“…1931 yılında bir gece Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında değişik misafirlerle yemek yiyor ve konuşuyorduk. Maarif Vekili Esat bey de sofradaydı. Yapılan işleri anlatırken “Kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, daha kapalı giyinmelerini bir tamimle duyuracağını” söylüyordu. Sofrada bulunan Doktor Reşit Galip Bey, “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi, bu bir geriliktir, kadınlar artık eski durumda yaşayamazlar, inkilaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır.Başka türlü batılılaşmaktan söz edemeyiz” diye Esat beye karşı çok sert bir konuşma yaptı. Kemal Paşa sofrasında Vekil’in zor duruma düşmesinden hoşlanmadı, olayı kapatmak istedi.”Bu konuyu uzatmayalım, burada kapatalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir. Sonra tartışırız” dedi. “Af buyurunuz Paşam, bu inkılap ve zihniyet meselesidir, müsaade buyurursanız fikrimi söyleyeyim “diye Dr.Galip ısrar etti. “Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyecek icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez” dedi. Mustafa Kemal Paşa bu sert konuşma karşısında Reşit Galip’e “Yorgun görünüyorsunuz, madem konuşmalar da hoşunuza gitmiyor gidip istirahat edebilirsiniz” dedi. Reşit Galip aldırmadı “Burası milletin sofrasıdır, kovulmamalıyım. Kendimi iyi hissediyorum. Kalkmam” diye cevaplandırdı. Paşa işi uzatmak istemedi “O halde biz kalkalım, masayı beyefendiye bırakalım” diyerek kalktı, sofrayı bıraktı ve hemen odasına çekildi. Reşit Galip bir süre sofrada yalnız oturduktan sonra…”
Merhaba
Aralık ayının son günlerinde beni mutlu ve mutsuz eden pek çok olayın etkisinde Çeşme’de güzel bir hafta sonu geçirdim. Adada yürüyüş güzeldi. Soğuğu şöminenin odun ateşi sıcaklığında ısıtmak güzeldi. Dostlarım Amerika’dan dönmüştü ve onlara sohbet etmek güzeldi. Odak noktamda, etki alanımda ve ilgi alanımda üç temel olayın anlamakta zorluk çekiyorum. Üçünün de ortak paydasında”Kefenin Kutusu” olduğunu gördüm.
Hani hep “kefenin cebi yok” diyorlar ya Osman’la Barış’ın evlerindeki görüntülere bakınca cebi olmasa da “Kefenin Kutusu” olduğunu anladım.
Ben İzmir’liyim ve siyasi sığınayım doğal olarak CHP. Özellikle Akgillerin baş din temsilcisi bana “irfan dersi” vermeye kalktıktan sonra daha bir kemikleşti tercihim. Ancak itiraf etmeliyim ki tek seçeneğim olan bu grup beni tatmin etmiyor. Onlardan BDPliler gibi amacı ve hedefi net eylemler bekliyorum. Baştaki Selahattin dahil, onlar tercihim olamazlar ama onları seviyorum. Tıpkı deniz ve yılan gibi bu yönelişim. Bizimkiler yapmaları gerekenleri yapmıyorlar. Tek yaptıkları ışığın altında kaybolan anahtarı arama kolaylığı ya da en hafif şekliyle masturbasyondan fazlası değil. Kahroluyorum.
Odak noktamda “Ucube Soysuzu“nun yaptığı Çin setti var. On yıl önce denizi gören, camlı bölmesinde karşı sahilleri, Çatalkaya’ı gören evi satın alırken birgün önüme iki katlı bir okul binası yapılacağını biliyordum. Kabulümdü. Ancak altı ay önce yangından mal kaçırırcasına başlatılan okul inşaatı altı katlı, camsız, düz duvar ucube bir şey oldu. Soysuzun biri İzmir’de “kefen kutusu“nu dolduramayınca Ankara’da işi halletti. Belli ki bugün ülkede yaşanan rüşvet zincirinin kendine uygun bakan oğlunu buldu ve binayı dikti. Şimdi yürütmeyi durdurma kararı alınmış ise de ucube olduğu gibi gözümün önünde duruyor.
Etki alanımda Çeşme’de bizi ve dostlarımızı kahreden bir başka soysuzun yaptığı dalavera var. Çok şükür ki yasal boyutlarıyla sürpriz şekilde gelişen bu “kefen kutusu“nun yakıcı ateşinde dostlarım Amerika’daydı. Buradaki soysuzluğu bir önceki yazımda “karaktersizin rengi” başlığı altında yazmıştım. Üniversite tahsilinde yıllarca evlerinde barındığı, kendisi ve kardeşleri için her parasal sıkıntıyı aşmalarında hep yardım gördüğü dostuma attığı kazık sadece “kefen kutusu” nu doldurma amaçlı soysuzluktan öte değil. Şimdi bir kere daha anladım ki “hiç bir iyilik cezasız kalmıyor“. Allah bizi böylesi dost görünenlerden korusun. Allah’a havale ediyoruz.
Üçüncü soysuzluk ise ilgi alanımda, ülkemde. Son günlerde yaşanan, Osman’ın evinden çıkan ayakkabı kutularındaki paralar akıl sınırlarımı zorluyor ve bu nedenle artık bu devirde, bu devrin iktidarında kefene cep değil bence kutu yapıyorlar: “Kefen Kutusu“. Üçgün düşündüler. Önlemlerini aldılar. Fezlekeyi önlediler. Stratejilerini belirlediler. Papağanlaşmayı sürdürüp yüzsüzlüğü artırdılar. Sesleri bile çıkmaya başladı. Yakında oğullar da serbest kalır. Hatta utanmazlar bunlar yakında bizi “nankörlük”le suçlarlar. Öyle ki “Biz Makedaonya’daki Kur’a kursu için bu parayı “Kefen Kutusu” na koymasaydık; siz o kış günleri ısındığınız doğal gazı İran’dan alamazdınız” derler.
