklarında bile kendiliğinden oluşan mızıkçılıklarımızın en az hasarla atlatılması dileklerim ve sevgilerimle.
Öykücü