“…Bir bilgeye, “Bir insanın zekasını nasıl anlarsınız ?” diye sormuşlar. “Konuşmasından” demiş bilge. “Peki ya hiç konuşmazsa ?” diye devam etmiş soru ve bilge gülümsemiş “O kadar akıllı insan yoktur ki !“…“Olgun insan güzel söz söyleyen değil; söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyendir” demiş bizim ünlü Konfiçyüs…“
SSTC den Kesitler ve Rahmetli Nezih Abinin Kızgınlığı (Kızgın Bağcı Nezih rolü)
Merhaba
Havasıyla ve etkisiyle gelgitler yaşatan Temmuz’u uğurladık ve Ağustos’a başladık. Herşeyine şükrettiğimiz bir ay daha geçti ömrümüzden ve dilimde yine Ağustos için “Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler...” var (https://www.youtube.com/watch?v=vCFvqtyH_jY). Neden olmasın ? Sen yeter ki iste…
Zirve yapan, yaptığına tanık olduğum diz ve kaval kemiği ağrılarında en yakın sağlık merkezine uzandı yolumuz Temmuzun ortasında. Bu kısa yolculuyk internete olan yakınlıkla eyleme dönüştü. Internet aslında bir “Gayya Kuyusu“; orada arayan Mevlasını da buluyor, belasını da ve maharet doğru ile eğriyi ayırt edebilmekte. Hem sınırsız hem denetimsiz bu sosyal medya ağı ya vezir ediyor ya da rezil gözü kapalı yolculukta. Ortası yok mu ? Elbette var.
Temmuz 2017 de internetteki bu sağlık yolculuğu görüntüsü bana yetmişli yıllardaki Enstitü-Fakülte farklılığını anımsatıyor. Bu iki kamu kurumunda araştırma sonucu bulunan ve deklare edilen bilgilerin hangi süzgeçlerden, kaç elekten geçerek yayımladığına ilişkin görüntüyü anılarımda canlandırıyorum. Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü’nde onaltı yıla yakın uzunca bir süre çalıştım. “Asistan Masistan Parçacı” diye dalga geçtikleri ve laboratuvar laboratuvar gezdirerek oriyente ettikleri (Eylül 1970) bir dönemle başladı araştırmacı yolculuğum. Rahmetli İsmail Oktar ve İzzet İlikler abilerin “Genl Zararlılar Laboratuvarı” ile yola çıkıp “Hububat Hastalıkları”nda karar kılmıştım. Belki 1970 yılına ait bu serüvenin de defteri duruyordur çatının çeyizlerinde. Onaltı yıl içinde pekçok kez Fakülte ile ortak çalışmalarımız da oldu. Örneğin Prof. Dr.F.Macit ile patlıcanlarda Vertisilyum Solgunluğu testleri yapıp da dayanıklılık kaynaklarını bulmaya çalışmak gibi. Ya da ortak TÜBİTAK Projelerinde yer almak gibi. Enstitüde tam gelişmiş ve “Beyaz Kitap“la yazılı kılınmış bir disipliner sınav yolculuğu vardı. Bundan her zaman, her ortamda gurur duymuşumdur. Bu kurallar demetini bir yönetmelik haline getirme onuru da Dr.Kâzım Türkoğlu‘na nasip olmuştur. Allah selamet versin. Kendimi örnekleyerek bir proje önerme ve oluşturmanın serüvenini anlatayım. Bunu dünün Enstitü-Üniversite farkını anlatabilmek için ve bu örnekle bugünün internet ortamındaki denetimsiz başıboşluğu gösterbeilmek için yapmaya çalışıyorum. Örneğin bundan 45 yıl önce (1972) “Buğday hastalıklarıyla ekonomik düzeyde ilaçlı savaşım olanakları” isimli bir proje almak istediğimi düşünün ki bu tümüyle gerçek bir olgudur. Ne yapmak istiyorum ? Bu anlatımdan “5Y” ye uzanan sürecin sonunda nasıl bir mesaj çıkaracağım ?