Bazılarından umutlarım vardı. Boşa çıktı. “Kefen Kutusu” ortaklığı baskın çıktı. Halbuki ben yetmişli yıllarda Enstitüde asistanken Yıldıray ve Turan her cuma Bornova Merkez Camiinde Hocaefendi’nin vaazını dinlerlerdi. Hocaefendi’ye inanırlardı. Ben de birkaç kez katıldığımda Hocaefendi’nin hiç celallendiğini görmemiştim. Dün gece lanetler okuyan Hocaefendi’yi demek kahretmişler. O bile dayanamamış. Geçen gün heberlerde bir BDP’li kadın vekilin dediği gibi “Bugüne kadar birlikte yiyorlardı; bugün birbirlerini yiyorlar“. Şimdi bu sözün çok daha anlamlı buluyorum. Nasıl olduysa bir tek Mehmet mecliste “Allah hepsinin belasını versin” diyebildi. Yüzlerinden riyakarlık akan kimileri gözümün içine baka baka, ceketlerinin önlerini açmışlar, şiş göbekleriyle bir de Allah’tan söz ederek sadece hırsızı yakalayanlara sitem ediyorlar. Bu ne iş Allah’ım. Ben bu kadar salak mı görünüyorum ? Azıcık da olsa Yıldıray’ın kardeşinden umudum vardı ki o da “Bir bakan için en acı şeyin ne olduğunu” açıklayınca anladım ki bu iş bitmiş. Allah ıslah etsin. Hepsi “Kapanmadan Kazan” benzeri malı götürmek için görünenden çok fazla “Kefen Kutusu“na sahipler. Paralar kutuya sığmayınca iktidarla cemaatın çıkar kavgası büyüdü; herşey su yüzüne çıktı; kanunsuzluklar ayyuka çıktı. Her iki kesimin de ne saklayacak kutusu kaldı ne de utanacak yüzü. Tüm bunlara karşın hâla “one man show” sürüyor. Pes doğrusu.
Bu ruh halimle beni buna layık gören ülkemin insanlarına kırgınım. İzmir’i şimdi daha çok korumak gerektiğine inanıyorum. Hocası irfanımı artırmaya çalışırken yüzbinali de gelse benim İzmir’im “Kefen Kutusu” tacirlerine yüz vermemeli. Dualarım bunun için. Allah hepimizi “Kefen Kutulu” olanların rahmetinden korusun.
Şimdi yazımın girişindeki anıyı tamamlayayım:
“…1931 yılında bir gece Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında değişik misafirlerle yemek yiyor ve konuşuyorduk. Maarif Vekili Esat bey de sofradaydı. Yapılan işleri anlatırken “Kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, daha kapalı giyinmelerini bir tamimle duyuracağını” söylüyordu. Sofrada bulunan Doktor Reşit Galip Bey, “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi, bu bir geriliktir, kadınlar artık eski durumda yaşayamazlar, inkilaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır.Başka türlü batılılaşmaktan söz edemeyiz” diye Esat beye karşı çok sert bir konuşma yaptı.Kemal Paşa sofrasında Vekil’in zor duruma düşmesinden hoşlanmadı, olayı kapatmak istedi.”Bu konuyu uzatmayalım, burada kapatalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir. Sonra tartışırız” dedi. “Af buyurunuz Paşam, bu inkılap ve zihniyet meselesidir, müsaade buyurursanız fikrimi söyleyeyim “diye Dr.Galip ısrar etti. “Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyecek icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez” dedi. Mustafa Kemal Paşa bu sert konuşma karşısında Reşit Galip’e “Yorgun görünüyorsunuz, madem konuşmalar da hoşunuza gitmiyor gidip istirahat edebilirsiniz” dedi. Reşit Galip aldırmadı “Burası milletin sofrasıdır, kovulmamalıyım. Kendimi iyi hissediyorum. Kalkmam” diye cevaplandırdı. Paşa işi uzatmak istemedi “O halde biz kalkalım, masayı beyefendiye bırakalım” diyerek kalktı, sofrayı bıraktı ve hemen odasına çekildi. Reşit Galip bir süre sofrada yalnız oturduktan sonra, pencere kenarında başka bir koltuğa geçerek sabaha kadar oturmuş. Sabahlayen yaverlerden birine “Ankara’ya trenle dönüyorum, istasyona gidiyorum” diyerek sarayı terk etmiş. Kemal Paşa, gece bir süre durumu kendi odasından izlemiş ve sabah olunca Reşit Galip Beyin nereye gittiğini sormuş. Aldığı bilgilere göre Reşit Galip’in Saray’dan ayrılırken, cebinde hiç parası olmadığı için Başkatip Teyfik Beyden 25 lira borç aldığını öğrenmiş. “Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor” diyerek üzüntüsünü belirtmiş. Birkaç ay sonra Doktor Reşit Galip Bey Maarif Vekilliğine getirildi ve Üniversitele Reformu onun zamanında gerçekleştirildi…”
Bir o günlerin Alla’tan duyulan korkuya bir de bu günlerde ayakkabı kutusuna benzeyen “Kefen Kutuları“na doldurulan ahlaksızlıklara, bunlardan gocunmayan soysuzlara bakınca benim yüzüm kızarıyor Türk olarak onlarla aynı sınıfa girmekliğimden.
Yeni yılın hepimize sağlıklar getirmesini; helal kazançlarla “kefen kutusu” soysuzlarından hepimizi uzak tutmasını diliyorum.
Öykücü