“…Dünyada kullanılan sisal bitkisinin (kenevire benzer büyük yapraklı, bol elyaflı, dokuma sektöründe kullanılan bir bitki) büyük kısmı Yakutan’da üretilirmiş. Bu bitkinin yetiştirildiği Yakutan toprakları taşlı, sert ve organik maddece fakirmiş. Bir Amerikan şirketi Florida’da sisal yetiştirmeye karar vermiş. Toprağı kaliteli tarlalar seçilmiş. Toprağın bakımı yapılmış ve tohumlar ekilmiş. Bitkiler büyümüş. Hasat zamanı gelmiş. Amerikalılar “Yaşasın ! Sisal üretimini Yakutanlıların elinden aldık” demişler. Mahsulü biçmişler. Yaprakların içindeki elyafı elde etmek için işleme başlamışlar. Fakat o büyük yapraklarda bir gram bile elyaf bulunmadığını hayretle görmüşler. İşte o zaman anlaşılmış: “Hayatının kolaylaştırılması, bu bitkiyi mahvediyormuş”…”
Karar Kitabı Bölüm 2 / Kendinizi daha iyi anlamak için 13 model ve 2015 den bugünlere dönük Net mesajlar (Yunt Kanatları ve Kafatopu/MSM nun ayak sesleri)
Merhaba
İki gün önce Galen’deydik. Dostumuz, arkadaşımız, meslektaşım ME, eşim Nezuş ve büyük oğlum Ümit, ailemizin doktoru, Copcu’ların profesörü sevgili Eray’ın hünerli ellerindeydi. Ağrıların geçmesi ve yere daha sağlam basmak için yeni tekniği ile elde ettiği “Kök Hücre”ye sığınmıştık. Temmuz 2019 da Çeşme’de Seyir Tepeleri’nde havuz başında başlayan ve azıcık sitem de içeren ısrarların sonucunda nihayet 10 Ocak Tarım Bayramında uygulama gerçekleşmişti. Başarılı bir operasyondan sonra C13 Grubumuzda teşekkür ve şükranlarımızın en güzel ifadesini Pınar’ın mesajında gördüm. Bir hafta sonra 75 i tamamlayıp 76 dan gün almaya hazır olurken bugünlere nasıl geldiğimizi bir kez daha düşündüm. Düşünürken belleğimden yetmiş beş yılın kimi kareleri öne çıktı. Neden kimi anılar diğerlerinin önüne çıkıyor ? diye düşünürken Galen’in kafeteryasındaki kitaplıktan bir kitap seçtim. Joshua Foer’in yazdığı “Einstein ile Ay Yürüyüşü ( Moonwalking With Einstein)”. Neden bu kitap ?
Kitaptan ileri geri sarmalarla rastgele sayfaları okudum. Bu gelgitlerde bir karmaşa var gibi görünse de aslında anahtar sözcüklerle belirli bir çerçeve oluşuyordu. Daha çok “Hatırlama ve Unutkanlık” sözcükleri aradıklarımı filtre ediyordu; süzgeçten geçiriyordu. Çünkü yetmiş beşi aşarken iki konu öne çıkmaya başlıyordu: Baş dönmesi ve Unutkanlık. Öyle ki geçen hafta Çeşme’ye Mehmet Ali Amcanın vefatı nedeniyle Perihan ablaya taziye ziyareti yapmak için özellikle gittiğimizde onun için, her zaman olduğu gibi aldığımız, hazırladığımız paketi vermeden gelmiştim; unutmuştum. Geçen gün de marketten aldığım yumurtayı alışveriş arabası içinde paketlerken unutmuşum. Üşenmedim; on kilometre yürüyüş yapıp (kendimi cezalandırmak gibi) ertesi gün gidip yumurtayı aldım. Bereket kamera çekimlerine bakıp da yumurta violünü nasıl unuttuğumu gösterdiler ve unutkanlığımı yüzüme vurdular. Öte yandan yıllar önce (1992 gibi) Demek ki bellek doluyor ve yer kalmıyor. Anıları tazelemek belleği boşaltır mı; ya da hipokampustan korteks bağlarını aktarıp günceli anımsama konusunda kolaylık sağlar mı ?
