“…Bir kırlangıç, bir adama aşık oldu. Ve adamın penceresinin önüne konup ona “Ben seni çok seviyorum, lütfen pencereyi açıp beni içeriye al da birlikte yaşayalım” dedi. Adam “Olmaz alamam…Sen bir kuşsun ve bir kuş bir adama aşık olamaz” diye yanıt verdi. Kırlangıç bir süre sonra tekrar geldi ve “Lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canın da sıkılmaz birlikte yaşar gideriz…“dedi. Adam onu yine geri çevirdi. Zaman geçti ve sonbahar geldi. Kırlangıç üçüncü ve son kez pencerenin önüne konup adama tekrar şöyle dedi:” Lütfen beni içeri al…Artık soğuklar da başladı, dışarda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yaşayabilirim yalnızca…Beni içeri almazsan sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri al da burada kalayım. Birlikte yemek yer, omuzuna konar, seni neşelendirir, sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın…” Adam “Git derhal başımdan. Ben yalnız kalırım” dedi ve kuşu kovdu. Kırlangıç da bu yanıt üzerine üzüntülü bir biçimde uçtu ve uzaklara gitti…”
Merhaba
Biliyorum ki; nereden çıktı bu öykü ? diye düşünmeseniz ama ben yine de açıklayayım. Önceki yazılarımla ve dünkü yazımın devamı olsun için bir bağıntıyı açıklamaya çalışayım. Bu öykünün kaynağı yine “Bütün Dünya” nın Ocak 2001 sayısıdır. Yazılarıma dikkatle bakıldığında 2001 yılının hem önceki yılın ardılı olarak CINOS’un üçüncü evresine resmen girilmesi açısından önemli; hem de yeni yapılanmanın başlangıcı, öncülü olarak yeni sıkıntılara gebe olmasının kritikliği açısından dikkate değer olduğu anlaşılmaktadır. Sinyalleri tam okuyamayan ve Boğazın serin sularına bakarak Malabadi Köprüsünden geçmeye çalışanların pazardan uzak artistokratik bakışları yüzünden yitirilen çok önemli bir zaman dilimi olduğu çok geçmeden, yılın ortası aşılırken anlaşılacaktır.
“Gökkuşağı“nda dillendirdiğim ve filmin ilk karelerinde gösterdiğim gibi 2001 yılının öncülünde ülkemin her tarafında “devşirme güçler”le varlık göstermeye çalışırken asıl amacım çalışanların ve özellikle vitrinde yerleri net olmayan “Proje Grubu”nun “nol’cek halimiz ?” diye düşünmesine fırsat vermeden çırpınmalarını sağlamaktı. Gerçekten de çırpındılar ve hepsi kurbağa gibi yüzeyde kalmaya, sistem içinde var olmaya devam ettiler. İşte bu çırpınışlarla ülkesel krizin yakıcı etkileri ve iletişimi bozan korkuları içinde 23.01.2001 gecesi Esenboğa’da büfeden alıp İzmir uçağımı beklerken soluksuz okuduğum Bütün Dünya’nın Ocak 2001 sayısının 50nci sayfasındaki bu öyküyü aynı yılın “motivasyon toplantısında (13.04.2001)” COPCU sözcüğünü akrostişleyerek kullanacağımı bilemezdim. Kullandım. Hem de herkesi öyle zorlayarak kullandım ki baş otorite umutsuzluğun kıskacında dönüşe geçmiş olan tüm grubu salonda yeniden toplamaya razı oldu. Grup homurdansa da COPCU’nun her harfine birer öykü sığdırıp aşağıdaki akrostişle mesajımı vermeye çalıştım. Alabildiler mi ? Sanmıyorum. Benimkisi mastürbasyondan öteye geçmemiş olsa da hem mesaj üst yönetime gittiği ve hem de ben damdaki kedi yavrusunun seks anlayışı gibi mutlu mesut geri döndüğüm için huzurluydum. En azından şimdi, şu ana bu anıları öyküleştirme fırsatı yaratıp kullanmıştım. Üstelik R.Bach‘ın Martı‘da dediği gibi “sınayarak gücümün sınırını öğrenmiş” de olmuştum. Bu da bence değer.