“Hububat Hastalıkları Laboratuvarı“nın bir ssistanı olarak (!) ve proje lideri olarak projemi hazırlarım. Daktiloda üç kopya yazarım ve laboratuvar içinde tartışmaya açarım. Uzman Başasistan sevgili Mustafa Öğüt ve Laboratuvar Şefimiz rahmetli Dr.Coşkun Saydam tarafından görüşler verilir; eklemeler, çıkarmalar yapılır, doğru ve verimlilik için en sert eleştiriler yapılır ve gerekli düzeltmeler, düzenlemelerden sonra “Enstitü Araştırma Komitesi (EAK)”ne sunulur. EAK’ne sunulduğunda artık proje benim değildir; bizim laboratuvarımızındır. EAK’ne herhangi bir nedenle proje lideri olan ben katılamazsam, sevgili Öğüt veya Dr.Saydam projeyi kendilerinmiş gibi aynı inançla savunacaklardır. Böylece proje, ilk süzgeci geçmiş olacaktır. Proje yeteri kadar çoğaltılır ve Komitenin toplantısından bir hafta önce tüm katılımcılara dağıtılmış olur. Kırk yıl beş önceyi hayal edin. Henüz fotokopi de yok. Mumlu kağıda yazılır ve teksir makinesinde basılır. Mumlu kağıda yazmak için daktiloda nasıl bir değişiklik yapmak gerekir, bilir misiniz ? Hey gidi günler hey…Bunun için sekretaryanın (sevgili Erol Birgüncan) zamanı olursa yazım işini o yapar; olmazsa ben kendim yaparım. Kendim yaparsam daha çok sevinirim. Bu bana külfet gelmediği gibi, yazarken daha iyi okuyup belleğime kazırım. Daha iyi hazırlanmış olurum. Gün gelir ve EAK toplanır. Projeyi sunarım.
İkinci süzgeç olan EAK de neler olacaktır ? EAK’nın yapısına ve rolüne de kısaca değineyim. Adana, Ankara, Bornova (İzmir), Erenköy (İstanbul), Diyarbakır, Samsun ve Erzincan olmak üzere yedi Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü vardı. Herbiri kendi bölgesinin tüm tarımsal mücadele sorunlarına çözüm arardı; bulurdu. Bulduklarını yayımlardı. Ayrıca uygulamacı kuruluşlarla (Zirai Mücadele ve Karantina Bölge Başkanlıkları; İl Müdürlükleri; Köy Grup Teknisyenleri) yıllık toplantılar yaparak paylaşırdı. İzmir Başkanı olarak ilk anımsadığım isim rahmetli Kapçık Mustafa idi; Karantina Müdürü de “Süslü Sebahattin” di. Sonra Şimşekcan geldi başkanlığa, daha sonra da Fehmi bey. Herbiri bir diğerinden değerli otorite idi. TMOfisinin toplantı salonunda araştırıcı-uygulamacı bakış açılarının en sert şekilde tartışıldığı bir hafta yaşanırdı. hem tartışmalarını özlerdik her yıl ve hem de “Formülatörler Derneği”nin zengin ağırlama yemeğini. Dernek daha sonra ZİMİD oldu; ardından yerli-yabancı ayrımıyla bir de TİSİT doğdu. Yıllar hızla değişimleri ard arda zorladı. İstanbul’un Bağdat Caddesindeki Erenköy Enstitüsü kapatılmasın diye rahmetli hocamız Prof.Dr.Niyazi Lodos çok ter döktü. Her neyse. Biz gelelim yıllık başkanlık toplantılarından tekrar Enstitüye dönelim. EAK’de bölgeyi bilen ve uzmanlık alanları farklı olan (kimi meyveci, kimi pamukçu, kimi nematodcu, kimi virüscü) kırka yakın araştırmacı kıran kırana tartışırlardı projeyi . Bu grubun fonksiyonu aynı ekolojik koşullarda (Ege Bölgesi) farklı uzmanlıkların açılımlı bakış açılarının süzgecinden geçirmektir projeyi daha verimli olması için. Hani SSTC Öğrenme Yolculuklarında hep derim ya “Hazırlık %80/Sunum %20“; işte tam onun gibi hazır olmazsan “Pareto Yasası“nı aklından çıkarırsan süt dökmüş kedi gibi melül melül projen koltuğunun altında geri dönersin. EAK de ustaların deneyimi (rahmetli Meliha Karman gibi) ile gençlerin heyecanı arasındaki çatışma bazen saygı sınırlarını zorlardı. Rahmetli Saydam”ın bir sözünü anımsıyorum. Tartışmanın alevlendiği bir anda deneyimli usta karşı çıkışın sertliğini saygısızlık olarak yorumlayıp da hizaya getirmek istediğinde rahmetli Saydam “Benim içi,n saygı, bilimsel tartışmaya sınır koymak değildir; benim için saygı sizi otobüste ayakta gördüğümde kalkıp yerimi vermektir” demiştir. Neden böyle yaparlar ? Neden bu denli ince elenip sık dokunur ? Konu güven meselesi midir ? Yanıt “AKUKASOS” da özetle yanıt bulmaktadır. Nedir AKUKASOS ?
