“…Çocuğun yaş günü kutlanıyormuş. Pasta gelmiş. Çocuk pastayı kesip herkesten önce kendisini bir parça yemiş. Bir süre sonra çocuk ağlamaya başkamış. Annesi şaşkınlıkla “Neden ağlıyorsun ?” diye sormuş. Çocuk “Pastamdan yemedim” demiş. Annesinin şaşkınlığı daha da artmış ve “Yedin ya !” deyince, çocuk sakin bir şekilde “Yediğimi hissetmedim ki…!” demiş…”
Merhaba
Her halde buna “carpe diem” diyorlar; “anı yaşamak” ya da denebilir dolaylı, dolambaçlı yollarda açıklamalarla süsleyerek. Anahtar sözük “hissetmek“. Bugün hava yine yirmi dereceyi aşan sıcaklık ve yaz güneşi parlaklığıyla yazdan kalma birgündü. Günlerden de salı olunca birkaç zamandır aklımıza düşmüş olan Tire-Ödemiş-Birgi üçlüsüne uzanıverdik. Tire’nin pazarında kendimizi kaybettik ve elimiz kolumuz zerzavat ile doldu. Kol ağrısına rağmen zerzevatlar yanında Tire’li zevatlar geçti aklımdan.
Otuz sene önceye dayanan bir anı kümesi çöreklenirverdi zihnimin kıvrımlarına. Onaltı yıllık kamu-araştırıcılık görevinden sonra kendimi birden bire özel sektörün acımasız öğrenme-uygulama-değerlendirme sürecinin beklemeyi bilmeyen “carpe diem” benzeri zaman kıskacında buluverdim. Yol göstericimin çizdiği hedefe göre yola çıktığımda nefeslenme istasyonlarındaki müşterilerimin hemen hepsi benden fersah fersah ilerdeydeliler oyunun push’luk (yükleme, itme) adımlarında. Otuz yıl önce tütün Tire’de bile stratejik bir üründü. Benim katıldığım CINOS’un ilk evresinde şirketim pamuk ağırlıklı çözümlere sahipti. Tütüne girmek istiyordu. Ancak Alman rakibi çoktan yer alıp başı çektiği bu pazarın ürünlerini belirlemişti. Çiftçiler Almanın en popüler ilacıyla isterlerse tütünde yaprak bitini kontrol ediyorlar; isterlerse içip intihar ediyorlardı. Biz ise zayıf halkanın yarattığı “seemingly negative” duygularla çaresizliği hissediyorduk. Sahranın çözüm arayış çırpınışları merkezden ötedeydi. Merkez pamukla oylanırken portföydeki bu eksikliğin satışçının pushluğunda yarattığı ezikliği hissetmiyordu. Henüz adı konmamış (sanırım 106630 kodluydu) bir pamuk ilacını tütünde zorlamak için tarla arıyordum (1986 Haziranı gibi). Tire’ye geldim. Günlerden salıydı; Tire’nin pazarıydı. Sınıf arkadaşım Şahabettin elim bir trafik kazası sonunda vefat etmişti. İki bayi tanırdım (AA ve SK). Bugün Tire esnafına sordum; ikisi de hâla aynı işlerini sürdürüyorlarmış. Helal olsun. Bu uzun süreli kalıcılık bu sektörde pek fazla bulunmaz ve tek kelimeyle dürüstlüğün sonucudur.
