“…This is a book. What is this ? It is a book…When Gulliver’s ship went on the rocks near an island, he was the only man who get safe to land...She is so beautiful...Upskiling field force to enable new roles...”
Merhaba
“Her istediğini söyleyen hiç istemediğini işitir“. Yalan. İnanmıyorum. Daha doğrusu düne kadar inandım ve artık inanmaktan vaz geçiyorum. Yaşamın gerçekleri öyle değil. “O” her aklına geleni (pardon düzeltiyorum), her ağzına geleni söylüyor ve hiç bir şey işitmiyor. İşitmiyor; çünkü konuşan yok. Eskiden “ağzı olan konuşur” denirdi. Şimdi herkes dilsiz ve bir tek “O” konuşuyor. Bir tek “O”nun ağzı var ses çıkaran. Diğerleri dut yemiş bülbül gibiler. Dut yiyen bülbül neden susar; susak kalır bunu da bilmiyorum. Bir bilene soralım mı ?
Bir zamanlar “Bir Bilen” dendi mi rahmetli Süleyman Demirel akla gelirdi. Yarınlarda ne dendiğinde “O” akla gelecek acaba ? Bir zamanlar yine bir rahmetli “Anayasayı bir kez delmekle birşey olmaz” diyen ve zamanında “Köşe Kapmaca” değil de “Köşe Dönmece” hüner sayılan biri daha vardı ki ne zaman “O”nu düşünsem arabanın önünde baş papatya ile oturuşunu ve “Koy bir kaset dinleyelim” deyişini anımsarım. “O” bir zamanlar kaset kordu şimdilerde ise adamın biri hepimizin bir yerine koyuyor ve koymaktan da söz ediyor utanmadan. Şimdinin baş rolündeki “O” ise bağırsan duyulur diyor ama bas bas bağıranları duymuyor. Sanki direğe tırmanan “Sağır Kurbağa” gibi. Belki de başarısı (başarılı görülmesi; baş rolü sürdürmesi) bu duymazlığına, vurdum duymazlığına bağlı. Birisi çıkıp da “Yalancısın yalancı” şarkısını söylemiyor. Sadece cılız bir ses ve o da iki gün sürüyor. Mücadele etmesi gerekenler ayağa kalkmakla oturmak arasındaki ikilemde ve neredeyse rükudan secdeye geçmek üzereler. Bu noktaya gelince aklım “Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime” diyor. Ya sizin aklınız ?
Ben altmış yıl önceye kadar bir tek “O” bilirdim. Üçüncü tekil şahsımdı. Küçük “o” ile yazardım. Ne zaman ki cümle başına gelme şansı olur işte sadece o zaman büyük “O” olurdu benim için. Ötesi yoktu. Hayvan ya da insan olması fark etmezdi. “O” sadece “o”ydu. Daha fazlası değil. Yaklaşık altmış yıl önce Altıntaş İlk Okulunu bitirip de tepedeki tarihi binadaki Soma Orta Okulunun birinci sınıfına başladığımda (1957), ilk defa İngilizce ile tanıştım. O da taşrada ne kadar olabilirse. Yarım yamalak. Hoş ülkenin tamamında yabancı dil öğretimi hep yarım yamalak oldu. Hangi yazarın kitabıydı bilmiyorum. Yazımın girişindeki mavili üç cümle ile başladı İngilizce öğrenmem (ki yetmişi aştım hâla öğrenemedim). İşte ilk buluşmamızda İngilizcenin üç “O” sundan hayvan ve eşyayı anlatırken kullandığımız “It” oldu. Bugünlerde “itin izi atın izine karıştı” diyorlarsa da ben yetmiş yılda “It’in Horse’a bindiğini” hiç görmedim. Bugün “It & Horse” birlikte gidiyorlarsa ve at tırısa kalkmışken “it” dörtnala bize biniyorsa bunda “It”in suçu yok ki. Jokey kim ?
“O” ile ilk buluşmamız “It” olunca ben yetmiş yılda ne zaman “O” görsem hep “It” hatırlar oldum. İlk tanışma çok önemli ve 1957 de ben taşrada yaramaz bir sokak çocuğu idim. Bu nedenle “It”e diğer “O”lardan daha fazla yakın oldum. Hâla da öyleyim ki iki gün önce “It” düşüncesiyle “ÖküzPlus” yazımı az kalsın yayımlayacaktım. Ne olurdu ?
Daha sonra Soma’dan İzmir’e taşındım ve Ortaokulun ikinci evresi Tilkilik Erkek Ortaokulunda geçti. Disiplin çok yüksekti. Bu ortaokulu bitirenleri alıyordu İzmir Atatürk Lisesi. Bu nedenle ben taa Tepecik’ten Agora’ya geliyordum ortaokula gitmek için hergün. Üstelik İzmir’e yabancı bir taşralı çocuktum ve şimdilerde olduğu gibi öyle servis falan da yoktu. Man ve Fiat Troleybüsler (boynuzlu elektrikli otobüsler) vardı Tepecik hattına çalışan. İlk duraktan bindiğim için yer bulmakta, oturmakta şanslıydım. Ama oturmazdım. Pantalonumu kendim ütülerdim (gazocağı üstüne konan eski kömür ütüsüyle) ve ütüsü bozulmasın diye ayakta giderdim. Mükemmel (başarılı, sağlıklı, keyifli ve Nezuş’la tanışmaktan dolayı da ruhen doyumlu, akşam üzeri özlemli, sabah gidişte sevinçli) bir ortaokul yaşamım oldu. Ben Zeytinlik’te Sakız Bakkaliyesinin sahibi Bakkal Fahrettin’in oğluydum; Nezuş da komşu kızıydı. Her sabah birlikte yola çıkardık. Böylece ortaokul bitti ve İzmir Atatürk Lisesine başladığımda beraberliğimiz de artık masumiyetten flörte döndü. İşte tam sırada İngilizcenin ikinci “O”su olan “He” ile tanıştım. Neden “she”den önce “He” ? Kendime farkındalığım mı gelişiyordu ?
