“…İnsanlar birgün Tanrı katına çıkmışlar. “Sana artık ihtiyaç kalmadı ey Tanrı !” demişler. “Biz insan bile yapabiliyoruz“. “Öyle mi ?” demiş Tanrı “Yapın da görelim.” İnsanlardan birisi eğilmiş yerden bir avuç toprak almış.” Hoop !” demiş Tanrı “Kendi toprağınızdan, kendi toprağınızdan“…Küçük bir çocuk Tanrı’yla tanışmak istedi. Oysa, Tanrı’nın bulunduğu yerin çok uzaklarda olduğunu biliyordu. Buna karşın bu yolculuğu yapmaya karar verdi. Çantasına bir paket çukulata ile bir kutu meyve suyu koydu ve yola koyuldu. Evinden beş sokak öteye gittiğinde, yol kenarındaki parkta bir kanepeye oturmuş, güvercinleri seyreden yaşlı bir kadın gördü…”
Merhaba
Çeşme’de birkaç gündür kış gibiydi hava. Yağmur deseniz bahar yağmuruna pek benzemedi; uzunca sürdü ve serindi. Bugün hava açtı; güneş ısıttı ve Ümit-Pınar kahvaltımızı şenlendirdiler. Sevindik. Allah razı olsun.
Yazımın başlığındaki “Çelik ve Kadife“yle “Tanrı” odaklı iki kısa öykünün bir araya gelmesi nasıl oluştu ?
Bu sorunun açık yanıtını bilmiyorum. Belki yazımın ilerleyen kısımlarında bir bağ kendiliğinden oluşur. Birkaç gündür çatı ağırlıklı okumalarımda “batının günahları ile doğunun tutkuları” yarışa girdiler. Bir elimde A.Ş.İzgören‘in kitabı diğer elimde Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” öğretilerinin pazarlamaya uyarlanmış yoğun mesajlı bir diğer kitap (http://www.idefix.com/kitap/sun-tzudan-pazarlama-stratejileri-gerard-a-michaelson/tanim.asp?sid=VP1MRBWNCS7SJQRQLIX3).
İkinci kitabın 85nci sayfasında rahmetli P.Drucker’ın şu sözleri hafta içinde yaşadığım arabuluculukta hissettiklerimi pekiştirdi: “…Günümüzde profesyonel yönetim kendini bir yargıç rolünde görüyor…İşinin hata bulmak için yargılamak olduğuna inanan bir tepe yönetim, yeni fikri kaçınılmaz olarak veto edecektir…” Birinci kitapta ise sevgili İzgören’in kitabının farklı yerlerinde defalarca tekrarladığı bir konunun özü ise: “Yerli malı yurdun malı herkes ondan kullanmalı” anlamında. Bense CINOS‘taki yıllarımın (1985-2009) ilk evrelerinde SSTC Öğrenme yolculuklarında SMART’a göre hedef çizmeye verdiğim ağırlıkla bir bakıma batının günahlarını esas alıyordum. Daha sonraları anladım ki hedeften önce hayal konusunu ele alıp doğunun tutkularıyla SMART’ın öncülü olarak İzgören’in TOMBUL’unu işlemeliydim. Gerek İzgören ya da Sekman gibi yerlilerin çerçevesinden gerekse batının son zamanlarda (özellikle CINOS’un üçüncü evresinde) hayal ve ilham konusuna önem vermesiyle hayal ve hedefi ardışık olarak ele almaya başladım. Bu nedenle ben özellikle sevgili İzgören’in dikkat çektiği sadece “yerli malı” ile yetinmeyi yeterli görmüyorum. Çünkü artık hem kültürler iç içe ve hem de sanal alemin baskınlığında dünya gerçekten global bir köy ve “do it yourself/kendin çal kendin oyna” tarzı pek olanaklı değil; gerçekçi değil; akılcı değil; verimli değil; etkili değil. Bu sözcükler bile beni hemen batının günahlarında buluşturmuyor mu ?
Önemli olan sentezlemek, özümsemek, içselleştirmek ve cımbızlamak ve rahmetli hocam Prof.A.Kırım‘ın dediği gibi “AGM (Adamına Göre Muamele)” edebilmek. Sevgili İzgören onun bakış açısını tam benimsemediğim için beni bağışlasın. Yazımın girişindeki kısa öyküyü onun kitabından ödünç aldım. Çünkü seçim atmosferinde ekranlarda atanlar, tutanlar, saz çalanlar ve uzun çalarlar. Sevimsiz yüzler, akordu bozuk sözler, ateş saçan gözler…Ne doymak bilmeyen hırsmış bu Allah’ım ! İşte bunların arasına bir de kendi uçağımızı yapacağız sözlerini seçim meydanlarına katanları görünce bu kısa öyküyle yazıma giriş yaptım. O sözleri duyduktan bir gün sonra S.Yalçın’ın köşesinden yerli uçak öyküsünün perde arkasını okudum. Bu nedenle Tanrı’nın “Hooop!” deyişinden etkilendim. Komedi gibi yüzüyle, inançsız görüntüsü ve çirkin sesiyle uçak konusunu matah birşeymiş gibi sunan başvezirin sözlerine kim değer verecek bilmesem de aldatılmışlığımızın sürüp gitmesine, alenen aptal yerine konmamıza bir kez daha üzüldüm.
