“…Nöbetlerde ya da nöbet dışında önceden saptanamayan pek çok güç ve değişik iş vardır. Öğrenciler kendi gelişmelerini sağlayan ve bulundukları kurumun yaşamını ilgilendiren bütün bu işlerde çalışırlar. Öğretmen ya da küme başı gerek teker teker gerekse kümeye iş verirken, bunun amacını önemini anlatır. İşlerin çocuğun yaşına ve düzeyine uygun olmasını hesaplar. Onlarda işe karşı istek uyandırır. Öğrencilerde çalışma alışkanlığı kökleştirilmezse kurumun yaşamıyla ilgili birçok iş yüzüstü kalır. Harcanan emeklerin çoğu boşa gider, çocuk kendini yetiştirme olanağı bulamaz…”
Köy Enstitüleri özlemim ve Bornova ZMAEnstitüsü anılarımdan bir kesitle NETgillerde 2018
Merhaba
Bugün 10 Şubat. Balçova’da bir AVM nin sessiz, ortak bir alanında pencere kenarındaki bir masaya oturdum. Karşıyaka’da Mavişehir’de ve özellikle Mavibahçe’de hafta sonu kalabalıklığı yaşanırken burada dükkanların çoğu kapanmış ve oturduğum yerde benden başka kimseler yok gibi. Neden buradayım ?
Bugün Ziyneti ablamın doğum günü, Hanife ablamın (baldızımın) da ölüm günü ve sevgili Seval topladığı hısım ve akrabalarına dualı lokma ile evinde ağırlarken ben de en yakın yer olan burada beklemedeyim. Hazırlıklı geldim. Laptopumu açtım. Arabada sürekli duran ve her okuma anında adım adım ilerlediğim Tonguç’un Enstitüleri“nden bir sayfayı açtım. Yazımın girişindeki kısmı alıntıladım. Amacım “acta non verba” yani “laf değil eylem” inancının kırklı yıllarda nasıl yaşama aktarıldığına değinebilmekti. O rüzgarı biz sürdüremedik. Kolaycılığa kaçtık. Küresel çıkar saldırganlarına direnemedik. Yerimizi bilemedik. Yönümüzü yitirdik. Yalancılar, hayırsızlar, uğursuzlar ve hainler güç kazandı. Treni kaçırdık. Biraz daha devam edebilseydi, ağır volana, o koca eğitim çarkına bir momentum kazandırabilseydik “AYA Üçlüsü” ile mucizeler yaratacaktık. Ne demek “AYA Üçlüsü” ?
“İş içinde, işle, iş için üretim” sloganından çıkardım “AYA Üçlüsünü“. Tıpkı Bunker Roy’un “Yalınayaklar Koleji“nde olduğu gibi “Amaç / Yöntem / Araç Üçlüsü” sadece “İş” demek. Bunu sürdürebilseydik ömür boyu çıraklık ile sürekli öğrenmeyi, gelişmeyi, dönüşmeyi otomatiğe bağlamış olacaktık. Köyler üretim merkezleri olacaktı. Kalkınma köyden kente doğru olacaktı. Toplumda hem gelir hem de kültür uçurumları olmayacaktı. Kendine yeten bireyler, kurumlar, köyle ve Türkiye olarak örnek olacaktık. Ne saman ne de Angus gelecekti dışarıdan. Yine mercimeğimize müşteri aramak için nice Ayşe hocalar Hindistan ve diğer ülkelere gidecekti dış satımı artırmak için. Ne kurak alan kalacaktı ne de bataklık. Ne bilinçsizce sulama ile Konya’da kuyular bin metreye inecekti ne de GAP ovaları tuzlanacaktı. Çözümleri soruna çevirmede güçlü boşluk kargaları bu denli etkin olamayacaktı. Bu düşüncelerle Balçova’nın adını bile bilmediğim, kapalı otoparkında rahatça yer bulduğum ve ekonomik çöküntünün en somut örneği olan koskoca salonununda tek başıma oturduğum bu bitmiş alışveriş merkezinde bunları yazıyor olmayacaktım. Sadece tüketen, bu arada ülkenin kaynakları kadar kendini de tüketen eğitim sistemimiz Tonguç’un Enstitüleri’nden önce de aynen vardı ülkemde. Üç başlı eğitimde o zamanlar da din ağırlıklı okullar, Osmanlının devlet okulları ve özel okullar tıpkı bugünün İmam Hatipleri, Devlet Okulları ve Özel Okullar gibiydi. Yüzyılda değişen hiçbir şey yok. O zamanlar savaştan çıkmış yoksul ve yoksun bir ülkeydik. Zorluklar doğru yolu bulmamıza yardımcı oluyordu. Biraz palazlanınca yine tüketici olduk. Eğitimde tükettik. Üretimde tükettik. Sanayide tükettik. Üretmenin zahmetine katlanamadık. Bir türlü maratona alışamadık. Bunları bırakmalıyım. Bunlardaki yoğunlaşmayı duyumsadıkça Tonguç’un Enstitüleri’ni okumayı sürdürmeye sığınmalıyım. Üşüdüm ve binanın çıkış kapısı yanındaki ZAT’a sığındım. Peki ya daha sonrası !
