“…Adam üç kadınla birden görüşmekte ve hangisiyle evleneceğine karar vermeye çalışmaktadır. Parayla ne yapacaklarını görmek için üçüne de beşer bin dolar verir. Birinci kadın baştan aşağıya değişime girer: güzellik salonuna gider, saç, cilt bakımı, manikür vesaire yaptırır ve yeni giysiler satın alır. Adama ona daha çekici görünmek istediğini çünkü onu çok sevdiğini söyler. İkinci kadınsa adama armağanlar alır: yeni bir golf takımı, bilgisayarı için aksesuarlar ve pahalı giysiler…Adama bütün parasını onun için harcadığını çünkü onu çok sevdiğini söyler. Üçüncü kadınsa parayı borsaya yatırır ve beş bin doları yüz bin dolar yapar. Beş bini geri verir. Geri kalanla ortak bir hesap açtırır. Adama geleceğimize yatırım yapıyorum çünkü seni çok seviyorum der. Soru: Adam hangi kadını seçer ?…” (Yanıtı yazının sonunda)
CINOS’un Üçüncü Evresi (SYNleşmek) duyurusundan 9 ay sonra “Bağcılar Günü”nde sahiplenme (ownership) gayretleri; Kırmızı tulum ve öpmeden bırakmayan FST ci Baki
Merhaba
Yazımın girişindeki fıkranın bir benzerini, daha doğrusu verdiği ana mesajı, yaramaz Ali’nin matematik dersinde öğretmenin sorusuna karşılık kendi öyküsünde sorduğu soru ile anlatır dururduk gençliğimizde gerisinde gizli de olsa kendini hissettiren müstehcenliğin tebessümüyle. Yaramaz Ali’nin dağarcığımıza giren pek çok fıkrası vardır. Örneğin her gün okula eli yüzü yara bere içinde gelişi gibi; ya da alfabe öğretilirken edepsizlik edip “A” ve “B” de kötü sözcük örnekleri verdikten sonra “C” de “Cüce” ile öğretmenin aferinini alır almaz sağ kolunu dirsekten büküp sol eliyle bilekten kavrayıp “Cüce ama öğretmenin nah bu kadar …. var” deyişiyle ve biraz büyüdükten sonra papağanını ve evlendikten sonraki “kafanı keserim uyarısına rağmen kafamı bile kessen Ali, bakıcam. Çünkü ben bu usulü bilmiyorum” diyen papağanın sözleri ile hatırlarız biz Yaramaz Ali’yi. Benim çocukluğumda da vardı bir başka Yaramaz Ali ve yapamadığım yaramazlıkları yapan Hancı Aziz’in oğlu Ali’ye imrenirdim; babam onunla görüşme yasağı getirmesine rağmen. İşte yukarıdaki fıkra gibi Ali, öğretmenin sorduğu soruya kendi mantığıyla verdiği yanıtı üç kere yineleyince öğretmenin sabrı kalmaz ve ağaçtaki kuşlarla örneklediği matematik, çıkartma işlemi için “Düşünce tarzını beğendim Ali ama 5 den 1 çıkınca 4 kalır” diye yanıtı kendisi verir. Ali dayanamaz ve öğretmenine dondurmacının önündeki üç kadınla ilgili sorusunu sorar ve … Her neyse !
