“…Bay Ram çok ilginç bir müzik öğretmeniydi. Sınıfımızda müzik konusunda en yeteneksiz olduğunu düşündüğümüz kişilere bile farklı müzik aletlerini çaldırmayı başarmıştı. Flüt, mandolin, bağlama, gitar ve darbuka…Sıradan bir lisede müzik dersleri öylesine seçmeli derslerdendir. Bizim lisede de öyleydi; ta ki Bay Ram gelinceye kadar. Sınıfa ilk geldiği günü anımsıyorum. İçeri büyük bir spor çantayla girmişti ve bize müzik dersiyle ilgili ne düşündüğümüzü sormuştu. Birkaçımızın yalandan “Müzik dersini seviyoruz” demesinden sonra Bay Ram, “Müzik dersinden hiç sıkılmıyor musunuz ?” diye sordu ve ekledi “Ben lisedeyken çok sıkılırdım“. Bay Ram’in sözlerinden cesaret bulup elimi kaldırdım, söz istedim: “Hocam ben sıkılıyorum” dedim. “Bak postacı geliyor parçasını flütle çalmaya çalışmak, solfejle uğraşmak hiç de eğlenceli değil“. Sınıfta benim gibi başka sıkılan olup olmadığını sorduğunda birkaç kişi daha elini kaldırdı. Bay Ram bu kez de hepimize “Tamam, peki kendi özel yaşamlarınızda ne dinlemeyi seviyorsunuz ?” diye sordu…”
Merhaba
Bu sabah Çeşme yine kış gibi soğudu. Şort yerine eşoftman altı giyerek yürüyüşe çıktım. Daha sonra sevgili Zeynep’in telefon konuşmasında İzmir’e çok yağmur yağdığını öğrendim. Buraya yağmadı ama İzmir ve İstanbul’un soğuğu anında geldi. Hava serinlese de bizim camlı bölmede sabah kahvaltımız yine çok keyifliydi. İkinci çayları doldurmaya giderken telefonum çaldı. Arayan Utku’ydu. Günlerden Salı ve öğleden önce bu telefon sıradan görünmüyordu. Merakla açtım. Bir isteği vardı. İsteğini yerine getirmekten keyif aldım. İsteği neydi ? Daha sonra anlatayım. Şimdi telefondaki mesajla yazımın girişindeki öykü arasında nasıl bir bağ olabilir ? sorusuyla devam edeyim.
Yukarıdaki öykünün devamını yazdığımda ana mesajın “Spin Selling” kitabının yazarı Neil Rackham‘ın yaklaşımıyla tam bir uyum gösterdiğini göreceksiniz.Büyük olaslılıkla yukarıdaki öyküyü kitabına alan Derince beylerin ve de Neil Bey birbirlerini tanımıyorlardır. Demek ki aklın yolu bir ! Şimdi 1992 yılına geri dönmek ve müzik dersini pamuk yetiştirmekle özdeş kılmak istiyorum. Ne alaka ? demeyin ve birazcık sabır lütfen.
Yirmi dört yıl önce CINOS’un ilk evresinin Teknik Bölümünde yedi yılımı doldurmuştum. Sahip olduğumuz çözümler (tarım ilaçları ve deneyimlerle kaznadığımız bilgi ve becerilerle hizmetlerimiz) pamuk pazarına odaklıydı. Çoğunun isimlerinin sonunda “….RON” vardı. Önce “DİM” le başlar, ardından “NUV” la sürer ve “CUR” ile ilerlerdi. Biz de bu çözümlerin dar alandaki paslaşmalarından sıkılmaya başlamıştık. Tıpkı müzik dersinde zorla verilen “bak postacı geliyor” gibi. Sadece biz miydik sıkılan ? Söke en büyük alt sahamızdı. Meslektaşımız ve rahmetli Önder Abi en büyük bayimizdi. Önder abinin Allah selamet versin Suat isimli büyük bir pamukçu müşterisi vardı. Önder abi istedi ve ben de Suat’ın çiftliğini ziyaret ettim. Suat 1o yıldır pamuk tarlasındaydı ve ustalaşmıştı. Üstelik Suat ODTÜ mezunuydu ve yaptığı işi hem teknik, hem finansal açıdan başarılı kılmak için her tür uygulamayı deniyor ve değerlendiriyordu. Suat da rutinleşen bu işten sıkılmaya başlamıştı. “Benim diğerlerinden bir farkım olmalı” diyordu. Sıkıntısını dile getirince tıpkı sınıftaki diğer çocukların müzikten şikayetleri gibi onun arayışlarına Hulusi ve Eyüp de katılmıştı. Suat tam bir inovatör olarak İspanya’ya gitmiş ve “örtü altı pamuk yetiştiriciliği”ni öğrenip Söke’de yapmaya merak sarmıştı. Herkese göre (ben de dahil) böylesi bir yaklaşım hele hele pamuk tarımında tam bir fantezi idi. Belki fotoğraflarımı bulup yazıma eklerim. Arabamı (Renault 12 station) tarlanın kenarına çektim. Kırmızı tulumum üstümde nylon altına pamuk ekimini izledim. Görüntü