Gelelim COPCU’nun akrostişli görüntüsüne ve beş ana mesajıma:
1.COPCU’nun ilk “C” si: “Creativity” / Yaratıcılık: Birkaç yıl sonra farkı ve hatayı anlayacaktım ve Silikon Vadisinde yaratıcı olma gayretinin etkisizliğinden sıyrılıp “Inovasyon / Yenilikçilik” yapısında işleri doğru yapmaya ek olarak “doğru işleri yapmak” arayışında daha gerçekçi olacaktım. Ondört yıl önce sadece benim için kurulan ve program dışı olan sahneye çıktığımda bu sözcük için “dağı delen karınca öyküsü“nü anlatmıştım. Mesajım ise hedefinizi çizin, hedefinizi kurumsal hedefle bütünleştirin ve niyet ve zihniyetinizi yansıtın. Hissettirin. Sonuç alamazsanız bile gayretleriniz takdir bulacaktır. Emekleriniz boşa gitmeyecektir. En azından “mış gibi bile olsa” bu kritik süreçte dikkatli olunuz.
2.COPCU’nun “O” su: “Opportunity” / Fırsat : Kriz ve kaos bir fırsat; kendini göstermek için fırsat; hata yapmaktan korkmamak için bir fırsat; katkıları maksimize edebilmek için bir fırsat. Çünkü başarı çıtası yerlerde sürünüyor. Yapacağınız her katkı dikkat çekecektir ve fırsat gözünüzün önündedir. Fırsat cama konan kırlangıçtır. Onu geri çevirmeyiniz. Heyhat. Bir kulaklarından bile girmedi. “Gökkuşağı”nda değindiğim gibi bütünleşmek ve ayaklarına gelen fırsatı “Lead Team” düşüncesiyle değerlendirmek yerine pencereyi kapatıp perdeyi bile çektiler kırlangıcı görmemek için.
3.COPCU’nun “P” si: “Performance” / Sonuç yaratmak, verimli olmak: Yıllardır SSTC Öğrenme Yolcuklarında ilk mesaj olarak hem üreticilere (çalışanlar), hem yöneticilere, hem liderlere ve lider yöneticilere ilk mesajım “sadece ölçülebilen değerler gelişir; ölçebilirseniz yönetebilirsiniz” olur ve bu nedenle de SMART‘a göre hedef çizerken ikinci harf olan “Measurable / Ölçülebilir” liğe vurgu yaparım. Bunu daha iyi anlatabilmek için Ulaş Bıçakcı’nın o günlerdeki köşe yazısından alıntı “Spartaküs Sendromu” nu “Gölge Etkisi / Hale Etkisi“nden sakınmaları için sonuna kadar gitmelerini dillendirdim. Mesajım bugün başarı formülümde “2P” olarak yer alan “Sabır ve Sebat” ve bunların bileşkesi olan “Tutku” ya vurgu yapmaktı; dikkat çekmekti. Ki bunu üç yıl sonra Mısır’daki sunumumda “BeE/Be Effective” olarak görselleştirecektim. Ancak sözcükleri tam olarak kullanacağım için ve de başta İstanbul ekibi olmak üzere tüm hanımlara ters gelebileceği, rahatsızlık yaratması olası olduğu için “beni bağışlar mısınız ?” diye bir isteğim oldu. Duymazdan geldiğim ilk tepkilerden birisi de “ne söyleyeceğini bilmeden seni nasıl bağışlayalım ki ?” sözlerini haklı bulmadığımı söyleyemem.
4.COPCU’nun ikinci “C” si :”Competence / Yetkinlik” idi ve henüz 2005 yılında emekli olduktan sonra CINOS’un üçüncü evresinde daha dört sene yer alacağımın ve bu süredeki görevimin de “CDM / Competence Development Manager” olacağının hiçbir sinyalinin olmadığı taş devrini yaşadığımızı düşünürsek bu ne tesadüftür böyle diye dü1şünüyorum şimdi. Bunun için de Konyalı Mehmet’in gerçek öyküsünü anlattım ve sonuç odaklı olmalarını, bu kritik süreçte mutlaka sonuç yaratmalarını istedim. Bu nedenle “Ankara’nın nerede olduğunu bilmek yerine Ankara’ya gidebilmeyi” öne çektim. İşe yaradı mı ? Heyhat. Adana’da oturan iki subay Urfa’dan gelen çiftçi şikayetine gitmediler; gerek görmediler; rahatlık zonundan çıkmadılar. Sonuç ? Sepeti koluna herkes kendi yoluna. Gerçi ayrılanlar kalanlardan daha mutlu oldular. Çünkü CINOS bir okuldu ve öğrendiklerini kendi işlerinde uyguladıklarında diğerlerine göre daha başarılı oldular. Buna rağmen eski dostların düşmanlıklarını anlamakta her zaman güçlük çekmişimdir. Neden ?
