“…Yunan mitolojisinin “İlk Tanrılar Kuşağı” Titanlardan Hyperion’un Theia ile evliliğinden üç çocuğu olmuştu: Helios (Güneş), Selene (Ay) ve Eos (Şafak). Helios her sabah doğudaki Hint ülkesinden hızlı bir arabayla yola çıkar ve akşam batıda okyanusa varırdı. Orada yer, içer, dinlenir; sonra çanak biçimindeki kayığına binerek Hint ülkesine geri dönerdi. Sabah kız kardeşi Eos’un açtığı kapıdan arabasıyla çıkarak aynı yolculuğu tekrarlardı. Helios’un dinlenmeye çekildiği saatlerde Selene, gümüş renkli elbisesiyle ortaya çıkardı. Selene çok güzel bir tanrıçaydı. Bembeyaz kanatlara ve beyaz parıltılı ışıklar saçan bir taca sahipti. Gün boyunca elbisesiyle yıkandığı bir ırmaktan göğe doğru yükselirdi… Bir de Çoban Endymion vardı ki gerçekten saf birisi olduğunu söyleyebiliriz. Zeus, ölümsüz olmak isteyen Endymion’u kandırmış ve onu hiç uyanamayacağı bir uykuya yatmaya ikna etmişti. Selene Endymion’u gördü ve aşık oldu. Bir gece gizlice koynuna girdi ve onu sonsuz öpücüklere boğdu. Bu aşk macerası sonunda Selene’nin elli çocuğu oldu…Mihrimah adının anlamındaki güneç ve ay mitolojide kardeştirler.Güneş tanrısı Helios ve At-y Tanrıçası Selene’nin bir kardeşi daha vardır: Şafak Tanrıçası Eos. Mimar Sinan’ın İstanbul Boğazının iki yakasına bu mitolojik öyküyü mimari eserlerle şifrelendirmiş olması, Mihrimah’ı görüp aşık olma olasılığından daha kuvvetlidir. Üsküdar’daki caminin arkasındaki güneşin, Edirnekapı’daki caminin arkasındaki ayla aynı anda göründüğü zaman dilimi, üçüncü kardeş olan şafağın varlığını gösteriyor…”
Merhaba
Yarın 1 Mayıs ve bakalım Hükümet (Erdoğan) ile emekçiler arasındaki inatlaşma nereye varacak ? Aynı zamanda “Regaib Kandili” olarak ayrıcalıklı günlerden biri ve aklım karışık…Yetmişe doğru nice inatlaşma acılarını yaşayan ülkemin insanına bakıp da bugün erişilen refah düzeyinde (verilere bakınca sanki herkese eşit dağıtılmış gibi ise de görünen ve her zaman olduğu belirli zümrenin yaşadığı) yinelenen çekişmenin korkulanları yaşatmaması dilek ve dualarımla Çeşme’den duraksayarak gelip Manisa üzerinden Mavişehir’e gelip yazmaya başladım.
Çeşme’de arsa davasının bilmem kaçıncı ama hep ilk duruşma gibi yerinde sayıklayan duruşması vardı. Ne oldu ? derseniz. Yanıt net: Hiç. Yeni genç bir hakim atanmış ve der ki “Valla ben geçici girdim duruşmaya; dosyayı da inceleyemedim. Siz 21 Mayısta yine gelin. Bu arada kaleme de uğrayın da biraz daha para yatırın.” Otuz yıllık öykünün yasal zemine taşınması neredeyse yılını doldurmak üzere ve “ortaklığın giderilmesi (izale-i şuyu)” davasında henüz bir adım bile ilerlenemedi. Nice çok daha önemli davaların ve de haksız hapisli olasılıkların etkisinde canlar yanarken bu konu beni sadece güldürüp azıcık da meşgul ediyor. Daha fazla hız beklentim de yok. İyi olur inşallah.