hoştu. Herkesten bir ay önce ekim yapmak ve Söke’de yaygın olan ekim sonrası olumsuz hava-toprak koşullarından sakınmak büyük bir şanstı (şansın neden ve nasıl bir şansızlığa dönüştüğünü bir sonraki yıl görecektik). Borsaya herkesten bir ay önce pamuk vermenin sebze ve meyvede olduğu gibi “turfandalık” açısından bir gelir artışı sağlamayacağı açıktı. Ancak 10 yıl deneyimli, ODTÜ’lü ve Söke’nin saygın ailelerinden Suat ve iki arkadaşının (ki bu üçlüye ben daha sonra “HES Üçlüsü” diyeceğim) bunu yaparak dikkat çekmeleri, imaj (ve hatta itibar) kazanmalarının mutlaka olumlu yansımaları olacaktı (başta “liderlik etmek” adına oldu da). Nylon altına ekilen pamuk tohumu ekstra özen istiyordu. Buna özel tohum ilacı kombinasyonu geliştirdik. Nylon altındaki mikro klimayı severek azan yabancı otlar için de özel karışım ot ilaçları hazırladık. Rutinleşen pamuk tarımını (müzik dersini) ilginç ve sevilir kılmıştık (Bay Ram’in nasıl yaptığını aşağıda açıklayacağım). HES Üçlüsünün bu gayretleri üç yıl sürdü. Devam etmedi. Ancak mutlaka onlara çok şeyler öğretti ki özellikle meslektaşım Hulusi’nin makine konusundaki uzmanlığı ve pratik çözümleri onları hem nylon altı pamuk yetiştirmede, hem makinalı hasatta ve hatta daha sonra kapari ile dış satımda şekillenen turşu sektörüne geçişlerinden çok yararlar sağladı. Benim de onlarla dostluğum yıllar boyu sürüp gitti. Umarım iyilerdir. Bu yazımdan sonra onları bir arayayım; bakalım görüşebilecek miyiz ? Şimdi HESgillerin bu mutlu başlangıcının ikinci yılında özellikle Suat’ın rahatsızlığı ile azıcık denetim dışı kalan bu duyarlı pamuk yetiştiriciliğinde yaşadıkları bir sıkıntı anında söylediği İngilizce bir deyimle bugüne ve Çeşme’deki rutinime dönmek istiyorum. Suat neden ve ne söylemişti ?
Nylon altına girmeyi pamuk ne kadar çok sevmişse tohum ve fideyi hastalandıran funguslar (mantarlar) ve ürünle rekabet eden yabancı otlar da o kadar memnun, mutlu ve hızla gelişiyorlardı. Üçlü ot ilacı karışımlarında etki ile tepki arasındakiş ince çizgiyi korumak bazen kolay olmuyordu. Ekimde sıkıntılar oluyordu. Alet, makine sıkıntıları artıyordu. Söke’nin rüzgarında örtülen nylonu korumak zorlaşıyordu. Suat rahatsızlanmış ve tarlalardan bir süre uzak kalmıştı. Diğer iki arkadaşının destekleri ve kahyanın duyarlılık ve becerileriyle pamuk Haziran ayının başında kozaya yatmıştı. Bu bir aylık erkencilik demekti. Suat’ın tarlası boyu posu ve rengiyle uzaklardan belli oluyordu. Bu sabah haberlerinde (Kanal D de İrfan beyin sunduğu) dikkatimi çeken Trabzon’da uçan kayıkla sahneye orijinal giriş yapmak isteyen gelinle damat kayıktan düşünce mekan sahibi “nazar değdi” demişti. Tıpkı onun gibi Suat’ın tarlasına da (sanki) nazar değdi. Pamuğun en önemli zararlılarından Yeşilkurt tırtılı baktı ki koskoca Söke ovasında bir tek Suat’ın tarlasında taraklar (çiçekten sonra kozadan önce) yenmeye hazır bekliyor, atak yaptı. İlk neslini domatesten çekti. Suat’ın pamuklarına saldırdı ve elli dönümlük tarlanın ürününü bir gecede yiyiverdi. İşte üst üste gelen sıkıntılardan sonra Suat’ın dudaklarından dökülen şu İngilizce kavram defterimin o günkü sayfasına yazıldı: “When it rains it pours”. Türkçe karşılığı da “Felaket tekil gelmez”. Benim defterlerim böylesi sözlerle doludur. “Kerteriz Defteri” kavramını da Utku’dan sık sık duyuyorum ve öğrendiklerini yazdığı defterine bu ismi vermiş. Tıpkı 1969 Mart ayında Erzurum’a gittiğimde tabur komutanım Yarbay Fikret Emiroğlu’nun kelime kelime yazdırdığı ve mavi yağlı kağıtla kaplayıp “akıl defteri” adını verdiğim cep dafterim gibi. Belki bunu da “mücüre” de bulurum. Mücüre de rahmetli babamdan bana kalan küçük bir evrak sandığıdır. Onunda fotoğrafını çekip yazıma eklerim.