5.COPCU‘nun son “U” su : “Uniqness / Özgünlük”: İşte burada anlatmayı çok istediğim ve kendimi zor frenlediğim fıkra Amasyalı Mehmet’in Stilidir. Grup bu fıkrayı kesin kabul edemezdi. Beni afaroz ederlerdi. Zaten zaman zaman fıkralarımdan dolayı”dirty mind” sözlerine muhatap kaldığımı düşünürsem bu fıkrayı bir başka bahara saklamalıydım. Öyle de yaptım. Bu fıkranın ana mesajı, sizi siz yapan, özgünlüğünüzü yansıtan ve herkesten daha iyi yaptığınız bir şeye sahip olduğunuz kesin olan niteliklerinizin farkına varın, etkinleştirin, kullanın ve bir iz bırakın idi. Bunu daha sonra Başarı Formülümün çıktısı olan “10S” in ilk iki “S” i olan “Self Style” olarak işleyecektim.
Şimdi yazımı Kırlangıç öyküsünün devamıyla bitireyim. Bu toplantıdan iki yıl sonra yeni ekibin derleyip topladığı grupla ve hem yönü belirleyip, hem üst sınırı oluşturup yaratıcı enerjiyi açığa çıkaran bütünleşmeyle “be old, be young, just be effective” düşüncesiyle krizi atlattıktan sonra yine Antalya’da yaptığı yıllık toplantıdan sonra “komik film” olarak hazırlanan görselden bana ait olan kareleri cımbızlayarak bir film yapıp yazıma ekleyeyim. Böylece 2001 yılının iki yıl sonrasının öncülü olarak benim gözümden nasıl göründüğü paylaşmış oldum. Bir anlam taşıyacak mı ? O günlerin aktörleri okuyup bunlara karşıt ya da koşut birşeyler söylecekler mi ? Sanmasam da yapsalar ne güzel olurdu. Böylece bankonun her iki tarafında olanlar bundan bütünleşik bir ders çıkarır ve empati yapmak ya da yapmamak adına öğrenme yolculuklarına katkıları olurdu. Benimkisi boş bir hayal olsa gerek. Varsın olsun; ne fark eder ki !
“…Kırlangıç da bu yanıt üzerine üzüntülü bir biçimde uçtu ve uzaklara gitti. Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmeye başladı “Ben ne kadar aptal, ne akılsız bir adamım, neden kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim ? Ne güzel birlikte kalırdık” dedi kendi kendine ve kırlangıcı sıcak ülkelere gönderdiği için çok pişman oldu. Adam pişman olmuştu ama iş işten geçmişti. Sonunda kendi kendine “Nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir ben de onu içeri alırım, birlikte mutlu bir yaşam süreriz” dedi. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başladı. Yazın gelmesiyle kırlangıçlar da gelmeye başlamaıştı. Ama onun kırlangıcı gelmemişti. Adam yazın sonuna dek hiç penceresini kapatmadan pencerinin başında bekledi ama boşuna. Kırlangıç yoktu. Gelen kırlangıçlara sordu ama onun kırlangıcını gören olmamıştı.
Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitti. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişinin verdiği yanıt çok kısa olmuştu: “Kırlangıçların ömrü 6 aydır“…”
Yaşamda kimi fırsatlar vardır; bir kez ele geçer ve değerlendiremezseniz uçup gider. Yaşamda kimi insanlar vardı, bir kez karşına çıkar ve fark edemezsen, değerini bilemezsen uçup gider… Ve asla geri gelmezler. Dikkatli olun…Ve bir düşünün …Acaba kaç kırlangıcı kovaladınız pencerenizden bugüne kadar ?
