Yaşam Büfesinde “Silinmez Ayakizleri”

“…Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çovuk kapımı çaldılar: “Eski gazeteniz var mı bayan ?” Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi (İki yıl önce Kutaygillerle Sakız seyahatinde ve 1993 Ocak ayında Cibagillerle Singapur seyahatinde ben de benzer duruma düşmüştüm; rahmetli annemin tabiriyle “zemheri zürefası” gibi ya da “fakirin düşkünü beyaz giyer kış günü” durumuyla mevsime aldanma gafletine düşünce).”İçeri girin de size kakao yapayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti biran ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana dönüp “Bayan siz zengin misiniz ?” diye sordu. “Zengin mi ? Yo hayır” diye çocuğu yanıtlarken gözlerim biran ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağa dikkatle yerleştirdi ve “Sizin fincanlarınız, fincan tabaklarınız takım,” dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu (Biraz önce telefonda Nezuş, Zeynep’le konuşuyordu. Tanık olduğum okula başlarken yeni alınan üç ayakkabıya rağmen “tokluk zorluğu” idi. Ne zor şeydir, çok şeye sahip olup da “yoksunluğun yarattığı bekleme, hayal kurma, kavuşunca sevinme duygularını yaşayamamak” > Kuşkusuz Allah yaşatmasın ama çocukken “bayramdan bayrama” ve 1969 da Erzurum’dayken de “aybaşından aybaşına” idi ufak beklentilere kavuşmamızın ön koşulu). Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte birşey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patatesin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı, bir eşim vardı ve eşimin de bir işi…Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri, halının üzerindeydi hâlâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur unutuveririm ne denli zengin olduğumu…(< emmi sen çocuk musun ?)…”

Eylül Müjdeleri ( Çeşme’de yaz biterken; 1946 dan 2016 a; @bide)

 

Çeşme Kümeleri (bahçe, şömine ve özlemlerimiz)

Merhaba

Sabah yürüyüşünde Adada soluklanma (nefes alma/verme) eksersizi yaparken (Karaburun’un dönen Yunt kanatlarına efkarla, iç çekerek bakarken) yazımı “Eylüle Teşekkür” çerçevesinde oluşturdum. Yazmaya başladım. Başlığını da “Eylül Müjdeleri (14,19 ve 27)” koydum. İlk tuşa bastığımda telefon çaldı. Nezuş’un telefon konuşmasına yarım yamalak tanık olunca ruhuma “herşeye (çok şeye) sahip olup da mutluluğun hazzından yoksun olma” duygusu baskın oldu. Daha fazla dua etmek ve şükretmek; bunu dillendirmek, vurgulamak “2P (Patient & Persistent) Düzeyinde” inancı tutkuyla yansıtmak gerektiğini düşündüm. Yıllar öncesinden (30-40 ?) Çetin Altan’ın köşe yazısından bir cümle yine belleğimden zihnime yürüdü ve ıslak terliklerin, halıdaki çamur izlerinin yokluğu yaşayanların bakışında”Varlık içinde yokluğu yok saymanın en kolay yolu…” sözlerini tekrar tekrar duyumsamak içimi incitti. Halbuki Eylülün güzellikleriydi elimdekiler ve çok çabuk dalgalara, gelgitlere kapılıyorum. Bugün deniz öylesine güzeldi ki…

Zamanla yarışmıyorum. Özellikle bunu yapmıyorum. Böylece “can sıkıntısı” oluşmuyor. Kimi zaman uyarı alsam da…Görüyorum ki yarış yaşam gölünün karşı kıyısını daha da yakınlaştırıyor. Ne gerek var ? Akışına bıraksam da yakın çevremden birşeyler hızımı artırıyor. Bazen bir kahve yapımı; bazen üç ayaklı merdivenle zeytin toplama ya da rüzgarın getirdiği çam yaprakları… Tırmıkla toplayıp küme yaptım. Ama atmayı erteledim ve yazmaya başladım. Biraz sonra ya sesli bir uyarı gelir ya da Nezuş eline tırmığı alır ki bu durumu görünce tuşları bırakmak kaçınılmaz olur. Varsın olsun; bunlar yaşamın renkleri ve bunlarla keyif alabilmek de en kolay yol. O halde …