Şimdi yirmi dört yıl öncesinden beni etkileyen “felaket tekil gelmez” sözünün 2016 ya yansımasından ve gereksiz yere kapıldığım kuruntulardan kısaca söz edip yazımın girişindeki öykünün devamıyla bu yazıyı da sonlandırayım. Bu kış sonu Çeşme’ye gelmeyi oldukça geciktirdik. Üstelik kış boyunca da gelişlerimiz günü birlik oldu ve bu nedenle sahip olduğumuz pekçok kolaylaştırıcı sistem parçalarındaki olası arızalardan fazlaca ürker oldum. Ya güneş enerjisinde arıza varsa; korkum yersizmiş. Kesintisiz sıcak su verdi. Ya kalorifer sıkıntı yaratırsa; yaratmadı mükemmel ısıttı. Ya jeneratör çalışmazsa; çalıştı ve ben yine de servis çağırıp yıllık bakımını yaptırdım. Laf aramızda yıllık bakım ücreti küçük bir jeneratörden daha fazla;çünkü bizimkisi 15 KWA lık. Teşekkürler Ümit. Ya su arıtma tıkalıysa; değilmiş,tuzunu yenileyip temizliğini yapınca ilk günkü gibi arıttı. Bir de ne göreyim ! Dipfrizin sarı lambası sürekli yanıyor. “Hah” dedim “Sık elektirk kesintilerinden termostatı bozuldu; sürekli çalışıyor. Hemen servis çağırayım; yoksa çok elektrik parası gelecek”. Online servis talebi gönderdim Uğur’a ve ardından da çağrı merkezini aradım. Güler yüzlü genç bir hanım sesi “servise gerek yok; sarı düğmeye sürekli basın söner” dedi. Bastım. Söndü. “Oh be” dedim. Demek ki benimkisi kuruntuymuş. Bahçeyi suluyordum. Kuyudaki motor sustu. Usta (!) çağırdım. Çok nazlandı. Nihayet geldi. Termik atmış. Düğmeye bastı gitti. Sadece komşu siteden gelme parası aldı (ayıp olmasın diye). Motor biraz sonra yine sustu. Telefon ettim. Usta gelmedi. Basmayı telefonla öğretti. Bastım. Çalışmadı. Usta ısrarlarıma dayanamayıp sonunda geldi. Bastı. Çalıştı. Biraz sonra sustu. Belli ki termik attıran bir sebep var. Bulsana usta. Usta isteksiz. “Benim işim değil sucunun işi” dedi. Sucu da arkadaşım. Aradım. O da “benim işim değil elektirçinin işi” dedi. Arada kaldım. Motor da kuyunun içinde. Ustaya zor geldi. Israr ettim. Motoru çektik. İzmir’e götürdüm. Servise verdim. Motorun birşeyi yokmuş. Hani hastanın doktora seslenişi var ya onun gibi bir durum: “Doktor” demiş hasta “Birşeyin yok diyorsun. İyi güzel de ben neden ölüyorum ?”. İzmir’den usta “motoru Çeşme’ye getiririm; yerine takarım 150 TL nı alırım “dedi. Kabul ettim. Usta geldi. Taktı. Meğer çekvalf bozulmuş ve termik ayarını yükseltmek gerekiyormuş. Böylece 25 lık bir iş için 200 TL ödedim ve bir o kadar da usta olmayan ustalara yalvarır oldum. Neden ? “Felaket tekil gelmez” sözünün zihnimde yer etmesinden dolayı. Bunları dışlayabilmek gerek. Hele hele yetmişinden sonra yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken. İki nokta arasındaki en kısa mesafenin bir doğru olduğunu bildiğim halde elim kahvaltı masasındaki kekikli ve çökelekli domates tabağına uzanırken neden yol üstüne olmayan çay bardağına çarpıyor ? Elimizin, aklımızın ve yüreğimizin ayarlarına daha bir dikkat etmek gerekiyor da ondan. Artık fabrika ayarlarına geri dönüş yok. Sağlık olsun; bu da güzel. En azından şimdilik doğru ile eğriyi tutturabiliyorum. Ah bir de şu gözlüğü kırmasaydım. İşte bu da “when it rains…” den bir esinti. İyi olur inşallah !
