“…Olmak ya da olmamak… Yapmak ya da yapmamak… Eylem ya da kayıtsızlık… Tanrı rolüne soyunmak… Niyetin safiyeti ve niyet dışı sonuçların kabulü…Sisifos’un Kayası…Kaya yuvarlanır durur ve kişi sonunda kendi yükünü bulur…Var oluş kaygısı, kendi olma ya da olamama kaygısıdır… Sır ve su; Öfke ve ölüm; Hades ve Zeus; İşkence ve mutluluk… Kaderinin ana hatları çizilmiş olsa bile, iradenin gücü, seçim özgürlüğü yani yolu kişinin kendisinindir… Londralı yaşlı kadın koridorda tepinmektedir… Bunu gören Chan Hoca “adil süreci” omurganın ortasına oturtur, kızıl denizlerden mavi okyanuslara açılırken… Kendinizi sorgulayın…”
PLN-D&D > Değişimde 4 Yön (Kurum kültürü; Liderlik; İletişim; Müşteri)
Merhaba
Haklısınız. İlk bakışta bana da saçma görünüyor yazımın girişindeki ilintisiz sözcükler. Belki de bu yazımın ana fikri “saçmalık”. Neden mi ?
Dün saçma bir gündü. Son günlerin çoğu, saçmalıklarla dolu görünüyor gözüme ülkemdeki kaosa ve yapılanlara/yapılmayanlara baktığımda… İki gün önce program dışı bir geçmiş olsun ziyaretinin ardına gönüllü bir çağrı ile balıklı akşam yemeği eklenmişti. Çok da güzel olmuştu. Allah razı olsun. Yemeği beklerken torunum Barış’ın bana gösterip elime verdiği kitap “Das Kapital”in İngilizce baskısıydı. Kitabın konusu da dili de ve lisanı da beni bile aşıyor yetmişikiye az kala. Çok hızlı büyüyor “Z Kuşağımız”. Ne nesnelerine, ne akıl yapılarına, ne tercihlerine ve ne de günlerine değer katan, anlam yükleyen araçlarına (dijital) yetişmek ve anlamak olanaklı (en azından benim için). Elime verilen kitaba baktım; yuvarladığım kayayı düşündüm ve çaresizliğimi saklamayı kitaplıktan bir başka kitap alarak kağıda yazmaya, notlar almaya başladım. Ben neden böyle yapıyorum ? Neden sıkıştığım her durumda çoklukla yazmayı yeğliyorum ?
Bu soruya açık yüreklilikle yanıt verilir mi; verilmeli mi ? düşünmem gerek. Düşünürken soru önemini yitirecek, soran beklediği yanıtı unutacaktır. Kitaplıktan seçtiğim Albert Camus‘un 1942 de yazdığı (1977 de Türkçeleştirilmiş), “Sisifos Söyleni” isimli kitaptı. Sisifos bana tanıdık geliyordu. İlk anda çıkaramamıştım. Ne zaman ki “Yuvarlanan Kaya”yı gördüm, işte o zaman nerede, nasıl tanıştığımızı anımsadım. Biz Sisifos’un bu efsanesinin ana fikrini, daha Sisifos’un kim olduğunu bilmeden ve düşünmeden CINOS’un üç evresinde de ROFO diye kullanıyorduk. “Yuvarlanan Taşlar” dan esinlenip bir ay sonrasını bile göremediğimiz pazarın sisi içinde 24 ay sonrasının kestirimlerini yapıyorduk. Bizim o zamanlar kayamız da buydu. Bu arada atalarımızın güzel sözlerinden olan bir özdeyişimizle bağlantı kurmayı bile akıl edemiyorduk; gerek bile görmüyorduk: “Yuvarlanan taş yosun tutmaz” derlerdi. Dere yataklarındaki çakılların köşeleri kalmamıştı ve ortalıkta yosun da görülmüyordu. Biz çakıllarla takmışken kafayı Sisifos kayasını tepeye doğru habire yuvarlıyordu. Sisifos mutlu muydu ?