Önceki iki yazımda sırasıyla Tütün ve RMZ ile Enstitü dostlarımla ruhsatlandırma çırpınışımı; Pamuk ile portföy tamamlama gayretinde çiftçi koşullarında sevgili Alev’den devraldığım (bayrak yarışı gibi) “GSG/Herbigation” uygulamasını çözüm kılabilme, çiftçi koşullarında geliştirme çalışmalarımı öykülendirmeye çalıştım. Şimdi de meslek yaşamımda ağırlıklı olarak yer alan “Bağ/Üzüm” konusundaki anılarımı öykülendirmeye çalışacağım. Neden bugün (09.08.2019/Cuma) Bağ/Üzüm aklıma düştü. Hemen hemen her cuma namazında Germiyanyalısı Camiinde meslektaşım Vural’ı görüyorum ve Bağ/Üzüm konusundaki rakip olmakla birlikte ortak günlerimiz yine 1986/87 lerde başlıyor. Biz TPS’ı ruhsatlandırıp pazara verdiğimizde oluşturduğumuz broşüre bakınca Vural beni telefonla aradı ve Ahmet ile Mehmet’in padişah olduklarında ne yapacakları fıkrasında olduğu gibi tebessümle sohbet etti. Bizden sonra Vural’ın çalıştığı Alman Şirketi de SYH i pazara sunacaktı ve Vural’ın sitem gibi övgüsü güzeldi; dostça anlamlıydı. Bunun güzelliğini sözünü ettiğim fıkradan damıtalım: “Ahmet’le Mehmet oturmuşlar sohbet ediyorlarmış. Ahmet, Mehmet’e “Ula Mehmet padişah olursan ne yapacaksın ?” diye sorduğunda Mehmet “Soğanın cücüğünü yiyeceğim” demiş ve ardından aynı soruyu Ahmet’e sormuş: “Ula Ahmet sen ne yapacaksın padişah olunca ?”. Ahmet üzgün bir şekilde “Ula bana yapacak bir şey bırakmadın ki !” demiş”. İşte bunun gibi biz TPSnin broşürüne şunu yapar, bunu yapar, şunu da sağlar gibi pek çok şey yazınca Vural’ın “Bize SYH için yazacak bir şey bırakmamışsın Mustafa Abi” deyişi anılarımda tatlı bir yer tutar. Aynı şekilde sevgili Vural TRŞ in pamuk ihalesinden çıkarken kulağıma “Mustafa Abi bu sene HTN almayacaklar; sen PL için bastır” sözlerini fısıldaması da rekabetin yakıcılığına rağmen yine bir sevginin işareti idi.
Seksenli yılların başlarında TPS mi yoksa TLT mi diye düşünürken CGliler aradan dört yıl geçmiş ve Triazol grubu ile birkaç ilaç boş olan pazara girmişti. Bu kararsızlık dönemini düşündüğüm için yazımın girişine o fıkrayı aldım. On dört yıl önce 2005 yılında Brezilya-Rio’da “Öykülerle Öğrenme” adına yirmi yaşındaki TPS nin jenerik baskısı altında bile birim fiyatından ödün vermeden ve birkaç kriz yılında pazar lideri olduğu için en çok hedef olmasına rağmen nasıl olup da yetmiş tona çıktığını ortaya koymuş ve “Başarının Bileşenleri“ni sormuştum. O video kayıtlarından bir kısmını yazıma eklerim nasipse.
Bu yılın başlarında NETgillerde 2019 yılının zor koşullarına dikkat çekip “Sultana’nın Sultanları (Ege-Bağ); PLNin Cengaverleri (Ege-Pamuk) ve Malatya’nın Maymunları (Malatya-Kayısı)” öyküleriyle “Zor yıllar öğretir; zor yıllar bütünleştirir; zor yıllar…” ana mesajlarını vermiştim ki 2019 yılının ilk yarısında tüm zorluklara karşın masraf/gider bütçe hedefini %100 lük gerçekleşme ile gereğinden fazla harcama yapmadan ve satış bütçe hedefini ise tüm zorluklara rağmen %5 lik artışla aşılmasını görünce ana mesajın yerine ulaştığını görüyorum. İnşallah bu günlerde yarı yıl sonuçlarını kutlayacağız.
Otuz dört yıl önce (1985) CINOS’un ilk evresinde yer alınca gördüm ki Bağ/Üzüm pazarında en önemli hastalığı olan, ilaç kullanımı açısından her yıl koşullara pek bağlı kalmadan oldukça standart ilaçlama sayısı olan alt pazar “Bağ Külleme Hastalığı”dır. Talimatlar özellikle bağların sulanmasından sonra oluşan tarla koşullarında pek fazla yeterli değildir. Resmi talimatlarda ilaçlamaların Mayıs ayı ortalarında çiçeklenmeden sonra başlatılmasının önerilmesi beklenen etkileri düşürmektedir. Çünkü bağların çiçeklenmeden yaklaşık bir ay önce, bir karış sürgün verdiği Nisan ayı ortalarında bile bağda külleme hastalığının geliştiği görülmektedir. Bu durumda özellikle önerilen “ilaçlamalara koruyucu olarak ilk hastalık belirtisi görüldüğünde başlayın önerisi” uygulanmamaktadır. Kullanım konusuna daha sonra değinirim. Önce yola nasıl çıkmış, neden geç kalmıştık ve bu gecikme daha sonra hangi avantajları sağladı ?
