“…Varlık içinde yokluğu yok saymanın en kolay yolu, uygulanamaz yasaklar koymaktır…Sokağa dökülünce çok güzel oluyorsun Adanalı ! Sadece hayal yetmiyor, davanın insanı bu işi sevmeli ve içselleştirmeli...Ahmak kişi düşmanınızdır. Oysa akıllı kişi bana küfsetse bile razı olurum. Akıl da iki türlü olur. Birisi çalışarak kazanılır. Kitapla, hocayla, okuyup ezberlemekle elde edersin. Diğer akıl ise Allah’ın armağanıdır. Kaynağı can içindedir. Hiçbir engel onu tutamaz. Çalışarak elde edilen akıl ise yatağında akan nehir gibidir. Yol kesildi mi akmaz olur. Sen kaynağı kendi içinde ara…”
Merhaba
Aklım yine karıştı. Doğru ile eğriyi bulmada gayretim yetmez oldu. Gördüklerimle algıladıklarım farklı (gibi geliyor bana). Ön yargılarım artıyor. Bir yanına bakıyorum “helal olsun” demekten kendimi alıkoyamıyorum. Diğer yandan bakınca korkularımın baskısından umutsuz gruplara umut bağlar oluyorum. Haziranın yedisine az kala kurtların haykırması yanında bizim koyunların melemesi kahrediyor. “Bunlar mı kurtaracak bizi, karanlıktan aydınlığa çıkarak ! Aman yarabbi” demekten kendimi alamıyorum. Bir yanda sarayın soytarısı diğer yanda orta oyununun beceriksiz oyuncuları. Şafak’ın sesi kesildi; Süheyl çekti gitti. Emine partisini kurdu. Biz de Kemalle başbaşa kaldık. Reşit hoca ahırdan çıkmazdı ve hayvancılığımıza yeni bir tür koyun armağan etti. Emeklerine değdi. Onun sınıf arkadaşı rahmetli İbrahim hocamız da salonlardan çıkmazdı. O da bize tarımda bile salon efendisi olabileceğini gösterdi. Birinde görsellik diğerinde eylem vardı. Ya şu an bizi temsil edenler… Bunlardan ne köy olur ne kasaba…
Yeni bir haftaya başlıyoruz. Şubatın ilk yarısında havalar yeniden kışa döndü. Yine de sabah yürüyüşümüz güzeldi. İrem’in katkıları bizi bir hafta oyalar. Pakgiller evlerindeler. Ümit yarın sabah Pakistan yolcusu. Ayda bir yinelenen bu uzun yolculuklar için dualarımız sürekli. Sahip olunanlar ve ödenen bedellere bakıp da harcarken sızlayan yürekler bize hep “akıllı olmayı” öğretmeye çalışıyor. Olabiliyor muyuz ?Gayret ediyoruz. Yeter mi ? İnşallah yeter… Tek korkum “bunca şeyi verdim; sen neden yeterince şükretmedin ?” diye gaipten bir sesin uyarmasıdır ki proaktif katkıları artırmada rol model olmanın ötesine geçemiyorum.
Cumartesi sabahı olduğunda Şeşbeş’in çiftliğinin önünden tren istasyonuna çıkardık. Evli olan stajyerler hafta sonunu evlerinde geçirirlerdi. Altı ayımız geçmişti Menemen’de Deneme ve Uygulama Çiftliğinde 1967 yılında. Kırk sekiz yıl olmuş. Su gibi akıyor zaman. Ulucak’tan sonra hava lojmanlarının önünde tren yolu sola doğru kavis yaparken sağ tarafta bir fabrika ya da fabrika benzeri oldukça modern bir bina dikkatimi çekerdi. Sığla sanayine ait üretim yapıyor gibi görünürdü. Sığla, Fethiye çevresinde yetişen ağacın çok değerli olan reçinesidir. Dünyanın sadece iki yerinde var olduğu söylenir. “Günlük” diye de bilinir. Nice’den Monaco’ya giderken tepenin üstünde güzel bir köy vardır: Eze. Oradaki parfüm üretim tesisini gezerseniz Türkiyeden, Fethiye yöresinden gelen günlük ile Isparta’dan gelen gülyağına ne kadar değer verdiklerini görürsünüz. Şimdi bu anlatımın arasına bir başka mesaj sıkıştırmaya çalışacağım. Trafik ışıklarını metafor olarak kullanıp kimi öğrenme yolculuklarını etkili kılmaya çalışırken üç ışığı yeşil, kırmızı ve sarı gibi tanımlarız. Doğal. Bazen de sarı yerine amber sözcüğünü kullanırız. Bu durumda sarı biraz