“…Kur’an-ı Kerim’e göre Süleyman Peygamber asasına dayanır halde ölmüş, uzun süre öldüğü anlaşılamamış. Ancak kurtların kemirmesi sonrası asası düşünce öldüğü anlaşılıp defnedilmiş… Hz.Süleyman hayvanlara ve cinlere hakimdi; hatta kuş dilinden bile anlıyordu ya, yaralı bir kuş Hz.Süleyman’a gitmiş ve derdini anlatmış: “Hünkarım bir derviş benim kanadımı kırdı”. Hz.Süleyman hemen dervişi huzuruna çağırmış, ona sormuş: “Bu kuş senden şikayetçi, neden kanadını kırdın ?”. Derviş kendini savunmuş: “Sultanım ben bu kuşu avlamak istedim. Yanına kadar gittiğim halde kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek hamlemi yaptım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı; o esnada kanadı kırıldı”. Bunun üzerine Hz.Süleyman kuşa dönmüş: “Bak bu adam da haklı, sen niye kaçmadın ? O sana sinsice yaklaşmamış. Şimdi kanadım kırık diye şikayet ediyorsun“. Kuş “Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Dervişlik sıfatını almış birinden bana zarar gelmeyeceğini, Allah’tan korkacağını düşündüm ve kaçmadım”. Hz.Süleyman bu savunmayı doğru bulmuş kısasın yerine getirilmesini emretmiş: “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın“. Kuş “Efendim sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılmış. Hz.Süleyman “Neden ?” diye sorunca kuş “Efendim dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar…Siz en iyisi mi bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın…Çıkartın ki benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın“…”
Merhaba
Hz.Süleyman avcının derviş hırkasını çıkarmadı mı ? Avcı yeni bir derviş hırkası mı aldı ? Yoksa bu kez avcı derviş hırkası yerine askerin haki üniformasına mı büründü ? Her ne olduysa aradan yıllar geçmiş. Sıcak bir Temmuz akşamında insan görünüşlü üç kuş (dervişle birlikte dört kuş ediyorlar-yok aslında birbirlerinden farkı ama…) dervişin haki cübbesinin sırrını çözemeden yine, yeni, yeniden aldanmışlar; kendilerini ahmak sanmışlar ve hatta cinlerin şerrinden korkup sinmişler. Her ne yapmışlarsa yaptıkları hayırlı bir iş olmamış. Meğer atı alan Üsküdarı çoktan geçmişmiş. Bizim dört kuş melül melül bakıyorlarmış ufuktaki sınır çizgisine. Bu bakışa Hz.Süleyman bile dayanamamış ve bir zamanlar ineğe sorduğu soruyu bunlara da sormak istemiş. Ancak biraz daha sabretmeyi yeğlemiş. İneğe sorduğu soruyu anımsıyor musunuz ?
İneğe “Neden böyle melül melül bakıyorsun ?” diye sorunca inek üzgün, azıcık süzgün bir bakışla ve tevekkül sözlerle “Siz de” diyerek sözlerini “Senede 364 gün sıkılsanız (süt vermekten söz ediyor) ve bir gün sıkılsenız (noktaları koymayı unutmuş)” siz de böyle bakarsınız” şeklinde sürdürmüş. Buna “kader” demeli mi ? Bay Harari kitabında “kader”i de bir üst akıl (tanrıların üstünde bir otorite) olarak açıklar çok tanrılı çağlardaki inanışlar için ve bu çerçevede (sanırım 212 nci sayfasında) “din”i de tanımlar. Şimdi kitap yanımda değil ve aklımdan bu tanımı uydurmaya çalışacağım (biraz önce Aslıhan’ı denize götürmek için Cactus’u Seyir Tepelerinde bıraktım ve Audi’yi aldım. Kitap da Cactus’un kapı cebinde (anasının cebinde değil. Zorluk ve uzaklık olarak siz bu kavramı hiç kullandınız mı ? Bu da benim Soma-taşra kültürümden gelme mi ? yoksa herkesin