Sevgili SK ın dükkanına geldim. Selam sabahtan sonra amacımı anlattım. Bu arada gelen giden müşteri de çok; onları da izliyorum. Çiftçinin aynen şöyle bir talebi oldu: “S… benim tütünler sararmıyor; ne kullanayım ?”. SK raftan Mor…ilacını alıp verdi ve kullanımı da yazıverdi. Çiftçi sorusunu şöyle sürdürdü: “S… bu iyi sarartır mı ?”. S… gayet sakin bir şekilde “Sen iyi sararsın mı istiyorsun ? Öyleyse içine şundan da kat “dedi ve bir şişe de Rub…verdi. Bu kısa diyalog benin SSTC Öğrenme / Ustalık Yolculuğu dediğim dört günlük beraberliğin temel öğretilerinden birinin en somut olgusudur. Aslında her iki ilaç da Tütünde Külleme hastalığına karşı resmen tavsiye edilen ilaçlardır. Ancak tütün neden sararmayıp da kararıyor (kahverengi oluyor) ? sorusunun gerçek yanıtı “Külleme hastalığından değildir”... Gerçek yanıt, tütünün otuz yıl önce rağbet gören (talep gören, istenen) ve tarımda geri kalmışlığımızın süregelmesinin doğal yansımasıdır. Henüz katma değerli ürünlere geçemediğimiz için geri kalmış ülkelerin (!) en başta gelen ürünleri olan buğday, pamuk, tütün en ileri bölge olan Ege’de bile baş rollerdeydi. Tütündeki bu talebe kalite ile değil de kantite ile erişmeye çalışan akıllı (!) çiftçiler de tütünü kır ve kırtaban gibi fakir topraklı tarlalardan tabana, ovaya indirdiler. Böylece dönümden (Tire ve ödemiş’te dönüm hesabı farklıdır. Bu nedenle biz buna dekar=1000m2 diyelim daha iyi) 75 kg yerine 150 kg kuru tütün almaya başladı çiftçi. Ne var ki gübre kullanılan zengin topraklarda, bir de sulanınca bizim Şark tip tütünler de adeta Burley/Virgina gibi Amerikan tütününe döndü. Lahana gibi yaprakları oldu. Bunun sonunda da kuruduğunda renk altın sarısı gibi olmadı; kahverengileşti. Hani Harlem’deki Temel’in fıkrasında olduğunun( “rengi tuttu da boyu tutmadı”) tam tersi bir duruma çare aramaya başladı. Ciddi, güvenilir aracılarla en azından resmen tütünde tavsiyede olan bu iki ilaçla (Mor… ve Rub…) külleme olmasa da külleme mücadelesine yöneldiler ve çiftçinin kendini biraz daha rahat hissetmesini sağlamaya çalıştılar. Dürüst ve akıllı olmayanların neler neler verdiklerini (ot ilacı dahil) düşünmek bile akla ziyan… İşte buradaki “hissetmek” sözcüğünün SSTC nin sona doğru İngilizce tümcelerinden biri de aynen şöyledir: “Let customer buy in his reason / bırak müşteri kendi nedenlerinden dolayı satın alsın”. Adam keyif için ikinci bir traktör alır mı ? hem de yüz dönümcük tarlası için…
Onsekiz yıl önce global birleşmenin ayıklanma sürecinde “sepeti koluna herkes yoluna” deyip CINOS’un orta evresinde NO’laşmadan ayrılır giderdim diye düşünürken (yiyecek ekmeğimiz varmış ki ikinci birleşmeyi bile yaşayıp daha 12 yıl devam ettim; hatta altmışı aşan yaşlarda kariye basamaklarını beklentimi aşan hızla tırmanarak…Ne günlerdi) Adana’ya uzanırverdim Mayıs 1997 de. Otelden dışarı çıktım kırmızı tulumla. Buğday çeşitlerine ait tarla gününe katılacaktım. Yola boydan boya bir bez afiş asmışlar. Aynen şöyle yazmışlar: “Gör, görün, hissettir; kazaları pes ettir“. Trafik haftasıymış. Buradaki anahtar sözcük “Hissettirmek” idi. Pastasını yediğini hissetmediği için ağlayan çocuk misali ne yaşanmışlıklarımız vardır kimbilir yaşadığımı hissetmediğimiz.
Bu düşüncelerimin çerçevesinde neden yazımın başlığı “Amcaoğlu Sam” ?
Son iki yıldır ikisinin yazışmalarının inbox’ıma yansıyanları bir word dosyasında topladım. Toplam üçyüz sayfayı aştı. Sakin bir Çeşme-Çatı yaşamı yakalasam mesajlarını derleyip bir kitap haline getirebilirim. “Amcaoğlu Sam” aslında iki sınıf arkadaşım. Benim gibi yetmişe varmış olan bu dostlarımın ikisinin de sağlıkları için dualarım ilk dudaklarıma dökülen sözcükler. Amcaoğlu’m mesleki yaşamında benim gibi doktora sahibi ve görevinin ağırlıklı bölümü Antalya seralarında sağlık koruma tedbirlerine yaşam vermekle geçti. Eleğine duvara asınca (ki asmadan da) kendini düşün işlerine verdi ve derinlere daldı. Sağlığını bile tehdit eden her koşulda sabrı ve sukuneti elden bırakmadan Sam kardeşimizin karşıt görüşlerine sabırla göğüs gerip inancının gücüyle diyalogunu etkinlikle sürdürmektedir Amcaoğlumuz. Sam kardeşimiz ise ziraat mühendisi olduktan sonra dört yıl kadar Türkiye’de çalıştıktan sonra kapağı Kanada’ya attı. Kırküç yıldan beri önce Kanada ve son on yıldır da Florida’da yaşamını sürdürmektedir. Son yazışmalarından bir kaç satırı copy/paste yapayım ve karşılıklı olarak “hissettiklerini” anlamaya çalışayım.