Bağ Külleme Hastalığı İsviçre’deki merkezin (Basel) gözünde global değerlerle önemli, büyük bir pazar olarak görünmüyor gibiydi. Bu nedenle “Külleme” denince ilk akla gelen, hedef ürün Buğday oluyordu. Almanya ve Fransa’nın buğday alanlarında küllemeye karşı yapılan ilaçlamanın total değeri neredeyse bizim bağın potansiyel değerinin on katıydı. Bu nedenle bu ürünlerde kullanılmakta olan, merkezin elindeki TLT isimli ilaç (propiconazole aktif maddeli) ruhsatlandırmaya hazır gibiydi. Bağ için istenen belgeler tamamlanmaya çalışılıyordu. Bu arada iki ana rakip Triazole Grubunun etki mekanizmasına sahip olan iki “EBI(Ergosterol Biyosentez İnhibitörü)” etkili ilacı bağ pazarına vereli neredeyse dört sene olmuştu (BYN ve RGN). Kendilerinden önce pazara giren (ben o sırada BZME’de idim) NRD, BND ve FGN gibi sistemik ilaçlar bağ için çok sert gelmiş ve bağcının tepkileriyle yeterince kabul görmemişlerdi. Sonunda karar verdik: TPS ile pazara girecektik. Hani derler ya “geç oldu ama güzel oldu“; işte öyle olacağını o günlerde göremiyorduk ve eksikliği hisseden bölgesel satış sorumluları geç kalanlara homurdanıyordu. Karar verdiğimizde ilaçlama sezonu başlamıştı. Bu nedenle İstanbul’da iki doktor (Dr.Kaeding / Pazarlama; Dr.Heye / Teknik) bizi odaya kapatıp da otoritenin deneme talebimizi kabul etmesi için “haydi bakalım 3 tane açık, 3 tane kapalı ve 2 tane de fayda ekli soru hazırlayın” demelerini komik buluyordum. Çünkü hem SSTC yolculuğuna çıkmamıştım ve “Soru Sorma Becerileri”nin önemini bilmiyordum; hem de Enstitü ile yaptığımız görüşmede denemeye almaya razı etmiştik. Bunun gereksizliği o an için netti. Ancak iki Basel doktoru “Biz Türkiye’ye gittik ve şöyle yaptık ve böylece denemeye alınmasına razı ettik” diye kendilerine vazife çıkarmaları işin gereği olduğunu daha sonra anlayacaktık. Buna rağmen “Sempatik İkmal” ile önce denemeyi kurduk; daha sonra rahmetli Talip Abinin yakın ilişkisi ile deneme yazısını yazdırdık. Bu nedenle deneme yazısı Enstitüye geldiğinde tarih 20 Nisandı; ilk ilaçlama ise 17 Nisanda yapılmıştı. Çünkü hem Menemen Sulu Ziraat Enstitüsü ve hem de Manisa’da Terzi Mustafa’nın deneme bağında ilk hastalık belirtileri görülmeye başlamıştı. TPSnin hem salkımda hem de sürgünde hastalığı koruma derecesi %100 olarak saptanmış olmasına rağmen ilk yıl EAK (Enstitü Araştırma Komitesi)nde ilaçlama yöntemi ve talimatlara uyum tartışmaları sonunda “seneye tekrar edilmesi” kararı alınmıştı. Bir yıl daha zaman yitiremezdik. Komitenin aldığı bu karar bir sonraki aşamada mutlaka aşılmalıydı. Nitekim yine sevgili Alev’in yakın markajıyla konu “Bağ Hastalıkları Çalışma Grubu”nda aşıldı ve o yıl ruhsatı alındı. Yine rahat duramadım ve biri Bağ/TPS/Verim Analizi diğeri DL/Sebze/HRG olmak üzere iki konuda bildiri hazırlayıp Antalya’daki Fitopatoloji Simpozyumunda bildiri olarak sundum. Katılımcılar arasında eski Enstitülü ve o yıllarda CGnin Pazarlama Müdürü olan rahmetli SHB da vardı. Yönetimin