Aradan iki gün geçti. Bugün 12 Şubat. Hava bir açıldı, bir kapandı. Biraz ısındı. Deniz kenarında yürüdük. Hava kararsız. Güneş buluta sığındı. Hava soğudu. Kafeteryaya geldim. Yarım kalan yazıma devam etmeye çalıştım. Sabah kahvaltım azıcık neşesizdi. Çok beğendiğimiz peynir medyanın etkisinde margarinli gibi gelmeye başladı ve ağzımın tadı kaçtı. Susmayı beceremedim. Bu algımı dillendirince zaten zar zor ilerleyen kahvaltı keyfimiz azalıverdi. Peynirleri elimizden uzağa ittik. Kaşar loru ile idare ettik. Bereket en güvenilir yerlerden aldığımız (başta rahmetli Turgut Eniştenin çocukları) zeytin yağı eklediğimiz Birgi kekiği ile Kemeraltı zerdeçalı ile tat vermeye çalıştık yediklerimize. Bu düşünceler bile beni alıp yeniden Tonguç’un Enstitülerine götürdü. Okumayı sürdürdüm. “Yapıcı Ekiplere” ve “işe yaramayan işler” yerine gerçek işlerle öğrenmeyi ve ivedilikle üretmeyi, üretirken eğitmeyi düşünüp tabağımdan uzaklaştırdığım peynirden “Bugün Köy Enstitüleri ve yarattıkları üretkenlik ve hayat boyu çıraklık, öğrenme ve ustalaşma hevesi devam ediyor olsaydı neler değişirdi ?” diye düşünmeye başladım.
Kitabın 250 nci sayfasının kenarını karalamaya başladım. Şöyle yazmışım:
“…Enstitülerin yarattığı öğretirken üretmek ve üretirken eğitmek kültürü sürüyor olsaydı; bugün tavukların çoğu gezerdi. Tıpkı İsviçre köylerinin markasız ama hepsi birbirinden lezzetli şarapları gibi her köyün bir diğerinden değerli tavukları olurdu. Karatay önerilerine gülüp geçmezdik. Çünkü “seç beğen al” gezen tavuk ürünleri olurdu. Doğal olmayan “doğal ürün” arayışlarımız rutinlerimiz içinde arayış olmaktan çıkardı. Bu sabah tabağımdan uzaklaştırdığım peynirin margarinli olma kuşkusu hiç aklıma düşmezdi. Peynirlerimiz saf, ballarımız mısır şuruplu olmazdı. Sahtekarlık hüner olmazdı. Medya bu kadar azmazdı. Medya sahtekarlıkları desteği ile çektiği ilgiye kavuşamazdı. Dürüstlük yaşamın harcı olurdu kendiliğinden. Ay boynuzlu Balya Öküzü, ya da Menemen’de sere serpe uzanmış Mandalar ya da Yerli Karalar ülkenin her yerinde, yemyeşil meralarda keyifle yayılırdı. Kemeraltı’nda Havuzlu Bey Pasajı girişindeki rahmetli Sefer Ustanın gerçek manda sütünden yapılmış kazandipleri her yere yayılır ve isim hakkı verilerek, aldatarak margarinli sanayi tip tatlılarla sağlığımız tehlikeye girmez, enlerimiz boylarımızı aşmazdı. Angusları getiren angutlar da bu kadar çok olmazdı ülkemde bugün. Adamın birinin matah bir şeymiş gibi sırıtarak anlattığı bilim kurgu gibi “köye dönene üç yüz koyun” masalı yerine hâla ninelerimiz Keloğlan’ın değirmene götürdüğü Karakılçık dolu buğdayın masalı ile daha huzurlu uyuturdu torunlarını…” Neden olmasın(dı ki…)?