“Eşya”yı bir kenara bırakayım da canlılardan “Hayvan” la somutlaştırmaya çalışayım “O” nun ilk temsilcisi “It”i. Bu kez elimizdeki kitap “Gatenby” in gramer ağırlıklı kitabıydı. Anlıyamıyordum. “Present (“şimdiki zaman” demek olduğu gibi armağan” demekti aynı zamanda) sözcüğünü gördükçe ben Nezuş’u düşünüp daha çok “armağan” olarak anlıyordum fiillerin sonuna “ing” eki gelse bile. “Present Perfect Tense” dendiğinde “Have” li “Has” li bu zamanın neden perfekt (mükemmel) olduğunu da anlamıyordum. İşim zordu. Kafam dağınıktı. Bugün ağzına geleni söyleyen “O” nun da kafası dağınık mı acep ? Yoksa karşısına geçip de ayağa kalksam bana ayıp, otursam “O” nun temsil ettiği yönetim biçimine ayıp diye “Buridanın Eşeği” gibi iki saman yığınına bakıp da açlıktan ölecek hale gelenin mi aklı karışık ?
Herneyse ! Soma Ortaokulunda “It” olan “O” daha sonra İzmir Atatürk Lisesinde “He” oldu ve erkekleşti. Günler birbirini kovaladı. Lise yaşantım güzeldi; keyifliydi. Teklemeden bitse de arasıra zorlandığım anlar oldu. Muhtemelen rahmetli babam benden daha ççok umutsuzluğa kapılmıştır özellikle Lise İkinci sınıfta “Uzay Geometri” ile tanışınca ve altı zayıfım gelince (halbuki bir yıl önce İftihar Listesine asılmıştı fotoğrafım). Yine de Gatenby’in kitabı ve “He” düzeyine çıkmış “O” ile 1963 yılında lise bitti ve Fakülte yıllarım başladı. Önce nişan ve sonra düğün derken Fakülte üçüncü sınıfta oğlum Ümit doğmuştu. Ne cesaret ama ! Demek ki gerçekten de ben “He” olmuşum. İyi güzel de “O” neden “He” olamadı; olamıyor; olamayacak ?
Sonra Enstitü yıllarımın devlet memurluğu başladı. Erzurum’da geçen 24 aylık 95nci dönemin sonlarında 1250 TL maaş alırken, enstitüde 35 asli maaşla birden 525 TL na talim eden “He” Mustafa’nın iki çocuklu “araştırıcı” yıllarının zorlukları kadar dostlarla, dostluklarla, araştırmanın heyecanlarıyla bir de üstüne TÜBİTAK Ödülü ile süreç hızlanıverdi. Bunun için öncelikle doktora yapabilmemin ilk sınavı olan yabancı dili geçmeliydi. Amerikan Kültür Derneğinde “900 (Nine hundred)” kitabıyla tanıştım. İngilizcede parça değiştirmeyi bilirsen ve de 900 cümleyi bilirsen tamamdır diyordu bu kitap ve benim belleğimdeki “O” bu kez de üçüncü tekil şahsın en güzeli ile buluştu : “She”. Artık dilimde hep “She” vardı. Neden hâla “O”nun dilinde bir “She” yok; bir “She Zarafeti” yok ? Neden “O” hâla İngilizcedeki üç adet “O” nun ilk adımının ötesine geçmiyor; geçemiyor ?
Bu kadar yeter. Dün hep çıkar diye bekledim ki “O”yu ayakta karşıladıktan sonra her aklına (ağzına ) geleni, her yerde, herkese söylemekten çekinmeyene, neden hiç beklemediğini söyleyecek biri çıkmıyor. Belki ayıp olacaktı; varsın olsun. Biri cesaret edip de “Hey Usta” diye söze başlayıp ardından da şu şarkının nakaratını söyleseydi “Yalancısın yalancı”. Hem de imamın üç kez sorduğu gibi. Ne olurdu ? Bırak seni de öyle ansınlar. Bırak seni ayıplasınlar, Bırak medya bununla çalkalansın. Bırak bir iz kalsın. Bırak “O” istemediği bir şeyi duysun ve “O”nun da uykuları kaçsın. Belki dank ederdi. Belki ıslah olurdu; belki doğru yolu bulurdu. Belki hidayete ererdi. Belki de “He” düzeyine geçerdi. Neler olurdu acep ?
“It” den “He” yoluyla “She”liğe erişen olgunlaşmaların umuduyla geceler uykusuz da geçse yolumuz ve yolculuklarımız hep aydınlık olsun.
Öykücü