“Copculaş(tır)mak” diye bir tabir uydurdum. Bunu onbir yıl önce sıcak bir Haziran gününde grev yaşayan ünlü bir otelde bir nikah töreninde göstermek için hazırladığım beş dakikalık bir video filmin ana mesajı yaptım. O görselin içine Karşıyaka nikah dairesinde ve Körfez Vapurunda düzenlenen önceki iki törenden kesitler ekledim. “Seversem tam severim” meailinde bir yabancı şarkıyı fon müziği yaptım. Böylece Copcuların “Y Kuşağı”nın üçüncü bireyini de dünya evine koyunca 2006 yılında “C12” olduk. Bu oluşum 27 Eylül günüydü. Bu nedenle “Eylül Müjdeleri”nden üçüncüsü “27 Eylülde İrem’in Doğumu” idi. O günün sabahında biz (ben ve Kerem) Manisa’daydık. Mezuniyet için son sınavı tam da o güne denk gelmişti Keremin. Allah’ın işi ! Aynı gün hem mühendis ve hem de baba oluyordu. Elbet bunda da bir hayır vardı. Varmış da gerçekten; bugünNetsgillere, öncül ve ardıllarıyla bakınca çok net anlıyorum. Fakültenin kütüphanesinde yapılan sınavdan hemen sonra altımızdaki küçük Fiesta ile doğuma yetişebilmek için Kerem hız sınırlarını zorlamıştı (ben de dualarımı artırmıştım). Herkes hazırdı. Ümitgiller Bursa’dan bizden önce gelmişlerdi. Çok şükür ki Eylülün üçüncü güzelliği ile C12 olarak düzineyi sağlıkla tamamlamıştık (2012 de 21 Mart gibi ayrıcalıklı bir günde de Duru dünyaya gelince şu an sayımız C13. Binlerce şükür ve şükran ki fincanlarımız ve tabakları takım; bahçede kümelenmiş bitkisel atıklar atılmayı beklese de). Peki 27 Eylülü yaşayabilmek için öncülünde hangi iki Eylül güzelliği (müjdei) gerekliydi ?…

Kuşkusuz Kerem ve Zeynep…Peki bunların öncülü olarak ! İşte Eylülün ikinci müjdesi: 19 Eylül 1965. Yarının 51 yıl öncesi. Ben yirmiye bastım; Nezuş 19 ve fakültede öğrenci bir çocuğun ıslak ayakkabılarıyla evlilik serüveni… Şimdi, buradan, sahip olunan “varlık yorgunluğu” ile bakınca akıllı işi gibi görünüyor mu ? Ne günlerdi…”Yokluk yoksunluğu” bile ayrı bir hazdı. Gençlik. Sevda. Aile çatısı ve güven. Gerçek anlamda “carpe diem / günü yaşamak”. Sahip olunan bir lokma (rahmetli bakkal Fahrettin’in işleri de pek iyi değilken) ve paylaşılan “gerçek değer”. Belki yarın yeni bir “balayı yaşamı”; şükürlerle, dualarla. Önce “Sakız” dese de hevesimiz (iki kere gittik ve daha güzeli gözümüzün önünde > nice turfa müneccim gökte yıldır ararken önündeki çukuru görmezmiş. Pazartesi günü Prof. Mete’ye görünüp yakınlara doğru yatılı bir seyahat ve ertesi günü de sevgili Ümit’imizin hep dillendirip de bir türlü yapamadığı, gidemediği ve “Bene Tire’de Nüket Duru’ya benzetiyorlar” sözüyle yıllar öncesinden Başolgillere yaptığı esprinin pazarını gezmek (ne kadar açık oldu, ne kadar bulmacaya döndü > azıcık gizem iyidir). Evet Eylülün ikinci müjdesi 1965 yılındaki evliliğimiz ki ancak bundan sonra Ümit, Eray ve Kerem’le buluşan kızlarımız Pınar, Özgen ve Zeynep’le Copculaş(tır)mak hızlanacak ve bugün sevgi odaklı C13 olacağız. Daha ne ister insan ? Binlerce şükür…

Peki Eylülün üçüncü (aslında birinci) müjdesi ne ola ki ? O da 1946 senesinin güzel bir Eylül günü olan 14 Eylül ki Nezuş doğacak; İzmir’e gelecek (1958) ve biz kapı komşusu olarak her sabah birlikte troleybüsle yola çıkacağız. Ortaokul günleri; akşam üstleri Çankaya, Basmane’den eve kadar yürüyüş. Arasıra Gülhane pastanesinde keşkülü kaşıklamak (zaten bir keşküllük param olurdu onu da ısmarlar, fakat yemeden karıştırıp bırakırdık). Ardından Lise yılları ki komşu çocukları ilişkimiz artık aşka dönüşmüştür. Hele bir de lise sonda flört beraberliği artınca, sıklaşınca aileler devreye girerler. Fakültenin ilk yılında nişan olur ve “merak etmeyin biz beş sene bekleriz, mezun olunca evleniriz” deyip de ikinci sınıfın güz döneminde evlendik. Sonuç ? Binlerce şükür…