Yazımın başlığındaki “Çelik Kadife“den amacım da gücün dengeli kullanılmasına dikkat çekmek. Yirmisekiz yıl önceydi. Yirmidokuz yıl yaşadığım(ız) Tepecik’ten Karşıyaka’ya taşınmıştık. Binyediyüz dört sokaktaki evimiz parkın karşısında ve bay-bayan Pariente’lere komşu sevimli bir apartman dairesiydi. Karşı komşumuz Mevhibe hanım görmüş geçirmiş bir hanımefendiydi. Rahmetli babam ve üç oğlumla ben evde beş erkek bir Nezuş’tuk. Kerem ilk okula başlama yaşında yaramaz denmeyecek ama ele avuca sığmayacak bir çocuktu. Ödül ve ceza bazen sabırsızlıklarımızla karışıyordu. Küçük bir olay karşısında tepkilerimiz aslında kendi iç dünyamızdaki sıkıntıların yansıması oluyordu. Komşumuzun bir sözü vardı: “Çocuk eğitiminde elleriniz ya da eylemleriniz kadife kadar yumuşak, çelik kadar sert olacak” diyordu. Anlamak zordu; uygulamak ise daha bir zordu. Sözün özü esneklik ve kararlılıktı. Sanki bir paradoksu yönetmekti. Ben hep evden uzaktaydım. Babam hastaydı. Olanaklarımız kısıtlıydı. Yumuşaklık ve sertlik; batının günahları ve doğunun tutkuları; kadife ve çelik, vb gelgitlerimiz içinde bunalırken “Dehanızı Keşfedin” kitabının sayfalarında I.Elizabeth ile tanıştım. Daha sonra dvd filmini kaydını bulup paylaştım. Bundan önce adı geçen kitabın yazarı Prof. Gelb’in kişisel öyküsü olduğuna inandığım kısa bir yaşanmışlığı aktarayım:
“…Annemle babam geçenlerde ellinci evlilik yıl dönümünü kutladılar (MC:Bizim de bu yıl). Neşe ve sevgi dolu, harika bir kutlama oldu. Ama bugünlere gelene kadar, annemle babam evlilik hayatlarını şiddetle sarsan birtakım zorluklara karşı göğüs gerdiler. Annem babamla evlendikten sonra iki küçük kardeşimle beni yetiştirmek için yüksekokulu bırakmıştı. Babam çalışırken o da evi çekip çeviriyor ve müthiş İtalyan yemekleri pişiriyordu. İkisi de ilişkideki ve toplumdaki rollerini belirleyen geleneksel birtakım inançlara uygun hareket ediyorlardı. Derken tarihin en büyük toplumsal devrimlerinden biri o geleneksel inançları bir çırpıda tersyüz etti: kadınlara tanınan eşit hak ve fırsatların giderek artan bir hızla benimsenmesi. Annem okula geri döndü. Önce lisans sonra yüksek lisans diploması aldı ve bir klinikte psikolog olarak çalışmaya başladı. Babamsa yemek pişirmeyi öğrendi. Bu durum ailemiz için tam bir şok olmuştu, ama neyseki herkes duruma uyum sağladı…”
Prof.Gelb bu öykünün devamında seçtiği 10 dahiden biri olan I.Elizabeth’i anlattığı bölüme (S:150-179) geçiş yapıyor. Bundan önce şu 10 dahinin isimlerine ve hangi mesaj için kitaba alındıklarına birer cümle ile değinirsem beşinci sırada yer alan I.Elizabeth’in ana mesajını da vermiş olurum:
1.Platon: Bilgelik seviyenizi derinleştirin.
2.Brunelleschi: Perspektifinizi genişletin.
3.Kolomb: Dikey gidin: İyimserliğinizi, hayal gücünüzü ve cesaretinizi güçlendirin.
4.Kopernik: Dünya görüşünüzde devrim yapın.
5.I.Elizabeth: Gücünüzü dengeli ve etkin olarak kullanın (MC: Çelik gibi sert kadife eldiven)
6.Shakespeare: Duygusal zekanızı geliştirin.
7.Jefferson: Mutluluğu arayın ve özgürlüğünüzü yüceltin.