Aklın Süzgece Dönmesi
Bay EP 1992 yılı Kasım ayında hafif bir grip geçirir. Beş gün yüksek ateşle uyuşmuş gibi yatar. Daha sonra yapılan tetkiklerde görülürkü Herpes simpleks virüsü bir elmanın içini oyar gibi beynini kemirir. Bu arada beynin ceviz büyüklüğündeki iki parçası yok olur ve belleğin zarar gördüğü anlaşılır. Beyin adeta kayıt kafası olmayan bir kamera gibidir. Her şeyi görür. Ancak belleğe kaydedemez. Her zaman unuttuğunu, zaten unuttuğundan her dakikayı yeni olarak yaşamaktadır EP. Aklıyla ilgili bir sorun yok. Bu aslında bir lütuf (mu)dur. Kitaptan aldığım bu örnek beni çok yinelediğim eskilerin bir sözüne götürür belleğimden çağrışımlarla: “Hafıza ı beşer, nisyan ile malûldür”. Türkçesiyle “İnsan belleğinin unutmak gibi bir hastalığı vardır”. İşte tam bu noktada aklım ve yüreğim çatışmaya girerler: Unutmak kötü müdür, yoksa iyi midir ? Ya da “iyi ki unutuyoruz; ya unutamasaydık !” diye düşünmek daha doğru mudur ? İster öyle ister böyle ben yazıyorum. Neden yazıyorum ? Paradoks gibi görünse de; her iki amaç için de yazıyorum. Unutmak için yazıyorum; anımsamak için yazıyorum. Nasıl yani ?
Bazen öyle anlar, olaylar oluyor ki içimde fırtınalar kopuyor. İsyanları bastırmakta zorlanıyorum. Sessiz kalmakta güçlük çekiyorum. Öyle ki susmak ya da konuşmak tıpkı aşağısı sakal, yukarısı bıyık durumundaki “iki cami arasında kalan beynamaz” gibi hissediyorum kendimi. Bu durum sadece olumsuzluklar için değil pek çok güzellik için de oluyor. Hatta çoklukla güzellikler için oluyor ve tanık olduğum ya da bana söylenen çok güzel bir konunun susmak zorunda kalan son noktası olmanın dayanılmaz sessizliğinde yaşanıyor. Kimi zaman da olaylar karşısında hissettiklerimi anlatmak ya da anlatmamak ikilemindeki ruh halimi aşmada tek yol yazmak oluyor. Yazınca sıfırlıyorum (paraları değil). Unutmak için yazdığım gibi anımsamak için de yazıyorum. Zaman yazılmamış anılarda daha fazla erozyon yaratıyor. Renklendirirken sapmalar fazla oluyor. Yazınca daha bir fazla gerçek olaylara (nitel ve nicel olarak) yakın kalıyor. Yazınca Foer’in sözünü ettiği “KAN Metodu” daha güçlü oluyor (Kim/Aksiyon/Nesne). Ben bunu “Öykü” lendirmede “Yer/Zaman/Kişi” diyorum. Öğrenme yolculuklarımın finalinde hep kullandığım Konyalı Mehmet’i düşünün. Yer sınıf ve kara tahtanın önü; zaman ilk okulu bitirme sınavı; kişi Konyalı Mehmet ve anlatımda espri var: Binin arabaya götüreyim. Anahtar soru: Ankara’nın nerde olduğunu bilmek mi yoksa Ankara’ya gidebilmek mi daha önemli ? ve çıkarılan mesaj: “Bilmek yapabilmektir”. Bunu yüz kere tekrarlanınca öykü bellekteki yerini hem sağlamlaştırıyor hem de bellekte yer boşaltıyor. Anımsamak ve/veya unutmak işte bütün mesele. Kaç çeşit unutkanlık vardır ?
Bu sorunun yanıtını Foer’in kitabında gördüm ve bana ilginç geldi. Önce “hadi canım sende !” dedi aklım yüreğimle çatışırken. İki çeşit unutkanlık varmış. Birincisi ANTEROGRADE ve Türkçesi ileriye doğru unutkanlık, yeni anıların oluşmasını engellemek; ikincisi RETROGRADE, geriye doğru unutkanlık, eski anıların anımsanmasını engellemek. Kimilerindeki rahatlık, çevreye karşı duyarsızlık, egonun yüksekliği, geçmişin öğretilerine boş vermişlik, geleceğe bakışta “Allah’a emanet; her şey olacağına varır” yargısı belki de bu iki unutkanlığın karmasıdır benliklerinde ve belleklerinde. Ortak payda yok olursa neler olur ?
İki kişi arasındaki ilişkide ortak payda yok olursa neler olur ? Sıkıntı şu ki diye sözlerini sürdürüyor Foer: “İki kişi arasındaki anlamlı ilişki sadece şimdiki zaman kullanılarak yürütülemez. Sosyal evreni (mekan ve kişi) sadece gördükleriyle sınırlı anımsamadığı bir geçmiş, üzerinde düşünemediği bir gelecek arasındaki sonsuz bir şimdiki zamana sıkışmış olarak kaygılardan uzak dingin bir yaşam” acaba gerçekten de mutlu eder miydi insanı !