“…On 14.11.2015 23:53, sam kaya wrote: …Sen durumu daha guzel dile getirdin, Amcaoglu. Dogru, galip millet diye bir sey yok. Aslinda , savaslar olimpiyat oyunlari degil. Derin devletin mensuplari, hic bir zaman cephede mucadele etmezler. Zavalli, masum insanlari cephelerde biribirlerine yedirip, sermaye guclerine sermaye katip yeni taarruzlarina ganimet hazirlarlar. …Ne mutlu bize ki ancak bu yasta insanogullarinin, sahte siyaset oyunlariyla yonetildiklerini olmeden ogrenebildik. Hakikati yaymak yetisen yeni nesillerin gorevidir. …Cok seyler duydum, ogrendim , Amcaoglu , fakat ben buralarda alelade bir kimseyim. Benim bilgim kendime yetip artiyor, hayat mucadelemde. Yazdiklarini okuyorum. Gurur da duyuyorum okumaktan. Hepsi de insanin cevresine faydali olmasini oneren prensipler. Fakat senin de bildigin gibi, kadin milleti eskiden uzerine guzel bir entari giyerdi. Bu gun ise bu giyim decoration oldu. Eskiden, evlenip cocuk yetistirmek icin evlenilirdi. Simdi ise zevk ve sex icin evleniliyor. Hatta evllilik mefhumu bile kaybolmak uzere. Eskiden tahsilli kimseler bir ulema yani deha olarak saygi-sevgi gorurdu. O da kayboldu. Yeni nesiller zevk-sefa-sex icin okullara gidiyorlar. *Para* mefhumu herkesin gozunde en muhim problem oldu. Herkes bu gun kazandigini bu gun harcayip * felekten bir gun calma * hesabi icinde. Para mefhumunu , uzun vadeli yatirim yapmayi hic kimse anlamiyor. Cok sevip saydigim, Polonya*dan Montreal*e 1929*da benim gibi hicret etmis Mr. Kalmanovitch isminde bir yahudi vardi. Beni de bakkaliye calistirdigim devrede (1979-96) her zaman ziyaret ederdi. Ruhu sad olsun. 1992*de oldu. 45 sene Montreal*de yaz-kis kamyoneti ile seyyar manavlik yapmis. Iki kiz bir oglan uc cocuk yetistirmis. Ucu de universite mezunu ve su anda da hayatlarini gayet guzel kazaniyorlar. Keske her yahudi bu adam gibi olsa ! Kis aylarinda maddi sikinti cektigimde adam bana iki defa borc verdi (her seferinde $2,000.00). Bir senet vereyim, ne olur ne olmaz, olursem, marketten alirsin, dedim. *Luzumsuz* dedi. * Eger olursen, senin gibi caliskan bir kimse icin helal olsun * dedi. * Sen benim gencligimi hatirlatiyorsun bana * diye de ilave etti. Iste boyle insanlar ( musluman olsun olmasin ) her zaman obur dunyada cennetlik insanlardir. Selam ve sevgilerimle…”
ve Amcaoğlu’m Sam’a yanıt veriyor:
“… On Sunday, November 15, 2015 6:16 AM, İsmail U… wrote:
Değerli Kardeşim,
Her şeyi çok ayrıntılı bir şekilde anlatmışsın. Anlattıklarının bazılarını ben ilk defa öğreniyorum. Verdiğin bilgiler için teşekkür ederim. Bizlerin elbette hiç kimseye düşmanlığımız yoktur. Sen ve diğer değerli arkadaşlarımız gibi bu güçsüz de dahil bizler dünyaya rahmet nazarıyla bakan insanlarız. Elbette kimseye nefret ve düşmanlığıımız olamaz. Bizlerin düşmanlığımız tüm dünyayı bir ahtapot gibi saran zülme karşıdır. Tüm insanlığı köleleştirmeye çalışıyorlar. Zülme herkesin karşı çıkması gerekir. Bugün tüm dünyada senin de belirttiğin gibi tüm insanî değerlerimizi kemiren bir zulmet vardır…Elbette tüm Yahudi milletini bu şeytani topluluk içinde saymak doğru değildir. Onların içinde de Hz. Musa’nın kendilerine tebliğ ettiği İslam’ı yaşayan iman ehli insanlar vardır. Bunlarla ilgili olarak Allahü Tealâ:…”
…ve Sam devam ediyor Okyanusun öte yakasından
“…From: sam k… Sent: Sunday, November 15, 2015 4:34 PMTo: İsmail U….Cc: Mustafa COPCU Subject: Holocaust-denying ‘Nazi grandma’ gets 10 months in jail