Son birkaç yazımın ortak çerçevesine bakınca (CINOS’un üç evresinde kriz ve kaos ortamlarında yaptıklarım, gördüklerim ve uyardıklarım) Nisan 1985 in son Perşembe sabahı “Tohum Patolojisi Labortauvarı”ndaki odama elinde bond çanta ve araba anahtarı ile gelen Alev’i görmezden gelseydim, CINOS’lu olmaz, CINOS’u tanımazdım. Bu yazımda söz ettiğim 2001 yılının kritik ve o kadar da geleceği şekillendiren koşullarına filmde ajandamdaki notlarla değindim. Görüntülerden kimi pasajlarla mesajlara dikkat çekicek olursam;
* İlk sözüm anıların tehlikesine dikkat çekmektir. Sanırım Maurice Chevailer’e ait bir sözdü (umarım uydurmamışımdır) : “Anılar konservelere benzerler; tatlandırıldıkları için tehlikeli olabilirler“. Buna rağmen aktarmayı (dikkatli olmaya çalışarak) sürdürüyorum.
* 2001 yılının öncülü olan 2000 yılında adı duyurulan ne olacağı belirsiz CINOS’un Syn döneminin baskısı altında ve maskelenmiş kimi spekülasyonlarla geçen sıkıntılı bir yıldı. Buna ait yıllık raporumu yorumlarımla beraber 2001 ajandamın ilk sayfasına yapıştırmışım ve
* 2000 yılının devreden, yol gösteren ana mesajı olarak da : “Herkesin kafasında soru işaretleri var ve pazarda daha etkili çalışmalar yapabilmeyi nasıl yöneteceğimiz meçhul… Yine de ilk adımlar sorun olmadığını daha yüksekteyi çıtau aşmak için daha çok fırsatın olduğu görülüyor. Bunun için önemli olan bölümlerin kendi sorumluluklarının ve birbirlerini destekleyecek çalışmaların sınırlarını, tanımlarını tam yapabilmek gerek” benzeri bir yorumla topu oniki aylık 2000 den yeni başlayan 2001 e atmışım. Bu nedenle 13 Nisanda zorlayarak çıktığım sahnede “fırsatlar” konusuna vurgu yapmak için bu yazımdaki Kırlangıç öyküsünü anlatıyor olacaktım. O fıkranın orjinal anlatımında şöyle bir alt başlık yer alıyor ki belki de 2001 de yaşadığımız temel iletişimsizlik sorununun aslı astarı da budur: “Dilini anlamadığımız bir dostun öyküsü”. Birbirimizin dilini anlamadığımız gibi 13ncü Şövalye filminin ana mesajı olan “dinleyerek öğrenmeye de hevesimiz yoktu“.
* Şubat ayının sonlarına doğru (22.02.2001) ajandamdaki notlardan dikkatimi çeken : “…Soyutta yaşanan genel; somutta kronikleşen özel sorunları çözmek, çözerken beklentilere yanıt üretebilmek için arayışlar sırasında gerilen sinirler ve necefli maşrapa görüntüleri…” Demek istediğim kapanan gözler ve kabul kapılarıyla sağırlaşan kulaklar… Aynı anda USD 690.000TL dan 1.150.000TL a çıkınca benim defter notlarım fanteziden öteye pek fazla anlam taşımaz oldular. Ülkesel kriz bizim kurumsal kaosumuzu katmerleştirdi ve kapalı kapılar ardında yeni yapılanma başladı. Ben hâla notlarımı sürdürüryorum.
* Mart ayının başında notlarımın özeti “...Yetmeyen inanç; çöküşteki motivasyon; satışın bahaneleri; yukarıdaki çok başlılık; TA gibi yaklaşım gerek; bunlar doğum sancıları; umut ve umutsuzlukla çırpındıkça derinleşen çukur; bu terazi bu sikleti çekmez…” ve
* Nisan ayında “...Hadi gel boyalı top oynayalım; birleşmiş milletler gibi birleşelim; rafting yapalım…” la geçen üç gün sonrasında eve dönmek üzereyken 13 Nisan 2001 günü DOD1 / DD2 için toplantıya çağırmama ait sayfadaki notlarım bu yazımın tümüne ait.
* Bi b..ka yaramayan onca masraftan sonraki sessizlik sürecinin ardından 15 Ağustosta geri gelen TA ve bana tek sözü “Yollarda telef olmanı istemiyorum”. Böylece filmdeki 2003 yılın görüntülerinin öncülü olarak 2001 in sonları ve 2002 de değişen paradigmalarımız. Ağustos 2001 in ortalarında defterimde film isimleri ve ortak mesajı var ki o da tek kelimeyle “Dinlemek”. Bakalım otorite beni, bizi gerçekten dinleyecek mi ?