Altmış yıl önce Nobel Edebiyat Ödülü almış olan Albert bey kitabını Homeros’un efsanesine dayandırıyordu. Kitabı okumak yerine isterseniz Milliyet’in blogundan 08.11.2010 tarihli köşe yazısında Berk Yüksel’in güzel anlatısı ile “Sisifos”u daha kolay anlayabilirsiniz. Kısaca alıntı yapayım:
“…Sisifos’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken:Yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye tam vardı varacak, işte tam ama tepeye varmasına bir parmak kala bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geriye, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı kan ter içinde…” Sözlerin burasına Danimarkalı varoluşçu düşünür Kierkegaard’ın adını sıkıştıran yazar şu sözleri öne çeker: “Var olma kaygısı, kendi olma ya da olamama kaygısıdır“. Bu sözlerin arasındaki “olmak ya da olmamak” ünlü sözleri de beni alıp dün gecenin yarışma programına götürür. Herşeye gülen, ciddiyetten uzak, neyin maskesini taktığını bilemediğim (hoş program sunucusu da sessizliğin acıtıcı bakışında bu saçmalığı sorguladıysa da) genç göz göre göre 45.000TL nı nasıl yitirdi ve kendi kayasına kafasını vuruyor mudur acep şimdi ?
Yarışmada 15.000TL lık barajı aşıp da iki jokere (50:50 ve Çift seçenek) kavuşan genç 30.000TL lık soruyu hasarsız geçmiş ve 60.000TL lık soruda Şekspir’den bir soru ile karşı karşıya kalmıştı. Seçeneklerden biri “olmak ya da olmamak idi” ve bu düzeye erişen yarışma sorusunun yanıtı olarak böylesi çok bilinen seçeneğin tuzak olduğu açıktı. Şekspir’i okumadığını ve yanıtı bilmediğini itiraf eden genç yine anlamsız gülüşlerle (sadece ciddiyetsizliğin görüntüsü) bu seçeneği seçti. Yanıt yanlıştı ve elindeki iki jokey boşa gittiği gibi 60.000TL garanti iken 15.000TL a razı olup yine anlamsız gülüşlerle salonu terketti. Neden böyle yaptı ?
Berk bey yazısının bir yerine Aldous Huxley‘den bir söz sıkıştırır (http://www.sozkimin.com/a/722-aldous-huxley-kimdir-sozleri-ve-hayati.html): Bu dünya belki de bir başka gezegenin cehennemidir. Sisifos Efsanesinde Sisifos ölümü esir alıp zincire vurmuştur. İşsiz kalan Hades buna kızmıştır. Zeus’a şikayet eder. Zaten yaptıkları bini aşmış olan Sisifos’a kayayı verir ceza olarak Zeus. Sisifos sonunda bu cezadan mutluluk yaratmayı da bilir. Albert bey yetmiş sene önce bu durumu şöyle açıklar: “İnsan anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır…” O halde neden ben enseyi karartıyorum kayamı tepeye doğru yuvarlarken ? Soruyorum ve yanıt aramıyorum. Yanıtın kendiliğinden içime doğmasını bekliyorum. Biz buna 2005 yılında Paris’te “Sezgi Yürüyüşü” dendiğini öğreniyorduk. Albert bey devam ediyor ” Sisifos’un kayası ve yolu herşeyin tükenmediğini ve tüketilmediğini öğretir… Kaderinin ana çizgileri çizilmiş olsa bile iradenin gücü, seçim özgürlüğü yani yolu kendisinindir. Kayası ise kendi nesnesidir. Kaya yuvarlanır durur, kişi kendi yükünü bulur”. Ve Berk beyin yazısındaki son sözler: “Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan kişi yenilmezdir“. Nasıl olacak bu iş ?
Sisifos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıdır. Haydutluğa eğilimlidir. Bu kadarcık tanım bile size tanıdık geliyor mu ? Ruhlar ülkesinin yararsız işçisidir. Tanrıları hafife alıp onların gizemlerini açığa çıkarır. Ruhlar ülkesinde cezalandırılır. Sisifos tutkularıyla olduğu kadar sıkıntılarıyla da uyumsuzdur. Bu arada açıklamak gerekir ki; Albert beyin kitabında ağırlıkla yer alan “absürd” sözcüğü, “saçmalık” dan daha çok ve özellikle “uyumsuzluk” olarak çevrilerek anlamlandırılmıştır. Onun tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşama tutkusu, tüm varlığı “hiçbir şeyi bitirmemeye mahkum bir işkence”ye dönüşmüştür. Bu onun tepeye çıkardığı ve yeniden yuvarlanan kayasıdır. “Gölgesiz güneş yoktur; karanlığın sonu olmadığını bilen kördür” der Sisifos (mu yoksa Albert bey mi ?). Böylece Sisifos tepeye karşı didinmeyi bile mutluluğa çevirir (gerçekten mi ?). Bu arada Sisifos acaba Tanrı rolüne de soyunuyor olabilir mi ?