Bu düşüncelerle arşivimden bulabildiğim kimi Enstitü fotoğraflarımdan (1970-1985) bir dizi yaptım. Üç gün sonra Enstitümün kutlama günü programında bana ayrılan yarım saatlik sürede yapacağım konuşmayı düşünürken bu dizinin içine geçen ay Netin’de yaptığım toplantıdan birkaç kare ekleyip kısa bir montaj film hazırladım. Belki blogumdan izleyen olabilir toplantıdan önce diye bu yazıma ekledim. Yukarıdaki özlemim içinde yer alan “Karakılçık Buğday Çeşidi” tohumlarımız vardı ve rahmetli İbrahim Kepsutlu tarafından yılda birkaç kere Enstitüye gelip de kontrol edilirdi. Rahmetli Coşkun’a, Öğüt’e ve bana sorardı “Benim buğdayımın varlığını sürdürüyor musunuz ?” diye. Özellikle pas hastalıklarına hassas olduğu için ilaç denemeleri için elimizde sıkı sıkıya tuttuğumuz Karakılçık’ı bir süre sonra yitirdik. Cumhuriyet 75 çeşidi ıslah edilince (!) hevesimiz çok fazla sürmedi. Ülkesel üretimde de yerini koruyamadı. Çünkü özellikle 1968 de yaygınlaşan “Meksika Beşlisi (Pitic, Super X, Nadadores, Lerma rojo ve Penjamo)” gübreye olumlu tepkisi, yüksek verimi nedeniyle tarlalara hakim oldu; kaliteleri çok düşük olsa da…Bunlardan Penjamo varlığı biraz daha uzun sürdürdü ve büyük olasılıkla yerli çeşidimiz (!) Cumhuriyet 75 e ebevenyn olup o da yok oldu gitti. Bunların hepsi global oyunun bir parçası mıydı ? Bu parçayı bize monte eden dönemin Tarım Bakanı rahmetli Bahri Dağdaş mıydı ? “Buğday ve Margarin” ikilisinin Enstitü kültürünün kırılmasına ve bizi geri kalmış ülke tarımına esir etmesinin ayrıcalıklı bir rolü var mıydı ?
Bu soruların yanıtını net bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, yapmaya çalıştığım Enstitümden sonra “SSTC Tetikleyicileri” ile aralıksız sürdürdüğüm öğrenme ve ustalık yolculuklarında üzerime tulum giyip tulumbayı uçurtarak sırtladıkça özüme dönüp kendimi “Sistematik Sorgulama” ya da “Sistemli Sorgulama” ile sürekli “Yaşamın Çırağı” kılma çabamdı. Bunu SSTC nin öncülü olan Enstitümle, CINOS’un yan ürünleri ve SSTC nin ardılı olan “MASlaşma Sürecinde (Netgiller Beraberliği)” inançla sürdürüyor olmamdan hâla keyif alıyorum.