Çünkü her yerde, her zaman kaynaklar sınırlıdır; akılcı kullanılmalıdır. Amaçlar farklı farklıdır. Bu farklılıklar içinde amaç birliği sağlamak şarttır ve zordur. Kimine göre çözüm “vurunca oturtmalıdır“; yani adına “knock-down” dediğimiz ani etki, hızlı kazanım sağlanmalıdır. Bu nedenle kimileri on ilacı alıp denemeye tavsiye edilen birer dozunda etkileri aramakla yetinirler. Kimileri de üç ilacın beşer dozu ile daha derinlere inmek isterler. Buna ek olarak da “long lasting effect” dediğimiz “kalıcı etkilere” bakıp da “masraf/yarar” hesabına önem verirler. Kimileri de “etki” nin ötesine bakıp ” iyi güzel; böcekleri öldürdük de bunun bize görünüşün ötesinde verimde nicel ve nitel olarak ne kadar katkısı oldu ?” diye ince hesaplara dalarlar. Öylesine ateşlenir ki tartışmalar ara vermek bile gerekebilir. Her zaman Kurallar baskındır ve araştırma disiplini için şarttır. Makul ve mantıklı varsayımlarla kurulacak olan hipotezlerin doğrulanması için hem proje liderinin ve hem de önerdiği ekibin alt yapısının (back ground) güçlü olduğu ortaya konmalıdır. İkna esastır. Çünkü elde edilecek sonuçlar Enstitünün ortak sorumluluğunda yayımlanacaktır. İşte Amaç, Kural, Kaynak, Sonuç ve Sorumluluk Beşlisidir EAK deki çatışmaların ve buluşmaların ortak paydası. Ben buna “AKUKASOS Kardeşliği” diyorum. EAK den başarıyla çıkan, kabulü onaylanmış proje artık Bornova ZMAEnstitürünün eseridir; ürünüdür; malıdır. Laboratuvar ve Komite sınavlarından, iki elekten geçen proje her yıl yapılan “Çalışma Grubu Toplantısında (ÇGT)” tartışmaya açılacaktır. Ankara yolları görülür. O yıllarda Ankara’nın ne bağını ne yolunu biz böyle bilmezdik ( https://www.youtube.com/watch?v=vP_Bi4z65Wk).
Yetmişli yıllarda Çalışma Grubu Toplantıları her yıl sonbaharda ve hep Ankara’da yapılırdı. Biz devlet memurları için öyle yılda bir kere de olsa özellikle konaklamak pis misafirhanelerde bile olsa çok zor bulunurdu. Yalvar yakar olurduk. İlaç Alet Enstitüsünün Dışkapı’daki (Keçiören !!) misafirhanesinde kalabilirsek şanslı sayardık kendimizi. Kızılay’da Tavuçuk’da salaş bir akşam yemeği beş yıldızlı ve hatta Michelin Yıldızlı restorandan daha fazla keyif verirdi bize. Gece yarısına doğru Ulus’ta dolmuş beklerken büfeden alınan bir şişe soğuk süt bile zevkimizi katlardı. İşte böyle toplantılardan birinde altı kişi kaldığımız odada hemen yanıbaşımda Prof.Dr.A.Çıtır ve Prof.Dr.T.Döken yatıyordu. Bu iki can dostum o zamanlar Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi adına toplantımıza katılan, katkı sağlayan akademisyenlerdi. Biri İngiltere’den diğeri ABD den gelmişti. Onları en son sırasıyla Tekirdağ ve Aydın Üniversitelerinde görmüştüm. Sağlık ve esenlik dileklerimle Çeşme’den selam ve sevgiler sunuyorum. Seksenli yılların ortalarında CINOS‘lu olunca öyle lüks otellerde iş ilişkilerinde konaklamayı ilk defa gördüm. Neyse konuya dönelim. ÇGToplantısının fonksiyonu da EAK gibiydi; farklı bir bakışla AKUKASOS Kardeşliğiyle çatışmak ve buluşturmak için yeni bir etap başlardı. İşte gerçek “Challenge” bunlar olsa gerektir. ÇGToplantısında aynı konu uzmanlarının farklı ekolojik koşullarda edindikleri deneyim projeye yansıtılmaktır. Böylece proje üçüncü elekten, süzgeçten de geçmiş olur. Bitti mi ? Bu kadar süzgeç yetmez mi ?