Yetmiş yıl önce Nezuş Alaçatı’da doğup (14 Eylül) İzmir’e gelince; 51 yıl önce Nezuş’la Musto evlenince (19 Eylül); çocuklarımız (ÜEK), kızlarımızla (PÖZ) buluşup ABİDE (@bide > Aslıhan, Barış, İrem, Duru ve Eren)in “mütemmim cüz” ü olan İrem 10 yıl önce doğunca (27 Eylül) biz Eylülün 3 Müjdesi (14, 19 ve 27) ile bugün C13 olarak benim şu misyon anlayışımla sağlık, esenlik ve mutlulukla (binlerce şükür) geleceğe doğru umutla ilerliyoruz. Binlerce şükür; daha ne ister insan ?

Özümden, ailemden ve yakın çevremden uzaklaşıp da “Sapiens”lere baktığımda neler görüyorum ? Bunun için 12 Temmuz 2016 deniz kenarında saat 18 dipnotuyla (aşağıda verdiğim) Bay Harari’nin “Sapiens” finalini aynen paylaşmak istiyorum:

“…Nezih abinin ikinci operasyonu ertelendi (ameliyathaneden dönüşünde tüm umutlarının tükendiği yüzünden okunuyordu. Torbalı-Alsancak- Net-Ildırı ve eve döndük. Kafatopu beşlisinin konuğu olduk Ada Balık’ta (2016 First Fethi); Ruhum karmakarışık (gelgitler; inişler çıkışlar; >< lar; ~- ler; *?! lar); görünen köy ve gayret içre çaresizlik; baş rollerde sigara ve Allah ıslah etsin (Nezih-Nâzım; Ümit-Kerem ve korkularımız)…” ve işte “Sapiens”in finali:

“…Yetmiş bin yıl önce Homo sapiens hâlâ Afrika’nın bir köşesinde kendi işiyle meşgul olan önemsiz bir hayvandı. İlerleyen bin yıllarda kendisini tüm gezegenin efendisi ve ekosistemin baş belasına çevirecek dönüşümü gerçekleştirdi. Bugün ise bir tanrı haline gelmenin, sadece ebedi gençliğin değil, yaratmak ve yok etmek gibi ilahi becerileri de ele geçirmenin arifesinde (Bay Harari GEGAgilleri bilmeden, tanımadan bunları yazmış; ya tanısaydı…)

Maalesef dünyadaki Sapiens rejimi şu ana kadar gurur duyabileceğimiz çok fazla şey üretmedi. Etrafımızı şekillendirdik. Gıda üretimini artırdık. Şehirler yaptık. İmparatorluklar kurduk. Çok uzak ve geniş ticaret ağları oluşturduk; ama dünyadaki acıyı azalttık mı ?… Dahası yaptığımız olağanüstü şeylere rağmen hedeflerimiz konusunda emin değiliz. Her zamankinden daha memnuniyetsisiz. Kano ve kadırgalardan uzay gemilerine vardık ama nereye gittiğimizi kimse bilmiyor. Her zamankinden daha güçlüyüz ama bunca güçle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Daha da kötüsü insanlar her zamankinden daha sorumsuz görünüyorlar…Diğer hayvanları ve etrafımızdaki ekosistemi sürekli mahvediyoruz ve bunun karşılığında sadece kendi konforumuzu ve eğlencemizi düşünüyoruz; üstelik tatmin de olmuyoruz…”

Ne kadar doğru ve üstelik 1725 sokaktan sonra 1507 köşesinde ülkemde bu görünenler katmerli ve GEGA Dörtlüsü salınarak piyasa yaparken bizi piyonlarla aldatıyorlar. Biz gerçekten de Sapiens olabildik mi ? Kuşkuluyum. Allah encamımızı hayreylesin.

Misyonum (kendime yüklediğim ödev, varlığımın nedeni, katkım), özümün, ailemin, sevdiklerimin ve iş arkadaşlarımın daha mutlu, daha başarılı ve daha sağlıklı olmaları için kendilerine yardım etmelerine yardımcı olacağım”. Açık olan şu ki her kim kendine yardım etmeye çalışırsa bir başkasının yardım eli işe yarar.

Sözün özü “istemek”.

Sağlık ve esenlik içinde “GAT Dünyada MASlaşmak için RAW sorgularınızla sahip olduğunuz değerlerin farkına varmanızı” v e böylece artan farkındalığınızla daha fazla seçeneği görüp, daha doğru kararlar almanızı ve daha iyi sonuçlarla gerçek Sapiens olarak umutlara katkı sağlamanızı diliyorum.

Öykücü