Yaşam Büfesinde “Eski(meyen) Dostlar”

“…İki arkadaş sigara içerken İncil okunup okunmayacağı konusunda tartışmaya başlamışlar. Sonuç alamayınca Papa’ya sorup izin almaya karar vermişler. Birlikte Papa’nın huzuruna çıkıp sırayla sormuşlar. Bir tanesi izin almayı başarırken diğeri başaramamış. İzin alamayanın sorduğu soru: “Papa hazretleri, ben İncil okurken canım sigara içmek istiyor. İçebilir miyim ?” Papa’nın yanıtı: “Oğlum İncil okurken Tanrı’yla ilgilenmen gerek. Tanrı ile ilgilenirken de dikkatinin dağılmaması gerek. O nedenle, İncil okurken sigara içilmez”. İzin alabilenin sorduğu soru: “Papa hazretleri, sigara içerken canım İncil okumak isterse İncil okuyabilir miyim ?“. Papa’nın yanıtı: “Oğlum her nerede ve ne koşulda olursa olsun, İncil okuma isteği duyarsan okuyabilirsin“…”

BZAEnstitüsü 85 nci yılında ve bir akşam yemeğinde buluşan “Eski(meyen) Dostlar”

Merhaba

Dün, “Eski(meyen) Dostlar”la çok keyifli bir akşam yemeğindeydik (MNC). Bir süre “İstasyon” düzeyinde tenzil*i rütbe ile sabırla “yerini bulacak hakkını” bekleyen kurumum yeniden Enstitü olmuştu. Mutluyduk. Sevgili Demirgillerin (G&T) organize ettiği yemekte “Eski(meyen) Dostlar“la buluştuk. Fazla kalabalık değildik. Çekirdek kadro hazırdı. Altmışbeşliler (Çimen, Uluğ, Esentepe, Kaya ve Önder) her zaman olduğu gibi yine baskındı. Helal olsun.

Erkenden gitmiştik. Tazegül’den hemen sonra biz ilk beş olmuştuk (MNC/TME). Baş sıraya oturduk. Her geleni kapıdan girdiğinde gördük. Yolda karşıladık. Sanki “ev sahibi” gibi Demirgillerden rol çaldık. Olsun varsın. Özlemiştik. Sarılıp öpüştük. İkimizin arasında masanın kuzey doğu köşesinde yer alan, sevgili ve rahmetli Metin ve Fevzi abilerimizin armağanı olan Bayan Kaya ve Öndergillerle gece boyu sohbette neşeliydik. Bunları filmin karelerinde görebilirsiniz. Ayrıca filmin sonuna eklediğim bölümde arşivimdeki kimi fotoğraflardan rahmetli dostlarımıza da yer verdim. Müziği de rahmetli Zeki Müren’in sesiyle “Eskimeyen dostlar” olarak seçtim.

Yaklaşım çok önemlidir.

Yazımın girişindeki kısa öykü 1985 (Haziran) yılında Enstitümden özel sektöre geçtiğim anda hissettiğim yaklaşım farkıydı. Kamu görevim süresinde (1970-1985 Mayıs) deneme için çiftçinin tarlasını isterken söylediklerimizi anımsadım. O tarihte ne varlığımızın esbab ı mucibesi (varlık nedenimiz) olan “İlaç” a (gereğince) önem verirdik ve ne de ilacın sahibi “firmacı” yı yakın bir iş ortağı olarak görürdük. Belki de bellli belirsiz bir kıskançlık yaşardık. Kamuda çalışırken on lira harcırahla üç öğün yemek ve bir de konaklama masraflarını karşılamaktan uzak çaresizlikler içinde pis misafirhaneler için bile diğer kamu otoritelerine yalvarırken, firmacıların lüks otellerde yattıklarını ve restoranlarda keyif çattıklarını gördükçe içten içe hırslanırdık sanırım. İşte o dönemlerde çiftçiden deneme yeri isterken “Bak ha” diye söze başlar “Tarlanın bir bölümünü ilaçsız bırakacağız ve orada hastalık zararlı gelişebilir ve ürün kaybına uğrarsın. Peşinen bunu kabul edeceksin” diye uyarırdık. Bazen çiftçi vaz geçerdi; bazen de kerhen de olsa verirdi ya da firmacı tazminat üstlenirdi. Daha sonra firmacı olunca (1985-2009) çiftçiye yaklaşımımız şöyle oldu : “Evet, ilaçsız bırakacağımız bazı parsellerde hastalık ve zararlı çıkabilir. Ancak unutma ki tarlanın geri kalan kısmında hastalık ve zararlı çıkmaması için gerekli ilacı da bize vereceğiz”. Böylece İncil okurken sigara içme yerine, sigara içerken İncil okuma benzeri bir yaklaşımla işimizi, ilişkimizi kolaylaştırmaya çalışırdık. Sorun odaklı değil, çözüm odaklı yaklaşırdık. Yaklaşım çok önemlidir. Bu nedenle SSTC Öğrenme ve Ustalık Yolculuklarımızda biz “yaklaşım (approach)” dediğimiz onbeş saniyelik bölüme dönük olarak üç farklı teknikle başarılı olmak için yarım gün uygulamalı eğitim veririz.

Beyin ne ararsa onu bulur.

