“…Günün birinde üç adam ormanda yürürken karşılarına büyük ve vahşi bir nehir çıktı. Nehrin karşı kıyısına geçmeleri gerekiyordu. Peki bunu nasıl başaracaklardı ? Birinci adam dizlerinin üstüne çöktü ve Allah’a dua etti: “Allahım, lütfen nehrin karşı kıyısına geçebilmem için bana güç ver !” Allah ona uzun kollar ve güçlü bacaklar verdi. Böylece nehrin karşı kıyısına geçebildi. Ancak bunun için iki saat dalgalarla boğuştu ve birkaç kere boğulma tehlikesi yaşadı. Sonuçta başardı. Bunu gören ikinci adam da Allah’a etti: “Allahım lütfen nehrin karşı kıyısına için bana gerekli güç ve aracı ver !”. Allah ona bir tekne verdi ve o da nehrin karşı kıyısına geçmeyi başardı. Ancak birkaç kez teknenin alabora olma tehlikesiyle karşılaştı. Çok yoruldu. Tüm bunları izleyen üçüncü adam dizlerinin üstüne çöktü ve Allah’a yalvardı: “Allahım lütfen nehrin karşı tarafına geçebilmem için bana güç, araç ve zekayı ver !” Allah adamı bir bilgeye dönüştürdü…Bilge haritaya baktı. Nehrin biraz yukarısına doğru yürüdü ve köprüden karşıya geçti…”
Ustalık yolculuğunda CCL kitapçıklarının ana mesajları ve ZM68 2018
Merhaba
Dün yine Çeşme’ye gittik. Mecburi bir gidişti. Cumartesi akşamı Çeşme komşumuzdan bir telefon mesajı geldi: Bahçe duvarımız yıkılmış; demirler yerinden çıkmış; köpekler bahçeye dolmuş. Bu haber üzerine Çeşme’ye gitmek vacip oldu. Otoyolda Urla civarında her zaman olduğu gibi yağmur tam bir felakete dönüştü. Silecekler yetmedi. Hava da pusluydu. Pus yer yer sise dönüştü. Yaş da yetmişi geçince daha bir fazla tedirgin oluyor insan bu havalarda araba kullanırken. Eskiden de konuşmazdım araç kullanırken şimdilerde daha bir fazla sessiz oldum, artan dualarımla. Farkındayım ki dikiz aynasına bakıp tekrar önümdeki yola dönerken gözlerim eskiden saniyenin onda biri zaman geçiyordu; şimdilerde iki saniye sürüyor gibi geliyor bana. Evham mı ? Değil ama bu düşünce tarzı bana daha dikkatli olmayı öğretiyor. Bu konunun yaşla ilgisi kadar kullanılan araçla da ilgisi vardır kuşkusuz. Buna rağmen dün görüş mesafesi kısaldıkça yanımda oturan Nezuş’un “dikkat önünde araç var” uyarıları artıkça kırk yıl önce Anadol’la Ödemiş’ten dönüşümüzü anımsadım. Bagaj sucuk doluydu. Kasap Ali’ye kantin için iki yüz kiloyu aşan sucuk yaptırmıştık. Arabada beş kişiydik. Henüz Kerem (1981) doğmamıştı. Rahmetli İkbal abla da vardı. Yağmur şiddetliydi. Ön camdan sular içeri giriyordu. Cam fitilleri eskimiş. Tekerlekler su birikintilerine girince hem Anadol başını sallıyordu, hem de frenler tutmuyordu. Anadol dökülüyordu. Nezuş korkuyordu. İkbal abla moral veriyordu. O günün Anadol’unun güvenlik önlemleri, bugünün Cactus’unun sahip olduklarıyla kıyaslanamayacak kadar yetersizdi. Buna rağmen o günlerde (yetmişlerin sonları, yaşımız henüz kırka gelmemiş) korkularımız dün olduğu kadar fazla değildi. Gençtik. Gözümüz karaydı. Anadol ilk aracımızdı. Keyfimiz zirvedeydi. Direksiyon kutusundaki arıza nedeniyle çukura düşünce kafa sallasa da ara sıra elimde tornavida ile kutunun dört köşesindeki vidaları sıkardım. Böylece hem arızaların neler olabileceğini önlem alıcı olarak bilirdim hem de her tür arızanın üstesinden gelirdim. Platin meme yaparsa, distribütöre su kaçarsa, bujiler ıslanırsa, karbüratör boğulursa, meksefe çakmazsa, araba çalışmazsa nereye, hangi sırayla bakacağımı bilirdim. Şimdi Cactus’un kaputunu açınca gördüklerime el sürmeye korkuyorum. Demem o ki araç çalışsa da çalışmasa da artık yapacak bir şeyim yok. Dün Çeşme’ye varıp da yıkık duvarı görünce de “sağlık olsun” demekten öteye bir üzüntü oluşmadı içimde. Sigortacım JA’nin uyarı üzerine tutanak için jandarmayı aradım. Sağolsun on dakika içinde geldiler.