dağarcığında bulunur mu ? Belki de “anasının hörekesi” ile daha derin bir anlama doğru yol alışın ilk adımı olsa gerek “anasının cebi”. Yoksa kanguru için mi uydurulmuş ? Yine aklım durmak bilmiyor). Aklımda kalan din tanımı şöyledir : “İnsan üstü güçlere olan inancı, insancıl değerler ve normlarla bir sistem olarak yapılandırmak”. Bu akıl yorgunluğu içinde insan görüntülü kuşlara Bay Harari’nin “Sapiens”inin etkisi altında tür ismi uydurmaya çıktım. Bu nedenle onlara önce “Homo spp.” dedim. Kısa bir ek bilgiyle bunun anlamı “Homo” cinsinden türü belli olmayan insansı yaratıklar demektir (benim lugatımda). Biraz zorlasam bu dörtlüyü aynı tür altında toplayabilirim ortak DNA larına bakarak ve Bay Harari’nin evrimleşmeye ilişkin görüşlerinin tersine “Zeki Sapiens (ZS)“den geriye doğru “Dikduran Erectus (DE)“a ve hatta “Çalışkan Ergaster(ÇE)” e yaklaşırım. Beynimi kemiren dörtlüye de yakışır bence. Bunları aynı türde toplarsam “Homo gegacia (Ağlak İnsancıklar)” derdim. Demiyeyim. Şimdilik onları ayrı kefelerde tutayım. Dörtlüyü oluşturan karakteristiklerine (tipik özelliklerine) bakarak onları ayrı ayrı türleyeyim. Ülkemdeki “kaos eşiğinde” yaşamaktan dolayı zihin bulanıklığımda, sisler arasında onlara Homo gulenicus (İblis İnsan) , Homo erbornia (Kızgın İnsan) , Homo goekpullny (Korkak İnsan) ve Homo arihmakinum (Yalancı İnsan) tür isimlerini uygun buldum. Kuşkusuz bunlar tek başlarına değiller. Yandaşları var. İnananları var. Karındaşları var. Bunlar kendilerini hangi türe ait görüyorlar ? Hangi tür içine girmek istedikleri kendilerine bağlı. Kapılar açık. Bugünün ters köşeye yatırmaya yatkın koşullarında o tür gruplarından birine girmek briçteki en büyük değere sahip olan (sanzuti hariç) kara kuyruklu ters yürekten ister. Trefli, Karo ve Körden sonra en üst sırada yer alan bu kağıdın adını biz çocukken çok kullanırdık. Soma’da taşranın sokak kültürüyle şekillenmiş çocukluğumda dilimizden düşmeyen yalancı pelivanlık söylencesi olan “Kargıdan tüfek, bamyadan fişek, keçi bokundan saçma, maçan sıkıyorsa kaçma” sözü bugün herkesin kulağında olsa gerek ki koskoca generaller bile sıvıştılar. Nasıl oldu da bu hallere düştük ? Ne darbecisinde ciddiyet var, ne karşı koyanında köklü koruyucu önlemler alma feraseti. Hepsi yine çocukluğumdaki bir grup sokak oyunundaki tekerlemedeki gibi “Aç kapıyı bezirganbaşı”. Şimdi akıllarınca askeri okulun %95 i yukarıdaki dört türden birine aitmiş diyerek sıkmayan maça korkusuyla “vur deyince öldürüyorlar” gibi geliyor bana. İnşallah “şerden hayır yaratma becerisi” gösterirler ve inşallah bunca ekstra olanaklarla yaptıklarının ardında “Kuleli Rezidansları” yükselmez de birazcık gelişmekte olan “inanç ışığım” yeniden körlenmez. Bu kadar da kuşkucu olmak istemiyorum. Ancak bugüne dek görebildiğim aymazlıklar, arsızlıklar ve yukarıda türettirmeye çalıştığım dört “Homo spp.” nin herbirinde gördüğüm asal ortak değerin “pseudoceae (yalancıgiller familyası)” karakteristiği olması umutlarımı yok ediyor. Bu karamsarlığı da kendime yakıştıramıyorum. Ne yapmalı, nasıl yapmalı da bu karamsarlıktan sıyrılmalı, günlük yaşamın kendi çapımızdaki, kendi odağımızdan acılarına, sıkıntılarına dönüp yapabileceklerimizi etkinleştirmeli ?