Projeniz “A” ise; daha kapsamlı ve “Beş Yıllık Kalkınma Planları” ile hem kaynak kullanımında ve hem de sonuçların yayımında daha kapsamlı bir etkiye sahip olacaksa “Üniversite-Enstitü Ortaklığı“nda oluşturulan “Zirai Mücadele Araştırma Konseyi“nde ele alınır. Tartışılır. Projenin lideri ister asistan (masistan), ister başasistan, ister doktor, ister laboratuvar şefi ol; bu süreç aynen böyle işler. Herkes bu tezgahtan geçer. Bunca detayı neden verdim ?
Enstitüde dört süzgeçten geçen projenin sonuçları daha pek çok incelemeden sonra yayımlanır. Peki ya Fakültede asistansan ya da profesörsen naparsın ? Hangi süzgeçten geçersin ? Hiçbirinden. Yaparsın; bulursun ve yayımlarsın. İstersen solgunluk hastalığı ile mücadelede brokoli önerirsin; istersen Orobanşların tepelerine pet şişe geçirirsin. Birileri ağzını bırakıp kıçıya gülecek bile olsa kimseye hesap vermezsin. İşte bu hesap Temmuz 2017 ortalarında ağrıların zirve yaptığına tanık olunca en yakınındaki uzman doktora gidersin. Gitmeden sosyal medyaya bakarsın. Geleli bir yıl olmuş ve beşyüze yakın diz ameliyatı yapmış olan doktor için söylenenlere, yazılanlara inanıp ona muayene olmak için Pazartesi hastaneye gidersin. Meğer Eylüle kadar randevuları doluymuş. Yaş nedeniyle hemen ilk sırada içeri aldıkları için bir başka uzman doktora görünürsün; ama için rahat değildir. Film çekilir. İlaç verilir; kullanırsın. Yine de aklımız diğer doktorda ya; sağolsun Bülent randevu ayarladı ve Cuma yine hastaneye yolcu olduk. Yakın davrandı ameliyatçı uzman ve ameliyat önerdi. Aklımız karıştı; aklımız çelindi. İster bu örnekteki bağımsızlık ilan etmiş konu uzmanları, ister brokolici ve pet şişeci profesörler olsun bilgiler ve bulgular elekten geçmeyince, süzgeçten süzülmeyince gel de eğri ile doğruyu ayırt et ! Hele bir de böylesi yaygın, etkin sosyal medya baskısında…Eray haklı. Bazen bağlanan basiretle yolunuz Karatay’a çıkınca ekmeği unutup kaşık kaşık yağ içmeyi bile mübah görürsünüz. Tüm bu akıl karışıklığında Ağustosa başlarken günümüze şekil veren, anlam katan, şükürlerimizi artıran “5Y” ile yazımı sonlandırayım.
Şu andan başlayayım; “Beşinci Y” den…”Yazmak”. Bazı günlerime renk katıyor ve sevgili Utku’nun mail mesajında yazdığı gibi aslında “kendim için yazıyorum; kendimi kendime anlatmak için yazıyorum; unutmak için, sıfırlamak için yazıyorum“. Ben bunu yıllarca yapıyorum. Önceleri deftere yazardım gün ve gün. Sonra bu çağa erdik ve işte blogta kendimle dertleşiyorum.
“…Merhaba Mustafa Hocam, bolbilim.com“da “5N1K: Makale yazmak” başlıklı yazının şu cümlesi “…Yani aslında, kendi kendimi anlamak için, kendime yazıyorum.” içimde bu yazıyı sizinle paylaşmam gerekliliği oluşturdu; lakin bu cümleyi ilk sizden duyduğumu hatırlıyorum ( https://bolbilim.com/2014/12/07/5n1k-makale-yazmak/ ). Görüşmek dileği ile. Saygı ve selamlarımla. Utku NEFESOĞLU-Uzm. Psikolojik Danışman – Kurucu…”
https://bolbilim.com/category/hayata-dair/ den bir pasaj “Hepimizin başına geliyor: Etrafımızdaki insanların önemli bir kısmı üniversite, araştırma, akademisyen nedir tam emin değiller. Ya da bizimle ayrı telden çalıyorlar...”
“Yazmak” konusunda kendimi değerlendirsem 10 üzerinden “4” veririm kendime. Not vermede pinti miyim; yoksa kendime bakışımda haksızlık mı ediyorum ? Yazmak’tan beklentim ne ki ? İçerik mi; sıklık mı ? Esas olan içimde kalan yazamadıklarım. Gördüklerime bakıp da utanmazlıklara, hainliklere, mücadele deyip de yeniden yapılanmalara, minnet nedir bilmeyenlere, gülmeyen yüzlere, kindar sözlere bakıp da kendine dur demek zorunda kalışıma hayıflanıp ortalamanın altında kalıyor kendime verdiğim yazma notum.