Çeşme’den sakızlı kurabiyelerle Manisa’ya gittik. Adres bulmamıza gönülden yardımcı taksici arkadaşın rehberliğinde Vali Konağı arkasındaki Konya Mutfağını kolayca bulduk. Taziyelerimizi sunup İzmir’e doğru yola çıktığımızda yağmur başlamıştı. Yolların tozu henüz çamur olmuştu, yol kaygandı ve üstteki tabaka yıkanıp gitmemişti ki önümüzdeki araç sağdan köpeğe çarpıp sonra da soldan orta refüjdeki demir bariyerlere bindirince küçük bir kaza canım yeni Auidi’nin ön tarafını komple parçalayıverdi. Bereket can yanmadı (ölen köpek hariç). Karnımız acıktı. Yer beğenemedik. Sanayideki köfteci aklımızdan geçse de N-ITP (enaytipi) durumunun sınırlayıcı önlemleri nedeniyle vaz geçtik. Forum Bornova’ya karar kılıp yan yola saptıysak da ondan da vaz geçtik. Kent’in deniz kenarındaki manzarası bulutlu havada iyi olur diye düşünüp yöneldiysek de içimizdeki hevesin düzeyi yetmedi. Gitmedik. Eray-Alper’in Atatürk Lisesinden arkadaşları Mert’in işlettiği “Balıkçı Barınağı”nı deneyelim dedik. Denedik. İdare eder(miş). Demem o ki ruh halimiz ve kararsızlıklarımız bugüne damgasını vurdu.
Yazımın başlığındaki “EOS” a neler damgası vurdu ?
Diye bir soru düştü aklıma ve M.Y.Yılmaz‘ın 26.04.2014 tarihli “Cazibe Güzellikten Önce Gelir” başlıklı köşe yazısından bir alıntıyla başladım yazmaya. Kuşkusuz bu rastgele bir seçim değildi. Geçen hafta Adana’ya doğru yola çıkarken elimdeki kitabın” Geyikli Park” olduğunu önceki yazımda belirtmiştim. “Mimar Sinan’ın Şifreleri” konu başlıklı yazısında sayın Sunay Akın mimar Vedat Dalokay’ın yorumuna dayanarak Mimar Sinan’ın, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’a aşık olduğu için adına bir değil iki cami yaptığını öykülendirir. Yazımın girişindeki kırmızılı kısım da bu öykülendirmeden yaptığım bir alıntıdır. Böylece aklım geçen yılın son gününde Bursa’da kızım Pınar’ın yılbaşı hediyesi olarak aldığı iki kitaptan biri olan Geyikli Park ile Eos aklıma düşerken dört gün önce gazetenin köşe yazısındaki Eos’la benzer öykünün bütünleşmesine katkı sağlayacak bir buluşma oluştu. Yetmedi. Dokuz yıl geriye gidersem…
Dokuz yıl önce CINOS’un son evresinde EOS ne anlam ifade ediyordu ?
O günlerde ne EOS’un “Şafak” demek olduğunu biliyordum ne de bu sözcüğe mitolojik bir anlam yükleme arayışına girmiştim. O tarihte EOS benim (bizim) için özel stratejik üçgenimizin köşelerinde yer alan üç anahtar sözcüğün baş harfleriydi. Bilinen, standart, klasik “stratejik üçgen“in köşelerinde “Maliyet/Kalite/Hız” yer alırken bir onun ikinci adımı olarak ya da güncellenip özgünleştirdiğimiz ikinci stratejik üçgenimiz için “Excellence/Optimising/Simplicity” sözcüklerinden “Mükemmellik/Optimum/Basitlik” kriterlerini kurumsal gelişim, değişim ve dönüşüm sürecinde hedef oluşturup çalışmalarımızı daha etkili kılmaya çalışıyorduk. Buna göre basit, net, anlaşılabilir, uygulanabilir önlemlerle “stratejik ajanda”mızı oluşturuyorduk. Bunun için,
1.Pazarlama ve satışın bütünleşmesini optimize etmeye;
2.Üretimden satışa süreci, operasyonları ve geleceği şekillendirmeyi mükemmelleştirmeye;
3.İnsan kaynakları ve performans yönetimini basitleştirmeye çalışıyorduk.
İşte dokuz sene önce “EOS“u ilk tanıdığımda onun Şafak Tanrıçası olduğunu bilmiyordum. Belki de sadece ben bilmiyordum. Şimdi daha iyi anlıyorum ki “EOS/Şafak” penceresinden o günlerde Jim Amcanın dört metaforu (yumurta/volan/otobüs/kirpi) ile dönüşüm yolculuklarımızı hızlandırırken çok daha anlamlı işler yapıyormuşuz. İşin felsefi boyutu çok daha anlamlıymış. Tıpkı rahmetli Dr.Kern‘ün 1986 da Kuşadası Med-Clup’ta “BMC/Basic Marketing Course” da ilk olarak “Felsefe olarak pazarlama nedir ?” sorusuna yanıt bularak öğrenme yolculuğuna çıkardığı gibi.