Hangi degindigim konulari ilk defa benden duydugunu bir firsatta yazabilirsen memnum olurum. Zaten insanoglunun en buyuk dertlerinden birisi *ne*yi bilmediklerini bilmemeleri*dir. Key West*te 1999-2000 yillarinda buyuk bir eski binanin sahibi Gary ile (Universite mezunu ) her cumartesi-pazar , gunde en az 10 saat (saat ucreti $12.00) fizikman calisirdim ( boya, bahce bakimi, marangozluk, temizlik, izolasyon, klima temizlik ve tamiri, vs. ) Bu konularda bilgisi cok kez benden fazlaydi. Bu adam, haftada bes gunluk isi yaninda (ogretmen) her hafta sonu da kendi evi ve bu eski binanin tamirat ve bakim isleriyle hic durmadan calisirdi. Neyse, bir gun, boyacilik konusunda bana bilgi vermeye calisiyordu ve ogretmeyi de severdi. Ve bana : “Sam, when you don*t know, you ask me first before you proceed” dedi. Benim cevabim soyleydi : “Gary, if I knew what I don’t know, I would not be here today working for you ( no personal offense )”. Adam bu cevabim karsisinda ne diyecegini sasirdi. Iste o konusmadan sonra adam beni ailesi(evi) icine sokmaya basladi ve her cumartesi-pazar birlikte kahvalti yaptiktan sonra işe basladik. Bu adamla ben, benim bugunku hanimla tanisincaya kadar ( 5 sene ) her hafta sonu calistim, hic bir gun kacirmadan. Ve is yerine de ben her sabah 7.50am *de damlardim , 8.00am *de ise baslardik. Bu adam da isine her zaman dakkasinda hazirdir. Dusun ki bu adam universite mezunu, haftada bes gunluk isi yaninda hafta sonunda da hic durmadan fizikman calisir ve hala da ayni duzende calismaya devam eder ve eski binadan yan gelir temin eder (kira). Sen, en azindan Denizli ve Antalya taraflarini tanirsin. Kahvehaneler, sabahtan aksama kadar erkeklerle doludur. Koy kahvehaneleri de ayni degil midir ? Ailenin ev ve tarla-hayvan bakim angaryalarini hep kadinlar yapar. Ayni durum Mugla cevresinde de oyle. Bir kahvehaneye gidip de * Ey ahali, utanmiyor musunuz bu tembelliginizden, sizler ne bicim muslumansiniz ? * diye nutuk cekmeye baslasam. aynen Menemen*de Kubilay*in boynunu kestikleri gibi benim boynumu da testereyle kesmeye kalkarlar. Bizim islam dunyasinda icimize yerlesmis *kanaatkarlik* yani, * Allahim, bugun karnim tok, yarini sen bilirsin * felsefesi hala her tarafta devam etmektedir( ulemamiz da dahil ).
Amcaoglu arkadasim, buna benzer binlerce hatiralarim var, su kafir dedigimiz insanlar arasinda 40 kusur sene yasarken. Benim Gary ile aramdaki fark, cevre*dir. Onlar binlerce yil once * kanaatkarlik* felsefesinden kurtulmuslar. Ben anam-babamdan * oglum, oku da adam ol * lafindan baska bilgi ogrenemedim. Dayim taaa 1950 *lerde *Butun Dunya=Readers Digest* denen aylik mecmuayi okurdu. O yillarda zavalli cahil dayim ( orta-okul*dan terk, askere gidinceye kadar acliktan nefesi kokan bir delikanli ) o mecmuadan bir ders alamamistir. Iste o mecmua 1492*den itibaren Avrupa*nin beyaz adami tarafindan kesfedilen *Yeni Kita*nin cesaretli halkına ve geri kalan karni ac beyaz adamlara ( mesela Irish potato famine ) bir firsatlar ulkesi ( Land of opportunities ) oldugunu ogretip gozlerini acmistir. “Don*t be the slave of the money, but learn how to use the money as your slave. * Bu da Gary’nin sozudur…Selam ve sevgilerimle….”
Sam Amcaoğlunun diyaloguna tanık olmak bile çok güzel ki 1963-1968 arasındaki beş yıl aynı zor koşulları (altı aylık Menemen Çiftliğindeki stajda omurgalı sivrisinekler dahil) sıkı fıkı dostluklarla geçirirken bile bugünkü hazzı hissettiğimi anımsamıyorum. Daha geniş bakışlarla “günü yaşamak, anı yakalamak ” gibi algıladığım “carpe diem” adına yolunuz hep aydınlık yollardaki “şimdinin gücünü hissetmekle” geçsin.
Öykücü
NOT: Yazıma NALİMEKS’i ekledim ki önceki yazılarımdan birinden söz vermiştim.