Mene, Tekel, Peres
Biraz ara verdim. EgePark’a kadar uzandım. Şubat ayı kitap kontenjanımı İrem ve arkadaşları için Optimum’da be kitapla doldurunca bu gidişimde sadece “Bütün Dünya”yı aldım. Global güçlerin ya da bizim angutların veya özümüzün boş vermişliklerinin sonucunda bütün dünyam aymazlıklarla doldu. Enstitü kültürü yaşamın her büfesinde, yaşam gölünün her zerresine, yaşam treninin her vagonuna işleyebilseydi bugün böyle mi olurduk ? Yetmiş üçü aşınca ve Albatros ve çevresindeki ortak yaşam alanımızda C13 huzurunu birlikte özümseyince farkına tam varamasak da öyle bir erozyon aşısı aşılıyorlar ki karşı çıksan adın “hoşgörüsüz” olacaktır. İşte bugünlerde izlenme rekorları kıran üç televizyon dizisinin ortak teması, “boşanmış eski eşle yeni eşin aynı evde gül gibi geçinip gitmesi”. Cuma akşamlarının favorisi olan “İstanbul’lu Gelin” de; ertesi iki akşama yerleşmiş “Kalbimdeki Deniz” ve “Bizim Hikayemiz”de aynı kavram zihinlere işleniyor. Bunun adı hoşgörü mü yoksa duyarsızlık mı ? Düşünce yapımızı ikinci eşe, kumaya, evdeki çeşitliliğe alıştıran ve böylece üretmeyen, öğretmeyen, eğitmeyen ve özellikle de angutlarca desteklenen bu serilerle samanı dışarıdan almak kimsenin umurunda olmuyor. Bu şartlanışlarla EgePark’ta işimi görüp dönmeden kitapçıya uğradım. Postacı izne ayrılınca bildiği sokaklarda dolaşırmış. Ben de “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabının yeni baskısının önsözünü karıştırmaya başladım. Bu paragrafa başlık yaptığım: Mene, Tekel, Peres sözcüklerini gördüm. Ne menem şeylerdir ki ?
Tekrar kafeteryaya geldim. Internetten araştırdım. İlk bulduklarımı sevmedim. On yıl önce Tufan Türenç’in Hürriyet’te yazdığı yazıyı beğendim (http://www.hurriyet.com.tr/mene-tekel-peres-7977250). Bu yazıyı neden beğendim ?
Hem on yıl öncesinde bugünü görmesini sevdim; hem de “Ah Tonguç’un Enstitüleri olsaydı !” diye hayıflanarak sevdim ve hem de benzer duyguların ortak alanında yer alan “Beyaz Zambaklar Ülkesini” inançla eğitime, askeriyeye sokan rahmetli Atatürk’ü ruhumda yeniden canlandırdığı için sevdim. Tarihin alevle yazılmış yazıtları olarak tanımlanan bu üçlünün net açıklaması: “Düşüncesiz olmayın ! Solucanlar gibi kendi küçük işleriniz önemsiz kaygılarınızın çevresine üşüşerek bunların arasında kaybolmayın !” dır ki bunun için kendinizi sorgulayın. Kendinizi nasıl sorgularsınız ? Ben kendimi nasıl sorgularım ? Üzerimde kırmızı tulum varsa, tulumbayı tek başıma uçurtup sırtıma almışsam önce kendime liderlik edebilmek için kendime hangi üç temelin varlığı konusunda sorgulayıp, kendime dürüst yanıtlar veririm ? Sorular, sorular ve sorular… Unutmayın ki “cevap, doğru soru sorulduğunda önemlidir; anlamlıdır”. Soru sormak bir hünerdir.
Soru, çocuk masumiyeti ile sorulmalıdır. Sorular olumlu olmalıdır. Sorular sizi ve beraberinizdekileri adım adım ileriye taşımalıdır. Sorular potansiyeli açığa çıkarmalıdır. Sorularla yön belirlenmeli, sonuçlar yönetilmelidir. Sorularla üst sınır doğru çizilmeli ve “Şu GAT Dünyada MASlaşmak için RAW olabilmenin” yolu, yöntemi, süreci netleşmelidir.
Sağlık ve esenlik dileklerimle ömür boyu çıraklık diliyorum; öğrenme hevesinizi keyifle sürdürmeniz için.
Öykücü