Evet… Birkaç gündür özellikle Çeşme’de adada kır çiçekleri içinde deniz kenarında sabah yürüyüşü yaparken aklıma takılan EOS’un üç farklı yer ve zamandan gelen mesajları böyle toplandı aklımda ve bu kez nedense (!) Burak Özdemir‘in “Tanrı’nın Doğum Günü” kitabını karıştırmaya ve karalamaya başladım…Kitabın internetteki tanıtımına baktığımızda:
http://www.idefix.com/kitap/tanrinin-dogum-gunu-burak-ozdemir/tanim.asp?sid=KIP5XU1VYD8DQOCP5X1H
“…Yeryüzünde işler hiç iyi gitmiyordu. Dünya gergin, insanlar mutsuzdu.Artık zamanı gelmişti…
Tanrı, imajını değiştirmesi için bir reklam ajansıyla anlaştı. Tanrı ile genç reklamcı, Messenger’da chat’leşmeye başladılar.
Çocuk “Nasıl olur da Tanrı insanla chat’leşir?” diye sordu.
“Musa ile çalılıklar üzerinden konuşmuştum, seninle de internetten yazışıyorum. Bunda şaşılacak bir şey göremiyorum” yanıtını aldı.
Çocuk ” Kuran, kutsal bir kitap. O varken İslam’ın imajını değiştirmek neden bana düşüyor?” diye sordu.
“Kuran’ı bir de benden dinlemeye ne dersin?” dedi Tanrı.
“Bu, resim çizmeyi Picasso’dan öğrenmek gibi bir şey” dedi çocuk.
Ve her şey ondan sonra başladı…
“Artık kütüphanende daha önce hiç okunmamış, kutsal bir kitabın olduğunu biliyorsun. Sır senindir” dedi Tanrı…
Öğrendiklerine inanamayan çocuk sokağa çıkıp avaz avaz bağırmak, haykırmak istiyordu…
Elif, Lam, Mim… Bu harflere dikkatli bakın, yakında onlar dünyayı değiştirecekler.
Çünkü bugün, büyük gün… Bugün Tanrı’nın doğum günü. Bin yıllık suskunluk sona eriyor, dinler tarihinin en kadim sırrı gün ışığına çıkıyor… Bugün… Bu büyük gün, tüm İslam âlemine, insanlığa ve canlılığa hayırlı olsun… Tanrı’nın doğum günü kutlu olsun…
Bir başka bakış açısı tam da benim bugün Çeşme mahkeme kapısında sıramı beklerken yeniden okuduğum 36 ncı sayfa ve çevresinden hissettiklerimi yansıtıyordu:
İşte ben de benzer düşüncelerle, içimdeki duygularla “cımbızlama”ya başladım ve 36 ncı sayfada beni etkileyen anahtar sözcükleri kendi çerçevemin içine almaya çalıştım.
Altıyüzyıllarında “korku kültürü“ne göre okunan ve anlaşılmaya çalışılan Kur’an’ın bugün “sevgi kültürü” ile yeniden anlamlandırılmasını istiyor yazar (ki aslında bu yıl kırkına basan Burak ataeist (!). Birdörtyüz yıl önce korku düzleminin güç sahiplerine kendi iletişim dillerinde bir uyarı olduğunu ifade ediyor. Bir süre sonra korku ortadan kalkınca ya da etkisi zayıflayınca inanç da uyarılara kulak vermek de kayboluyordu. Buna en güzel örneğini uçağın yere indikten sonra yaptığı anonsa kimsenin uymayışını veriyor ki bence mükemmel bir benzetme. Uçak yere indiğinde hostesler “lütfen uçak durmadan emniyet kemerlerini çözmeyiniz” demesine rağmen herkesin kemerlerini çözmeye başlamsının temelinde yolculara alanda başka bir uçakla çarpışma olasılığını anlatmanın başka bir yolunu bulma, kabul edilebilir bir açıklama yapma gayretinden yoksun olmayı dile getiriyor. Bunu anlatabilirsen uçaktaki yolcular o korkuya tekrar geri dönüp kemerlerini çözmeyeceklerdir. Kur’an açısından bugün artık korku çağının sona erdiğini ve sonsuz bir sevgiyle Tanrı’ya ve öğretilerine uymayı istiyor. Net olarak “sıra sevgiyi öğrenmeye geldi” diyor.