Önceki yazılarımdan birinde 1986 yılında Antalya’da Sera Otelde yıllık toplantının ana konularından olan “MRP2 (Management Resource Planning- Kaynak Kullanımı Yönetimi)” konusuna değinmiştim. Ülkemiz koşullarında önünü göremeyenlerden, yarını bilemeyenlerden 24 ay sonrasının pazar kestirimlerini isteyen bir global otoriteyi anımsıyorum. Bunun için ise “şu şöyle olursa, bu böyle gelişirse varsayımları”yla üç senaryo hazırlardık. Bugünün üç senaryosunda neler var acep ? Genel olarak “teyzemin testisleri olursa dayım olur (siz isterseniz halanızı amcanız yapabilirsiniz)” benzeri de olsa “inanırsanız inandırabilirsiniz” özdeyişine inanarak bunu yapardık. Laf aramızda çoklukla da “optimistik beklentiler” bile aşılırdı. Satışçıların genel özelliğidir; primi garantiye almak için çıtayı gereğinden fazla yüksek tutmamak. Tutmak isteyinin de başını ezeceksin. Bu nedenle satış ve pazarlama birbirlerini pek sevmezler. Neyse konuyu dağıtmıyalım da biz yine dönüp dolaşıp bizim güncel dört insancık türüne dönmeye çalışalım. Yaptığımız kestirim senaryolarını “Optimistik (İyimser), Pesimistik (Kötümser) ve Realistik (Gerçekçi)” olarak nicelleştirirdik. Bunları olumsuzdan olumluya doğru sıraladığımızda “PRO Üçlüsü” ortaya çıkar. “Pro” ise orijinal şekliyle “proaktif, prototip” gibi öncül anlamındadır. “İlk Ağlak İnsancık” olan Homo gulenicus zaman zaman evlere ateş düşürmek için öfkesine yenik düşse de uzaklarda sakin bir yaşam sürmektedir. Taraftarı çoktur. Ben de onlara yakın ikiliyle birlikte aynı çatı altında kamu araştırıcısı olarak çalışmıştım (1970-1985): YA ve TA . Allah için iyi ve çalışkan arkadaşlardı. Ben şahsen ne etraflarına ve ne de kuruma en küçük bir zararlarını görmedim. İsteselerdi 1974 deki ilk MC Hükümeti sırasında müdür olurlardı. Kimsenin onları tutma gücü olmazdı. Yapmadılar. Kendilerini, çaplarını bildiler. Onlar da sanırım üzerindeki hırka ile avcıyı derviş sandılar. Gerçi onların kolu kanadı kırılmadı ama bunlardan YA nın cenaze töreninde eşi Homo arihmakinum’un yakasına yapışıp “kocam senin yüzünden öldü” demişmiş. Bilemem. Bildiğim ve gördüğüm dervişin avcı olduğunu koskoca kuşlar (!) yeni anlamışlar ki birisi tıpkı Şevket Altuğ’un bir fırın reklamındaki gibi “ben yapmadım o yaptı” diyerek cinlere suçu atmaktan; diğeri de “vallahi ben de anlamadım bu iş nasıl oldu; ben gerçekten ahmakmışım” diyebiliyorlar. Bu kadarı yetecek mi ? Yoksa otorite çok geçmeden onlara da bir tırpan sallayacak mı ? Sahi siz “tırpan” nedir bilir misiniz ?
Narcos Dizisinin bir yerinde aynen şöyle bir söz vardı: “Korkan bir kişiye başkasının korkusu kadar hiçbir şey cesaret veremez”. Sıcak bir Temmuz gecesinde çeşit çeşit şekillenen korkulara başka kimlerin korkuları cesaret verdi de ateşin göbeğine geldiler ? Allah onlara bulunmaz bir şans verdi. Bu şansı akıllıca kullanacaklar mı ? Daha doğrusu “kullanacak mı ?” Öfkesine gem vurabilecek mi ? Gayya Kuyusuna düşmekten kendini kurtardığı gibi ülkeyi de selamete çıkaracak mı ? Ondan başkası yok ki denize düştüğümde tutunabileceğim tek dal (gibi görünen şey) o kaldı. Biraz gayret; azıcık iyi niyet ve doğru zihniyet her şeyi çözecektir. Allah yolunu açık etsin ki biz de….
Sözün özü; kaos eşiğinde akıl tutulması etkisiyle, güven erozyonuna uğramış gri alanlarda yaşamanın yapılandırdığı yeni paradigmanın gelgitlerinde, daha nice Homo spp.ler göreceğiz bakalım yaşam gölünün karşı kıyısına varmak için (zorunlu) attığımız kulaçlarda yorgunluklarımız artarak sürerken ? Bir yanda ülkesel kaos eşiği, diğer yanda Ayrancılar odağında abimizin sağlık sorunları içinde tükenişini izlemenin dayanılmaz çaresizliği; öbür yanda Yunt Kanatları için bir kağıt parçasına bağlanmış umutlar için “sabır sınavları > 10S e giden yoldaki 2P” ” ve “Ankara’nın büklüm büklüm yolları”na dalıp giden gözlerimizle burulan yüreğimiz ve her şeye rağmen doğuda süren çatışmalar ve can kayıpları ile Çeşme’de şükürlerle dualarla bir yaz yaşamı…Paradoks mu ? Çelişki mi ? İnsan olmanın doğası mı ? Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.
Öykücü