Yazım uzadı. Öykünün devamını yazayım ve bitireyim. Bakalım arşivden flexleyebilecek hazır montaj bir film bulabilecek miyim ? Çünkü montaj yaptığım Dell’in ekranı karardı. perçembe günü Kerem bakacak çaresine (Bu da “when it rains it pours” değil mi ? Görmezden mi gelmeli. Hadi hayırlısı).
“…Bay Ram bu kez de hepimize “Tamam, peki kendi özel yaşamlarınızda ne dinlemeyi seviyorsunuz ?” diye sordu. Birkaç kişi yanıt verdi bu soruya. Bunun üzerine Bay Ram büyük spor çantasının içinden taşınabilir bir müzik seti çıkardı ve albümlerin içinden bizim sevdiğimiz şarkıları seçip çalmaya başladı. İlk parçayı çalmadan önce, her parçayı çaldığında bizim de ellerimizi sıraya hafifçe vurarak parçaya uygun tempo tutmamızı istedi. Açıkcası çok şaşırmıştık. Ama parçanın çalmaya başlaması ile birlikte herkes elleriyle tempo tutmaya başlamıştı bile. Bay Ram müziğin sesini kıstı. Bu kez bizim ellerimizle tutturmaya çalıştığımız tempo öne çıktı. Birkaçımız ritmi bozuyorduk. Bir arkadaşımız onları uyardı; hoca da onu uyardı: “Bırakın yanlış yapsınlar” dedi ve sınıfın tümüne dönerek ” Yalnızca tempo tutmaya çalışın ve yanlış yapmaktan korkmadan“…”
Öykü devam ediyor. Meraklısı “Menekşe Kokulu Hikayeler” kitabından tamamını okuyabilir. Öykünün ana mesajı SSTC prensipleriyle tam örtüşmektedir ki Bay Rackham da kitabında ustalaşmak için, öğrenilenleri pekiştirmek için, lisedeki İngilizce eğitiminde uygulanan yanlışları örnekleyerek aynı esas vurgu yapar: “Önce nicelik daha sonra nitelik”. Çünkü önce “soru sormayı alışkanlık edin” ve “daha sonra kaliteli soru sormayı öğren” der. Yapabilene ne mutlu.
Perşembe günü İzmir yolcusuyuz (Allah nasip ederse). Önce “ıslık çalan kaktüs” için Kavuklar’dayım. Daha sonra Karşıyaka Göz’deyiz. Ardından EgePark’ta bakalım Mert mi yoksa Ferruh mu bize yakın duracak. Gözlük işimiz var. İkimizin de yenileme sırası geldi. ben kırdım (kafayı çarptım; kafayı değil ama gözlüğü kırdım). Şimdilik eski yedeklerle idare ediyorum. Bu eski gözlüklerimden birisi bana Akşener’i anımsatıyor. Ekrana baktığımda yamuk görüyorum (alt kenar daha kısa; sanırım astigmatlığı gözüme uymuyor). Akşener de öyle diyor “Hadi bize paralel diyorsunuz ama hepiniz yamuksunuz” diyor. Diyor da ne değişiyor ? Yüzsüzlerin ve arsızların hakim olduğu dünyamızda bir grup var ki adında “adalet” var, ve onlar adil değiller; bir diğerinde “halk” sözcüğü var, kendileri halktan kopmuş ve de Akşener’leşecek olan üçüncüsünde “hareket” sözcüğü var, her tür hareketten eylemden yoksunlar. İlginç bir dünyada yaşıyoruz. Sanki herkes kendinde olmayanı alıp ismine koymuş. Elbet bunda da bir iş vardır ! Her neyse derken bile yüreğim sabah yürüyüşünün başlangıcında Karadağ’da dönen kanatlardan; yolun yarısında nefes eksersizi yaparken Karaburun’da ufka izdüşümü düşen kanatlardan ve dönüş başladığında da hemen sırtıma gelip yapışan ve üç ayda, sadece üç ayda dönmeye başlayan altı tribüne ait kanatlardan yüreğim sıkışıyor. Yunt aklımdan çıkmıyor ve sanki inadına bir de Çanakkale Boğazında çekilmiş kahverengi deri ceketiyle sırıtan otorite yok mu ? Unutmak istesem de “benim adım Hıdır; elimden gelen budur” diye Suriye sınırından gelen sessizliğin sesine kahroluyorum. Şimdi gel de “when it rains…” den sıyrıl sıyrılabilirsen. Helal olsun bunları aklına takmayan genç SEK (veya KES) ikilisine…
Sözün özü; yüreğimiz ve aklımız koşullandığımız “öğrenilmiş çaresizliğin kıskacında” kalsa da “when it rains… “i silkinip akıldan atmak gerek ve sahip olduğumuz onca olumlu güç kaynağı ile aydınlık yollarda sağlık ve esenlikle keyifli yolculuklar yapma niyetimizi korumak gerek..
Öykücü