izni ile bildiri sunmuş olmama rağmen dönüşte bir uyarı yazısı almıştım. Çünkü eleştirilerden korkan SHB beni yönetime şikayet etmişti. Halbuki bilimsel toplantılardaki eleştiriler bir bakıma sunulan konuya verilen önemin ya da çekilen dikkatin sonucuydu ve bence AIDA açısından olumluydu. Kaldı ki bana gelen eleştiri daha çok rakip firmanın benzer ilacına karşı kazanılan pozisyondan dolayı idi (eleştiriyi yapan rahmetli Jale hem Enstitü arkadaşım ve hem de SND un Teknik Müdürü Fahri Beyin eşiydi). TPS ve Bağ konusu, yaklaşık olarak CINOS evrelerinin her üçünde de yirmi yılımda yer aldı. Tarla Günü akıllardan hiç çıkmadı. Rahmetli S.Maruflu organize etmişti. Mersindere’de İlyas’ın bağına kurduğumuz tribünler doluydu. İnançlı çalışmalarıyla yeşil ışık yakan hanıma “Miss TPS” ismi takılmıştı. Denemeler, demolar, internal övgüler ve yergiler birbirini izledi ve Kerem’in dediği gibi “Hiç bir emek boşa gitmedi”.
Rio’da dediğim gibi TPS’nin öyle dostları olduk ki düşmana ihtiyaç kalmadı. Onu ne doktorlar istedi vermedik. Birkaç Necip konuya müdahil oldu. Artık üzümler küllemesiz idi ve “gök boncuk” gibi değildi. Rakipler TPS den sonra BYN dan BFN a, RGN dan TRL e dönüştüler. Biz TLT ile girseydik biz de döneklik ederdik; özellikle üzümde kaliteyi korumak için ve TPS ile girdiğimiz için geç de olsa dümdüz yola devam ederek yirmi yılda, jenerik penconazollere rağmen nasıl yetmiş tona çıktığını daha detaylı öykülerle anlatıp durdum. Rio’da sahneye koyduğum Hacı Ömer Öyküsü de apayrı bir konudur. İsviçre’nin (rahmetli Pfalzer) gazı ve İstanbullu İsvan’ın aparatıyla JPK nin Dr.ÜD aracılıyla “Türk bağcısı hamal değildir” mantığı ile yapılan “Aplikasyon Tekniği Uyarlaması” bir kaç defa şaft kesmesine rağmen “Bindiği dalı kesen hoca” misali bizi isyanlara sürüklemesi de apayrı bir mücadele idi ki bereket kısa sürdü. Hasarı yerel ve kalıcı oldu. Köyün her yıl ödül alan usta bağcısı Hacı Ömer o yıl kahveye çıkamadı. Biz de korkudan kapısında nöbet tuttuk “Sultana’nın Sultanı” olarak. Yirmi yıl sonra kapısını çaldığım Hacı Ömer “Bugün olsa yine bağımı size deneme için veririm; hata bendeydi” diyecek yüce gönüllüydü ki tüm çiftçilerimiz öyle sana inanırsa, yaptığına inanırsa…
Bu yazıya dün (09082019) Cuma günü başladım. Bugün bayram arefesinde bitirdim. Bugün Cumartesi olmasına rağmen Alaçatı pazarına gitmek istemedi canımız. Her ne kadar eskiler “Sıkı can iyidir, zor çıkar” dese de can sıkıntısı hele bayram öncesinde pek iyi değil. Pek hayra alamet de değil. Ne güzel şükür ve şükranla giderken, rutinlerden keyif alırken bir özre ihtiyaç duymanın iç sıkıntısıyla bugün denize gittim; denize girmeden geldim. Deniz kenarında yürüdüm; ilk defa çevre temizliği yapmak gelmedi içimden. Gece uykusuzdu. Bayram tatlısı olarak istek üzerine trileçe yaparken gecenin geç saatlerinde (23.00/00.30) yardım etmek için her adım atışımda bir hata yaptım. Yine eskilerin dediği gibi “zorla os***tan b*k çıkar” sözüne