Enstitü günlerimden bir anı. Yetmişli yılların başlarıydı. Hem tarla ürünlerinde (başta pamuk olmak üzere) ve hem de sebzelerde (domates, biber ve patlıcan) en güncel olan hastalık “solgunluk” idi. Toprak kökenli hastalıkla baş etmek zordu. Rahmetli İzzet abi dalga geçerdi ve “Sök, yak, göm” derdi. Üstelik ilk adımlar da hatalı atılmıştı. Pamukla yola çıkılmıştı. Etmen saptama çalışmalarında Fusarium türlerine yönelinmişti. Yapılan isolasyon çalışmaları sonunda patojenite testleri olumsuzdu. Elde edilen izolatlar konukçuyu hastalandırmıyordu. Ne zaman ki rahmetli Necati bey (filmin sonlarındaki siyah beyaz fotoda oturanların sağda olanı) Rusya seyahatinden döndü, biz de etmen arayışında yön değiştirdik. Fusarium‘u bıraktık; Verticillium’a geçtik. İyi de yapmışız. Kısa sürede hem etmeni elde ettik hem de patojenite testlerinde başarılı olduk. Tanı konmuştu. Çözüm arayışları hızlandı. Nazilli Pamuk Araştırma Enstitüsü ile işbirliğimiz gelişti. Birlikte pamuk varyetelerine solgunluğa dayanıklı Rus çeşitlerinin kanını aktardık. Diğer çeşitlerdeki yüksek verimlilik değerlerini de yeni çeşitlerde buluşturunca Nazilli Pamuk Çeşitleri piyasaya çıktı. Mutluyduk. Kıvançlıydık. Sonrasını boş verin. Her güzel şey gibi zamanla heyecan azaldı ve daha kolaycı yollar pazarı sardı. Pamuktaki gelişmeler ayrı bir öykü; buraya sığmaz. Sadece şunu belirteyim ki Verticillium artık popülerdi ve rahmetli Coşkun Saydam’ın doktora çalışması da Verticillium dahliae konusundaydı. Ben Verticillium‘u çok severim. Mükemmel bir görüntüsü vardır mikroskop altında. Petri kabındaki su agar ortamında çok naif ve tipik gelişmesi ve görüntüsü vardır. Tek noktadan dallanmasına ve konidioforların ucundaki sporlarını hafifçe sallanarak taşımasına her zaman hayran olmuşumdur. Kulakları çınlasın; o beni hatırlar mı bilmem ?

Şimdi gelelim solgunluk hastalığının domateslerdeki gelişimine ve bu bölüme başlık yaptığım söze: “Beyin ne ararsa onu bulur”. Sanki arayan Mevlasını da bulur, be…sını da gibi oldu; ama algılarınızın bu anlama yönelmesini istemiyorum. Dernekçe (TFD) düzenlediğimiz ilk bilimsel toplantıyı yaşıyorduk (sanırım 1972 yılıydı ve adı da Solgunluk Simpozyumu idi). Oturum başkanı rahmetli Prof.Dr.İ.Karaca. Osmanla (Komser Osman) ikimiz survey çalışmaları yapıyoruz. Başta Salihli tarafı olmak üzere bir önceki yıl pamuk ekilmiş olan domates tarlalarındaki solgunluk belirtisi gösteren bitkilerden örnekler topluyoruz. Laboratuvarda izolasyon çalışmaları yapıyoruz. Osman Simpozyumda bildiri sunuyor ve “Domateste Solgunluk hastalığının etmeni Fusariumdur (F.lycopersici)” diyor. Ben bildiri sunuyorum ve “Domateste Solgunluk hastalığının etmeni Verticillium dahliae’dır” diyorum. Dinleyecilerin aklı karışıyor. Soru soruyorlar. İkimiz de henüz asistan (masistan) düzeyindeyiz. Başkan bizi koruyor ve soruları bize göndermeden kendisi yanıtlıyor. İşte o yanıtın özü bu bölümün başlığı: “Beyin neyi ararsa onu buluyor”. Aslında uyduruktan bir savunma ve geçiştirme değil. Dayanağı da çok sağlam. Çünkü Osman ve rahmetli Fikri abi, izolasyon çalışmalarında “PDA Ortamı” kullanıyorlar ve Fusarium türleri bu zengin ortamı çok sevdikleri için gelişme gücü zayıf olan Verticillium gelişemeden tüm ortamı Fusarium’lar kaplıyor. Ben ise Verticillium için seçici olan “su-agar ortamı” kullanıyorum ve hiçbir besin değeri olmayan bu ortamda Verticillium rahatlıkla, serbestçe gelişebiliyor. Biz beynimizin aradığına ulaşabilmek için daha işin başında ortamın koşullarını değiştirip beklentilerimize uygun şekle çeviriyoruz.

Bugün Mavişehir’de güzel bir pazar gününün öğleden sonrasında bu yazımı yazarken pencereden dışarı bakıyorum ve daha parlak, daha güneşli bir deniz ve gökyüzü görüyorum. Nezuş’un “Mavibahçe” teklifine hayır deyip bu yazım için evde, limonluk şeklindeki balkonda kalmayı yeğliyorum. Ne zaman bu balkonda oturup kitap okusam ya da yazı yazsam kendimi hep rahmetli İyriboz’un köşedeki camlı balkonunda ya da rahmetli Karman’ın bahçesine balkon camlı limonlukta hayal ediyorum. Ne çok özlem duyardım, imrenirdim Enstitünün arka kapısından çıkıp da trene yetişmeye çalışırken gördüğüm o güzelliklere…Yazarken bir yandan da ruhum ülkemin doğusundaki savaş yangınından harap olarak artırdığı sessizliğimde daha bir yorgun düştüğümü hissediyorum. Dualarımı artırıyorum. Sağlık ve esenlik içinde hepimize aydınlık günler, yollar diliyorum.

Öykücü