Sağduyuyu Tanrı ile insan arasındaki ortak dil olarak tanımlayan yazar, “herkesi ve her şeyi sustur ki sağduyun avaz avaz bağırabilsin” diyor. Değişime direnç mi yoksa uyum mu ? ikilemine vurgu yapan yazar Tanrı adına konuyu dillendirdiğinde aynen şöyle demesi beni derin derin düşündürüyor:
“… İslamiyete kıyamete kadar kefil olduğumu belirttim. Amacım Kur’an’ın kıyamete kadar değişime direnecek gücünün olduğunu söylemek değildi. Amaç Kur’an’ın kıyamete kadar dünyada yaşanacak tüm değişimlere uyum sağlayabilecek güçte olduğunu ifade etmekti… İslam bir geçmişi yaşatmak değildir. İslam bir geleceği yaratmaktır. Kur’an’a objektif olarak yaklaşabilirsen, içinde bulunduğun çağı doğru okumayı bilebilirsen kapılar sonuna kadar sana açılacaktır…”
Benim gibi düşünenler de varmış:
http://mehmetmollaosmanoglu.wordpress.com/2010/09/19/binyilin-kur-an-tefsiri-levhi-mahfuz-burak-ozdemir/
“…Eserde, Kuran’ın yüzeyselliğinden derinliğine inme mütalâası esnasında konuyla ilgili ayetlerin sıralanması ve irdelenmesi güçlü bir araştırmanın sonucu bu eserin ortaya çıktığı teziyle ilgili akıllarda şüphe bırakmıyor. Hatta yazarın Kuran ve ayet bilgisiyle ilgili bolca hayranlık uyandırıyor…
“Elbette bu kalın eser boyu ikna olduklarımla ikna olmadıklarımı sebepleriyle sıralama imkânım yok, zaten derdim de bu değil. Din ve Kuran âlimi olmadığım için yalnızca naçizane fikirlerimi paylaşmak arzusundayım fazlaca. Bu yüzden ilgi çekici birkaç örnek verdikten sonra asıl gayeme gelmek istiyorum. O da şu; bu eserin kesinlikle elde edilip okunması taraftarıyım ve benim gibi ikna olunsa da olunmasa da üzerinde düşünülmesi kafa patlatılması gereken onlarca konunun dimağları harekete geçirmesini istiyorum. Ve diyorum ki; her Müslüman’ın okuması gereken bir eser bu. Kızsa da, kabul etmese de okumalı… Yoksa İslâm Dini üzerinde düşünülmesi, araştırma yapılması dahası en doğruya yakının bulunması Kuran’ın emrettiği gibi fertler değil, reddettiği ‘Aracılar’ tarafından yapılmaya devam edecek…”
Kılıç gibi keskin sözlerin karşısında mahkeme duvarı gibi, odun gibi duran sevimsiz yüzlere, papağan gibi tekrarlanan inkarlara, en usta satıcı niteliğinde duymazdan gelişlere, ayakkabı kutularında unutulup giden paralarla bir başka bankanın yönetimine geçiren yüzsüzlüğe, sıfırlanamayanlara, bacanaklara, hiç bir şey olmamış gibi cumhurun başı olma ayak oyunlarına, Aziz Nesin’i haklı çıkaracak şekilde bizi aptal yerine koyanlara, dörtbakanlara, pencere açılıp da piştovu patlatanlara bakınca EOS’tan Tanrı’nın Doğum Günü’ne uzanan akıl karışıklıklarımla iki hafta daha sürecek olan NITP (enaytipi)-steroidli günlerin sabrımızı pekiştiren öğretilerinde Mesteray‘ın iki gün önce 45 e dayadığı merdivenin üst basamaklarında bekleyen müjdelere, Pakümit’in senesini dolduran uzak diyarlardaki serüveninden sürekli desteklere, Netkerem‘in safraları atma konusundaki gelgitlerine takılınca aklım şükürlerimi ve dualarımı artırıyorum ve Burak’ın açtığı kapıdan içeriye süzülmeyi de bir başka kurtuluş yolu görüyorum. Umarım bu yolculuk da hep aydınlık yollarda sürer.
Öykücü