Şimdi ilk “Y” e değineyim. “Yatmak”. Yetmişi aşkın yaşımda, Nezuş’a sarılıp yatmak, anlamlı rüyalar görmek ve sabah keyifle uyanmak ve rüyaları anımsayıp değerlendirme yapmak; dinlenmiş uyanmak. Uyuduğunu hissetmek… Anahtar sözcük “hissetmek”. Hele bir de Çeşme’nin temiz ve serin havasında, huzurla, huzurlu yatmanın doyumuna şükredince gerçek anlamda “daha ne ister insan” diyerek birinci “Y” e 10 üzerinden 10 veriyorum. Daha fazlası yok yatmaktan beklediğim.
Genellikle gecenin 23.00 ünde başlayıp da deliksiz (!) sabahın yedisinde pencereden denizi gören manzarayla yeni güne uyanan gözler bir de traş olurken gülen bir yüz görebilse aynada…Bu konuda hem beceriksiz ve hem de yetersiz görüyorum kendimi; gülmeyi unuttum sanki. Ta ki Duru’nun sınır tanımayan yaklaşımlarında gülen yüzüme şükrediyorum. Bir hafta önceye kadar ikinci “Y” “Yürümek” idi. Değişti. Ameliyat meraklısı olmayan ilk uzman doktorun önerisi üzerine bir süredir Nezuş yürümüyor ve ikinci “Y” artık “Yüzmek” oldu onun için. Bu nedenle Yatmak’tan sonra günün ikinci “Y” si olarak doğruca denize gidiyoruz. Nezuş bir saati aşkın yürüyor ve benim için ikinci “Y” yine “Yürüyüş” olarak yerini koruyor. Kumsalda, yalınayak, ritmi yüksek oniki turluk yürüyüş (3km) bana yetiyor ve ikinci “Y” için kendime verdiğim not 10 üzerinden 9 dur. Demek ki “Üst Sınır”a yakınım ve bir puanlık eksiklik de daha fazla yürümüyor olmamdır. Bu da bence yeterlidir.
Nezuş’un yüzmesi uzak ufuklarda sürerken benim üçüncü “Y”yim olan “Yüzmek” açısından gerçekten de fukarayım. Kendime notum 10 üzerinden 1 dir ki yaptığım sadece ıslanmaktır. Yürümekle yüzmekten arta kalan zamanda ya dalgaların sesini dinlerim gözlerim kapalı ya da kitap okurum dinginlikle ve “Hava nasıl oaralarda ?” diye merak ve hayal ederim Tac.lı Ümit’i; Mest’li Eray’ı… Net’li Kerem yanıbaşımdadır (https://www.youtube.com/watch?v=ZvJnlOC5-D8&list=RDZvJnlOC5-D8#t=19)…Ve bir saati geçer zaman; bazen iki saati bulur. Eve dönüş başlar. İyi bir yatış (!!! uyku), yürüme ve yüzme sonrası sıra dördüncü “Y” e gelir.
“Yemek” de bizim için sabah vakti kahvaltı ile ve akşam vakti “dinner/supper” karışımında hemen her zaman törensel oluyor. Hem nitel hem de nicel olarak sınırları bellidir. İster Çeşme’de ister Albatros’ta kahvaltı olarak “Yemek” çoğu zaman öğleyle buluşur. Hani günümüzde adına “brunch” dense de gecikse de kaşar loru ve çörek otuyla renklendirilmiş zeytinyağlı domates, biber, hıyar, maydenoz, beş zeytin ve kibrit kutusu kadar peynirle, son lokması ev yapımı reçelli ve son zamanlarda hergün birer rafadan yumurtalı oluşu değişmiyor. Dördüncü “Y” için kendime notum 9. Neden bir puan kırdım ? Çünkü hâla hızlıyım(z). Biraz daha hızımızı azaltabilsek 10 numara 5 yıldız olacak. Böylece “Beş Y” nin ortalama doyum değeri bence 10 üzerinden 8. Nerden çıktı bu değer derseniz ? Öyle aritmetik ya da geometrik, tartılı, ağırlıklı ortalama gibi sistemler aramayın “BeşY” den bu değere ulaşabilmek için. Bu benim algı, hissetme, doyum değerim. Binlerce şükür.
Sözün özü; ağrıların zirve yaptığında “Beş Y” nin yüksek değeriyle açık ve aydınlık yollarda öğrenme ve ustalık yolculuklarımız sağlık ve esenlik içinde sürüyor. Demem o ki; “Yaşıyorsan bitmemiştir“.
Öykücü