Bu sorunun yanıtını “50 Felsefe” kitabının “Eylem ve Kayıtsızlık” ya da “Çifte Etki İlkesi” başlığında bulabiliriz. Bölümün öyküyle başlayan ilk paragrafında “Su daha şimdiden mağaracıların göğsüne ulaştı bile. Üstelik duracak gibi de görünmüyor. Kurtarma ekibi hemen bir karar vermezse sekiz kişi yarım saat içinde ölecek. Tek seçenek suyun yönünü yandaki küçük mağaraya çevirmek. Orada da kurtarılmayı bekleyen iki kişi var. Güvendeler ve sabırla kurtarılmayı bekliyorlar. Suyun yönü değiştirilirse bu ikisi birkaç dakika içinde ölecekler; değiştirilmezse diğer mağaradaki sekiz kişi yarım saat içinde ölecek…” Ne yapsınlar ?
Suyun yönünü değiştirip yaşayacak iki kişiyi öldürmek mi Tanrı rolüne soyunmak; yoksa yapacak şey varken hiçbirşey yapmadan sekiz kişinin ölümüne razı olmak mı Tanrı rolüne soyunmak ? Her ikisi de. Yapsan da yapmasan da sonucu belirleme yargısı, yazgısı senin eline verilmiş. Kahredersin bu durumda olmayı. Birşey yapmamak da bir harekete geçme eylemi değilmidir aslında ? Ötenaziye karşı çıkıyoruz da kurtulma umudu olmayan hastalara ağrı kesici ilaçlar veriyoruz. Amacımız hastanın acısını hafifletmek ama bu arada bu ilaçların bilinen yan etkisiyle hastanın ömrünü kısaltıyoruz. Tanrı rolünde değil miyiz ? Nerden düştü bu “kendini sorgulama” biçimi bugün aklıma ?
Muhtarların babası yine bildiğini okuyor. Oyun oynanmaya devam ediyor. Hans’ın silahına ödenen para ile John’un oğlu uyuşturucu alıyor ve bunu kullanan Hans’ın kızı ölüyor. Halep’deki feryatlar; Beşiktaş’ta gözyaşlarına karışıyor. Bir başka gezegenin cehennemindeyiz ve eylemler ve kayıtsızlıklar içiçe giriyor. Yürüyüş yolundaki karıncalar ne kadar özen göstersem de ayağımın altında eziliyor. Kalan sağlar onları alıp yuvaya götürüyor (yiyecekeler mi acaba ?). Hava ayaza kesince yavru kedi gelip komşunun kapısının önündeki paspasa kıvrılıyor. Bazen pislediği paspası atıyorum bazen de kediyi. O andaki tercihlerimde bazen kendimi suçluyorum bazen de boşveriyorum. Gelgitlerim artıyor. Uyumsuzluk bu mu olsa gerek ?
Herşeye rağmen; Çeşme’de olduğu gibi Mavişehir’de de “4K” dan (Kalp/Kafa/Kol/Kuvvet) “4Y” e (Yatmak/Yürümek/Yemek/Yazmak) uzanan süreç şükürle, şükranla, minnetle ve ağız tadıyla sürsün diye beklentilerimi minimize ettiğim (iş yaşamında kullandığım “low profile”) düzeyde kalmaya çalışıyorum. Buna rağmen bin araçlık otopark bomboşken gidip komşunun plakasını düşürüyorum. Nasıl olduğunu ben bile anlamıyorum. Bazen gerçekle şakayı ayırt etmekte zorlanıyorum. Bunu WhatsApp grubumda itiraf edip de sonuna “…inşallah birgün ayırdına varırım” diye yazdığımda yanıt net ve hızlı geliyor: “inşallah”. Umutsuz vak’a mı(yım) ?
Bay Huxley’den bir sözle bitireyim: “Her gidiş bir dönüşü terkeder. Gitmeden önce düşün; çünkü döndüğünde bulduğun aynı olmayacak giderken bıraktığınla...”
Kalın sağlıcakla.
Öykücü