8.Darwin: Gözlem gücünüzü geliştirin ve açık fikirli olun.
9.Gandhi: Ruhun, aklın ve bedenin uyumunu sağlamak için manevi deha ilkelerini uygulayın.
10.Einstein: Hayal gücünüzün dizginlerini salıverin.
Şimdi yazımı sonlandırmak için girişte kırmızılayarak aldığım (Mart 2002 Bütün Dünya) bir diğer Tanrı öyküsünü tamamlayayım:
“…Küçük bir çocuk Tanrı’yla tanışmak istedi. Oysa, Tanrı’nın bulunduğu yerin çok uzaklarda olduğunu biliyordu. Buna karşın bu yolculuğu yapmaya karar verdi. Çantasına bir paket çukulata ile bir kutu meyve suyu koydu ve yola koyuldu. Evinden beş sokak öteye gittiğinde, yol kenarındaki parkta bir kanepeye oturmuş, güvercinleri seyreden yaşlı bir kadın gördü. Kadının yanına oturdu. Çantasını açtı ve tam meyve suyunu çıkarıp içeceği sırada, yaşlı kadının karnının aç olduğunun farkına vardı. Hemen çukulatayı çıkardı ve ona uzattı. Kadın çocuğa gülümsedi ve çukulatayı aldı. Onun bu gülümsemesi o denli içten ve sıcaktı ki çocuk o gülümsemeyi bir kez daha görebilmek için meyve suyunu da çıkardı, onu da verdi kadına. Kadın tekrar gülümsedi ve tek sözcük söylememesine karşın, yüzündeki ifadeyle mutluluğunu belirtti. Karanlık çökmeye başlamıştı. Çocuk çok yorgun olduğunu duyumsayıp, oturduğu yerden kalktı, birkaç adım attıktan sonra dönerek kadına koştu, sımsıkı sarıldı ona. Yaşlı kadın da kollarını onun boynuna doladı, sımsıkı sarıldığı çocuğu bir süre kendine çekti, içini ısıttı çocuğun.
Eve döndüğünde çocuğun yüzü ışıl ışıldı. Annesi onun ışıldıyan yüzünü görünce merakla sordu: “Söyle bakalım” dedi. “Seni bu denli mutlu edecek ne yaptın bugün ?“. Çocuk “Tanrı ile öğlen yemeği yedim” dedi annesine ve onun birşey söylemesini beklemeden ekledi “Biliyor musun anne” dedi “Yaşamımda gördüğüm en güzel gülümseyişe sahipti” .
Aynı saatlerde yaşlı kadın da mutlu bir biçimde evine girdi. Annesinin yüzündeki huzur dolu ifadeyi gören oğlu şaşırdı “Çok mutlu görünüyorsun anne” dedi “Bana da söyler misin ne oldu ?” Kadın “Parkta Tanrı ile çukulata yedim” diye yanıtladı oğlunu. Ve onun hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın ekledi “Düşündüğümden de çok gençmiş meğer “…”
Bu ikinci öykü neden bu araya yerleşti ?
Şimdi yanıtı buldum. Cuma günü İzmir’e gittik. Tüm Copcular (C13N) olarak Ocakbaşında güzel bir akşam yemeği yedik. Allah bağışlasın ailemle (eşim, oğullarım, kızlarım ve torunlarım) yediğim yemek küçük çocuğun öyküsündeki Tanrı ile yemek gibiydi. Keyifliydi. Huzurluydu. Neşeliydi. Yunt dağında kanatlar hâla kilitliyse de, hakedilmemiş cezaların üstüne sözde memur hatasıyla sinirleri bozan bir uygulamayı düzeltmek ayrı bir dert olmuşsa da, Pakistan’ın zor koşullarında çalışmak yorsa da, Kordona taşınan Mest kişisel gayretlerle yorgunlukları arttırsa da yüzlerdeki gülümseme hiç eksilmedi ve ABİDE’mizin Aslıhan’ı yirmiüçüncü yaşından gün alırken hep birlikte olmak ve en gencimiz Duru’yla morallerimizin yükselişi ülkesel kaosun içinde bulunmaz nimetlere sahip olduğumuzu gösteriyordu. Bu görüntülere ait kısa bir film montajlayıp eklemeye çalışacağım.Bu nedenle Tanrı ile yenen nice yemeklerin verdiği hazzın benzerleri bizi en zor koşullarda bile hep aydınlık yollarda tutuyor. Şükürlerimiz, şükranlarımız sonsuz. Oluşumunda ise ellerimizdeki “Çelik Kadar Sert Kadife Eldiven” leri doğru kullanabilmek becerisi, sabrı ve inancı. Daha ne ister insan !
Hepinizin yolları aydınlık olsun.
Öykücü