benzer gönülsüz işlerde hele bir de yetmiş beşe az kala hatalar ardışık olarak oluşuyor. Nedense “Ardışık Hatalar” beni alıp Lise 3 teki kimya dersine götürdü. İzmir Atatürk Lisesinin efsanevi kimya hocası “Halil Cim (Onuralp)” den öğrendiğim “Organik Kimya” fakültede Prof.E.Dikman’ın öğrettiği organik kimyaya on basmıştı. Öyle güzel bir kimya defterim vardı ki kim aldı, nereye gitti, hocaya mı vermiştim ? anımsamıyorum. Yukarıda “ardışık hatalar” sözlerini yazınca birden “Benzen Halkası” ve ona bağlanan “İki Metil” ile oluşan Ksilendeki üç farklı duruma verilen latince sözcükleri düşünmeye başladım. Bu konu uzarsa yine CINOS’un son evresinde Bitki Koruma / Bitki Besleme Alt Pazarının lideri olmasına rağmen sınırları aşamayan SQN i ve son günlerde hızla gelişen Dr.T*rs* arasındaki “USP/Unique Selling Proposal” savaşını anımsattı. Dr.T*rs* benimkisi “Ortho ortho” diyordu. Ben de bizimkisi için “Ortho/Para” diyerek özellik farkının SSTC öğretisi ile “Özellik > Avantaj > Fayda” sıralamasını kullanıyordum. Fazla karmaşık oldu biliyorum. Konu “ardışık hatalar” idi. Benzene iki metil bağlanınca ksilen oluyor ve ilaç formüasyonunda ksilen çok önem taşıyor. İki metil ardışık iki karbona bağlanırsa “Ortho Ksilen”; bir karbon atlayarak bağlanırsa “Meta Ksilen” ve karşılıklı bağlanırsa “Para Ksilen” oluyor ki bence bu izomerlerin (!) önemini fabrika müdürümüz sevgili Tevfik beye sormalı. Dün gece trileçe yapımında benim üç hatam “Ardışık/Ortho” idi ve her üçünde de “Naptın sen ?” uyarısı aldım gece yarısını aşarken ve yola çıkıp açık marketten üçüncü krema paketini alıp geldim. Dün geceye bakınca “Nazilli Sendromu“ndan ve yarın için de “Kavurma/Sura Sıkıntısı” olasılığından ürperdim.
Sözün özü; bağdan girdim. Hacı Ömer’den ve rahmetli Pfalzer’dan ve yerli yabancı doktorlardan söz ettim. Kararsızlıkların yarattığı gecikmenin nasıl avantaja dönüştüğüne değindim. Yazımın girişindeki fıkranın sonundaki soruya gelince: Adam hangi kadını seçer ? sorusunun yanıtı “Memeleri büyük olanı” olacaktır. Konu beşer bin doların nasıl harcandığı değil harcayanların sahip olduğu kabul faktörleridir ki Yaramaz Ali de öğretmenine “Öğretmenim dondurmacının önünde üç kadın var. Dondurma almışlar yiyorlar. Birisi yalayarak, birisi emerek diğeri de ısırarak yiyor. Sizce hangisi evli ?” Öğretmen kendi öğretmek istediği ve Ali’ye dayatmış olduğu yöntemi düşünür ve “Emerek yiyen evli” der. Ali “Düşünce tarzınızı sevdim öğretmenim ;ancak parmağında yüzük olan evli” der. İşte bunun gibi kimi zaman sorulan ve sorulmayan soruların, soruların ardındaki gerçeklerin etkisi altında, trileçede yaptığım üç hatanın hissettiklerinde rutinlerin keyfi kaçıyor ki Allah’tan “Nazilli Sendromu“ndan ömür boyu sakınabilmeyi diliyorum. Çünkü “Kılaz Katsayı” farklarını görmekten korkuyorum. Gülüm keten helvayı yanmaktan korumanın gereğine ve önemine yürekten inanıyorum.
Sağlık ve esenlik dileklerimle açık ve aydınlık bayramlar diliyorum.
Öykücü