* 12 Eylül ve 15 Ekimde yinelenen toplantılara ait notlarımda: “…TA’la değişen ortam, sözcük ve uslup; sınırsız coşku ve heyecan; bazen yükselen tansiyon; Grup hâla çok çekimser; yarınlara dair tam oluşmayan güven; MC moderatör ve çerçevesi “adil süreç” ve özel bir not bende babasını buluyor acep ?”
* Ve Aralık sonu 23 yıllık otoritenin veda mektubu: “…Zaman durmuyor, başlayan hiçbir olay da sonsuza dek sürmüyor, koşmak zorundayız...” ve azıcık hüzün ve burukluk, bir tutam sitemle eklenen şiir:
Gönül isterdi ki kitap kalsın şirazesinde / Herşey ölçülü olsun, herşey endazesinde / N’ola ki zarf halel görse, mazrufu yerinde.
Ebedi nefis sadece konaklar bedende / Baki kubbede çınlasın sevdalı bir seda / Kucaklıyorum sizleri dostlarım elveda.
CINOS’un üç evresinde de (1985-2001) beraber oldum. Her zaman beyefendi her zaman ciddi tam bir Avrupai (hatta Amerikanvari) tutum içindeydi. Onu hiç bu kadar duygusal gör(e)memiştim. Yolu hep aydınlık olsun; sağlık ve esenlik dileklerimle.
Peki hep geçmişten mi söz edeceğiz ? Dünden bugüne mesajlarımız ne olacak ? Yanıt COPCU’nun beş kavramında ve dünden öğrendiklerime göre;
* Etkili olmak için; ikna etmek için; sonucu değiştirmek ve geleceği şekillendirmek için;
* Inovatif olamıyorsan imivatör olmak (taklide değer katabilmek) için “C/Creativity” tiyi hep gündeminde tut ki
* Pencerene bir kere gelecek ya da kapıyı hafifçe tıklatacak olan “O/Opportunity” fırsatların farkına var ve
* “P / Performance” nı hep yükselttiği çıtaya göre sonuna kadar giderek verimli kılarak;
* “C / Competence” ni (yetkinliğini) sürekli iyileştirme adına kaizenvari öğrenmelerle geliştir; geliştir ta ki,
* “U / Uniqness” kendi özgün stilinin yaptığın işte, söylediğin sözde izi kalsın ve herkes “buradan… geçti” desinler. İstersen terzi ol ama dünyanın en iyi terzisi olmaya bak; istersen çöpcü ol ema temizlediğin sokaklarda adın ve izin kalsın.
Sözün özü; herşey senin ellerinde; hiç bir emek boşa gitmeyecektir. Emekle yoğrulan, akılla beslenen, yürekle süslenen eylemlerin hep aydınlık yollarda, hep yüzleri güldürsün ve yolunuz açık olsun.
Öykücü
NOT: Şiraze sözcüğünü açıklamak istiyorum. Burada kibarca ve fakat bir o kadar da ağır bir eleştiri vardır ki bu da halef-selef arasındaki yakın geçmişin ilişkilerindeki gerginlikleri yansıtmaktadır. Her neyse. Onları karıştırmayayım:
“…Bir kişinin ya da fikrin yanlış noktaları temel almasından ötürü, çıkarımlarının da yanlış olacağını belirten deyim.
Halk arasında genellikle, “dengesini yitirmiş”, “kontrolünü kaybetmiş” anlamında kullanılır ve bu anlam pek doğru olmamakla birlikte, bir yakıştırmadır.
Şiraze, ciltçilikte, sayfaları birbirlerine yapıştırmak için kullanılan kumaş, kağıt ya da tülbent parçasıdır. eğer şiraze düzgün olmazsa sayfaların düzgün olması mümkün değildir. bunlar birbirine yapışır ama sayfalar ve dolayısıyla ciltlediğiniz her neyse, o artık sarmal çıkılan bir merdiven gibi yamulma eğilimi gösterecektir.
Bu bakımdan,” şirazesi kaymış”, “dengesiz” olarak düşünülen kişilere de söylenir, bu bir yakıştırmadır, doğrudur; ama …”