koyulaşır azıcık kavuniçine kaçarken kahverengileşir… Neden böyle yaparız ? bilmem. İşte oradaki amber ile bizim sığla ya da günlük arasında da bir benzerlik vardır. Bunu da Günlük ağacımızın Latince ismine bakarak kolaylıkla anlayabiliriz: Liquidamber orientalis. Gerekmez ya; gerekseydi de Türkçeleştirmeye çalışsaydık Günlük öyle bir ağaçtır ki “ondan doğunun mis kokulu amber sıvısını elde edersiniz” derdik. El oğlu uydurmuyor. Biri isim veriyorsa, bu ismi Latince ile tüm dünyanın anlayacağı bir forma kavuşturuyorsa böyle adam gibi yapıyor. Bizimkilerin adam gibi yaptığı ne var ki diye düşünüp hayıflanıyorum. Evet eskiden adı Ulucak olan şimdilerde ise İzmir’in yakın banliyösü konumunda kalan Ulukent’te sola dönen tren yolunun sağında kalan Sığla Sanayine ait bir tesisin sahibinin dört kızı vardı: Mehveş, Ayşegül, Hülya ve Füsun. Dördü de (belki uyduruyorum) Beyrut Amerikan Üniversitesinde okuyorlardı. Şöyle bir soru düşebilir aklınıza: “Eee bize ne ?” Yanıt olarak söyleyecek bir şeyim yok. Sadece anlatmaya çalıştığım bu küçük anı ne zaman belleğimden fikrime düşse o yıllarda Beyrut’un, aynı şehrin batısında (bizim kızların okudukları üniversite batıda) bayram havası yaşanırken doğusunda silahlar patlar, terör canlar alırdı. Aradan yarım yüzyıla yakın zaman geçti. Acaba onlar da açılımla mı çözdüler sorunu ? Bilmiyorum. Şimdi biz farklı mıyız ? Aynı gün İstanbul’un gündemine neler var, Şırnak’ta neler…
Yazımın girişindeki mavili kısım yıllar önce (belki elli yıl) sevgili çetin Altan’ın Güneş gazetesindeki köşesinden aklımda kalan klişedir. Bu sözlerden önce bir süpermarketin yakınındaki tepenin üstüne oturmuş yoksul varoş çocuklarının marketten çıkanların taşıdıkları dolu torbalara bakarak bilenen hınçlarını anlatır. Ne oldu ? Biz de yasaklar koyduk. İşte doğumuzun hali içler acısı. Kazanan kim ? Hiç kimse. Asker ve polis kapandıkları karakollarında kendilerini korumaya çalışıyorlar. Yollarda terör kol geziyor. Gemi azıya alanların kimseden korkuları yok. Yasaklar ne işe yarıyor ? Hiç bir işe.
Uzun boylu bir Hakan vardı. Adı sporda markaydı. bana hep rahmetli Kemal Sunal’ı anımsatırdı. Populistliği ile seçim kazandı. Kuyuk suyunda hizmet üretmek istedi. Cemaate adanmışlığı ile yollarını ayırdı. Gözden düştü. Otorite afaroz etti. Şimdi yerine yeni bir Hakan oyuna giriyor. Oyun öyle güzel tezgahlanıyor ki Yıldıray’ın kardeşi “Yazık olacak böyle bir değerin buralarda heba edilmesine” diye timsah gözyaşlarını dökmeye hazırlanıyor. Baş otorite “Valla ben onaylamadım. Onu bizim yardımcımız ayartmış olmalı” benzeri konuşuyor. Bu orta oyununa baktığımda geçen sene Ayşe Arman’ın Adana “Portakal Festivali” için yazdığı yazının başlığını anımsayıverdim. Bunu da yazımın girişine kırmızılı olarak koydum. Yeni Hakan’a baktım. Duruşunu sevdim. Yüzündeki ketum ifadeyi takdir ettim. Kariyer yolculuğunda yaptığı sıçramalara hayran kaldım. Bugün bulunduğu göreve gelişinde ABD deki ayrıcalıklı ustalaşmasında dış güçlerin uzun vadeli yatırımlarının geri dönüşü beklentilerinden ürperdim (ROI/Return O Investment). Acaba yeni Hakan’ın aklından neler geçiyordur * diye düşünürken yine Mesnev’den kısa bir alıntıyla aklı anlamaya çalıştım. Onu da yazımın girişindeki yeşil kısımla anlatmaya çalıştım. İşte son on beş yılda ER/DA/HA üçlüsüne “Marka ve Model” çerçevesinden bakmaya çalıştım. Bunun için otomotiv sektöründen bir örnek vermeye çalışacağım.