Faili bulma gayretleri
Yıkık duvarı, kırık demirleri görünce olay bende çok önemli bir etki yaratmadı. Hemen komşumuzu aradım. Bana bir onarım maliyeti çıkarmasını istedim. Sigortadan alabilirim diye jandarmadan sadece bir tutanak istedim. Jandarma “Olmaz. Faili meçhul durumda sigorta ödemez. Biz bunu yapanı araştıralım” diye ısrar etti. Şaşırmadım desem yalan olur. Jandarma sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu bir asayiş konusu. Madem çarptın bir not bırak be adam” diye sitem de etti. Ben sağa sola telefon ediyorum. Yalçın’a, Ali’ye, Caminin hocasına, Muhtarımız bakkal Metin’e, benzinliğe, markete, Erdal’a aklıma gelen her yere telefon ediyorum. Benim her adımımda jandarma da kendi telefonundan otoriter olarak kendiliğinden devreye giriyor. Yıkılmanın görüntüsü; yıkıntıların bahçe içine düşüş şekli, kırılmaları durumu gösteriyor ki bir ağır vasıta (kamyon benzeri) doğrudan, tam karşıdan gelerek gelip çarpmış ve yıkmış. Sürtünme yok. Biraz ilerimizde iki inşaat var. Biri Ze** diğeri Ce**t beylerin. Ze**, Bülent’e yakın olan mütahit ve onun araçları (kamyon ve beton mikserleri) bizim yolumuzdan çalışmıyor. Bize yakın olan Ce**t’ın inşaatına giden araçlar bizim önümüzden geçiyor, tam köşemizden dönüş yapıyorlar. Büyük olasılıkla onlardan biridir. Jandarma komutanı (Ast.Z…) benim telefondaki kibarlığımın etkisizliğini görüyor ve “Söyle Yalçın’a arabayı kenara çeksin bize Ce**t’ın numarasını versin” diyor bana. Ben buna kıyamıyorum. On dakika sonra evine varacak o zaman arar diye düşünüyorum. Elimden telefonu alıyor ve Yalçın’a “Çek kenara ver telefon numarasını ver” diyor. Yalçın kenara çekiyor (olmalı) ve telefon numarasını veriyor. Ondan önce ben Ce**t’ı arıyorum telefonla. Önce açmıyor. Daha sonra açtığında bana “Kim yıkmış bilmiyorum ama yukarıdan gelen kamyonlar yapmış olabilir” diyor. Jandarma kendi telefonundan Ce**t’ı arayıp sıkıştırıyor. Beş dakika sonra Ce**t bana dönüyor: “Bize beton getiren mikserin şoförü çarpmış ve kaçmış. Hatta benim adamlar arkasından bağırmışlar. Fotoğrafını da çekmişler. Ben bu sabah Çeşme’den İzmir’e geldim. Ben de gördüm yıkıntıyı. Jandarmayı ne karıştırdın. Biz komşuyuz. Biz yaparız” diyor. Biraz önce beni yukarıdaki kamyonlara yönlendiren adam şimdi olayı bildiğini itiraf ediyor. Onun yaşı seksene yakın. Kırk yıldır komşumuz. Tipik alamancı. Yalan söylemekten bu kadar utanmayan bir yapının komşuluğundan hayır gelmeyeceğini görüyoruz. Jandarma Ce**t’la görüşürken ona beton getiren firmanın adını soruyor. Ce**t firmanın Sar**** olduğunu söyleyince Alaçatı jandarma karakolundan telefon numarasını alıyor. Bizden uzakta bahçede gezinirken uzun uzun firmanın sahibiyle görüşüyor. Firma duvarı yıktığını kabul ediyor. Komutana zararı karşılayacaklarını söylüyor. Komutan bana firmanın telefonunu veriyor ve “Konuş onunla ve yapacaklarına ikna olursan yasal işlem başlatmayayım“. Konuşuyorum. İkna oluyorum. Atla deve değil. Bu arada Ce**t da devreye girip yapılacağına güvence veriyor. Buradan çıkardığım birkaç sonuç var:
*Hasar verenin bir not bırakarak sorumluluk üstlenmesi gibi bir durum hak getire. Diyelim ki gariban bir kamyon şoförüydü. Asgari ücretliydi. Ben ona kıyamazdım ki. Üstelik Ce**t inşaatında kum, çimento gibi temel onarım maddeleri var ve masrafsız onarılabilirdi. Ben de yapıldığı kadarına rıza gösterirdim.
*Kırk yıllık komşum olan Ce**t kendi küçük kişisel çıkarları uğruna seksen yıllık yaşamına rağmen bu denli açık yalancı pozisyonuna düşmezdi. Değer miydi ? Alamancı olmak böyle bir şey mi ? Sadece Ce**t mı böyle kıvıran ? Uzaklarda arama…İşte bu noktada Sezar’ı bıçaklayan Brütüs’ün sözlerini anımsıyorum. Sezar ölümün kıyısında “Sen de mi Brütüs !” dediğinde Brütüs “Hiç bir dost göründüğü kadar gerçek dost değildir Sezar” der. Göründüğü kadar değilse ne kadar ? Nereye kadar dostluğa güvenmeliyim ?
*Jandarmanın böylesi küçük bir olayı asayiş konusu yapıp bu denli, sonuna kadar suçluyu bulma gayreti beklentilerimi aşan bir durumdu. Nezuş bile bin kere şükran duydu bu çabalara. Helal olsun. Sigortacıma bunu anlattığım da o da “helal olsun” dedi. Gerçekten de helal olsun komutan Z… Umarım yolumuz güzellikler için tekrar kesişir.
Yıkılan duvar, sisli Çeşme yolları ve komutanın faili bulma gayretlerinin bunca içtenliği, görev bilinci, asayişi sağlama çabası öğretilerinde nice ustalıklar diliyorum; sağlık ve esenlik dileklerimle.
Öykücü