Ünlü Fransız otomotiv firması bir markasını çok iyi geliştirdi. Sınıfında öne çıkardı. Algıları yönetti ve kısaca MGN olarak isimlendirdiğim markasının kabulünü en üst düzeye çıkardı. Bir süre sonra baktı ki MGN ve formunu yansıtan modeli iki önemli etkenin gücüyle adeta pazar lideri. Tıpkı bunun gibi bizim ER de hem adıyla hem de stiliyle siyasetin lideri. Tartışılmaz. Birkaç sınavdan hep başarıyla çıkınca düşündüler bu iki etkeni ayırıp da “MAS”laşsak. Yani bir adam yerine iki adam yaratalım ve hem MAS’ın “More” ile daha fazla ve hem de MAS’ın Smarter’ı ile daha farklı, daha akıllı, daha becerikli sonuçlar üretelim. Bu düşüncelerini DA ile yaşama geçirdiler. ER yeni bir rol üstlenip sahip olduğu stili aynen sürdürdü. Amacına ulaştı. Allah için, hakkını teslim etmek gerek ki fazlasıyla başarılı oldu. DA ise ER in stilini kendi yeni modeli ile birleştirmeye çalıştı. Yüzü hep gülerlek ağzından ateş saçtı; öfke sergiledi. Ne işe yaradı ? Hiç bir işe yaramadı. Sadece geçit döneminde boşluk doldurdu. Ne İsaya ne Musaya yarandı. Olmadı. Olmadığını Yıldıray’ın kardeşi, de itiraf etti. Şimdi üçüncü bir yol arıyorlar. Ne var ki bence aynı oyun oynanacak.
Şimdi yine bizim otomotive dönelim. Baktı ki firma MGN hem ismi ile hem de sahip olduğu modelle çok güçlü etkilere sahip. Yeni bir model yarattı ve MGN ismini ona verdi. MGN ın eski modelini sürdürüp ona da FLNC adını verdi. Şimdi bakıyorum da hem MGN olarak hem de FLNC olarak kabulü gelişmiş marka ve modelin duble etkisini ayırıp kazancını katladı. Onlara aferin derken siyasete ne demeli ? Zaman zaman Yıldıray’ın kardeşi “yapmayın kardeşim, yakışmıyor, taklit sırıtıyor, kendiniz olun...” diye uyarsa da şu kısa sürede siyasette aynı strateji tutmamış gibi. ER’in ismi yeni modelde etkili olarak sürüyor. Bunu yadsıyamayız. DA’ya geçen ER’ın model etkisi ise bekleneni vermedi. Yüzünde sürekli anlamsız bir gülme ile ağızdan çıkan ünklü modelin öfkeli sözleri uyumsuz. Rahatsızlık veriyor. İnandırıcılığı yitiriyor. İşte bu gidişe dur demek isteyen marka sahibi otorite ikinci Hakan’la oyuna yeni bir dürtü katmaya hazırlanıyor. Onlar bu işi biliyor. Onların ustaları güçlü. Hem akla hem yüreğe etkiyle sesleniyorlar. Çerçevelerini koruyup odaklarını bozmuyorlar. Onlar pazarlamanın hem bilimsel kuralları hem de felsefesiyle hareket ediyorlar.Diğerleri hâla kendi evlerine çekilmiş çelik çomak oynuyorlar. Bu da beni kahrediyor. Anlaşılan o ki bir bu oyunu on yıl daha seyredeceğiz. Kaderimiz ve çekeceğiz. Nereye kadar ? Allah uzun ömürler versin ve yaşamakta olduğumuz kaos eşiğinden kaosu yaşamadan kurtarsın. Çevremdeki ülkelere ve liderlerine, lidersiz kalışlarına, yaşadıkları hüsrana, sürmekte olan kaosa, yiten yaşamlara, yıkılan sistemlere bakınca (LIST / KESE) onsuzluktan daha çok korkuyorum. Alt ve üst, sakal ve bıyık…Allah encamımızı hayreylesin…
İnşallah güçleri dengeleyecek, akla ve fikre sahip, marka ve model uyumuyla inanarak inandırabilecek oyuncuların aydınlık yollardaki çekişmelerini aydınlık yollarda görürüz ve sahip olduğumuz kaynakların hepimizi feraha çıkarmasına tanık oluruz. Olacak dualara amin diyebilmek umuduyla…
Öykücü