Kitaptan bir alıntı. Paris Üniversitesinde Ed Cooke kendi öyküsünü anlatıyor: “Kendimi daha uzun yaşıyormuş gibi hissedebilmek için öznel zamanı genişletmek üzerinde çalışıyordum. İşin ana fikri yılın sonuna gelince nasıl da geçip gittiğine şaşırmak duygusundan kaçınmak istiyordum. Bunu nasıl yapabilirim ? dedim ve anladım ki “daha fazlasını anımsıyarak; yaşamıma daha fazla kronolojik nirengi noktası getirerek” yapabilirim. İşte tam bu noktada kitabı okumayı bıraktım ve kendimi düşündüm. Disiplinli iş yaşamımda da bugün emeklilikte ve gönüllü öğrenme yolculuklarında da hâlâ ajandama yazdığım günlük notlar hep bu nirengi noktaları. Hatta okul dönemlerimdeki defterlerim da aynı nedenle anlamlı ve önemli geliyor bana. Yazmak benim için temel ihtiyaçlardan biri ve tam bir alışkanlık. Örneğin bu satırları bilgisayarımın klavyesinde yazarken aklım dün Alaçatı pazarındaki alış verişin karakteristiğine takılı. Küçük bir olay olsa da benim için, öğretici olduğu için ve belki bir gün meraklısına bir anıyı canlandıracağı ve güncel sohbete renk katacağı için kayda değer. Dün neler oldu ki ?
İki temel amaç için (Netgillerin ekmekleri ve Ümitgillerin hazır mamalarıyla köpekleri beslemek ve Mehmet Ali Amca taziyesi) için Çeşme (ev)ye gittik. Alaçatı pazarı ekstra gibi görünse de dizden ve gözden ameliyat olmuş olan Sabri Aga’yı da merak ediyorduk. Pazardan sonra Kule’de balık yemek teklifimdi (Sadece balık ve salata ~150). Bunun yerine yarım kilo sardalye (10), roka ve dereotu (5), yarım kilo radika (5) ile evde balık yemeyi yeğledik. Belki de tüm bu yaptıklarım ve yazdıklarım özellikle Tepecik/Zeytinlik arasında geçen 29 yılın (1958/87) anılarının etkisinde oluşuyor; tıpkı sisal bitkisinin Yukatan’ın sert, taşlı ve fakir topraklarında sahip olduğu değer gibi. Bu düşünceler herkes için her koşulda ve her zaman geçerli olmasa gerek ki önceki yaşamda örneğini verdiğim “Fanusun Dışı”na çıkanlarda da nice güzellikler görüyorum; şükürle şükrederek. Şimdi tekrar Foer’in kitabından Ed Cooke’un öyküsünün devamından mesajlar bulmaya çalışayım. “…Yaşamımıza ne kadar fazla anı katarsak zaman daha yavaş uçup gider. Yaşamlarımız olayların anılarıyla yapılandırılmıştır. Gerçeklerin anılarını bir iletişim ağında bütünleştirip anımsadığımız gibi yaşam deneyimlerimizi kronolojik anıların ağına yerleştirip anımsarız…”İşte tam bu noktada 1992 yılında Fethiye’den dönerken uğradığım “Ortaca pazarında portakal torbasını neden unuttum ?” sorusunun defterime yazılı olan yanıtını düşünüyorum. Çeşme’de olsaydım; çatıya çıkar ve bu sorunun yanıtını 1992 ajandamdan bulurdum. Şimdilerde olayları ve anıları sadece ajanda yazılarımda değil video kamera ile görselleştiriyorum. Yaptığım kısa kolajlarla da odaklanarak mesajlar oluşturmaya ya da mesajlarımı öznel desteklerle güçlendirmeye çalışıyorum. Ben bunlara “Tazeleme Sosları” da ekliyorum. Böylece yaşamımı inceliyorum ve Sokrat’a hak veriyorum. Sokrat demiş ki “İncelenmemiş bir yaşam, yaşamaya değmez”. Peki ya anımsanmayan bir yaşam yaşamaya değer mi ?
Aklınızın gözünde çok iyi bildiğiniz ve kolayca görebileceğiniz bir mekan yaratmak ve bu hayal ürünü mekanı anımsamak istediklerinizi simgeleyen imgelerle doldurmak konusunu “Mekan Yöntemi” demiş Bay Foer. Ben de mekan olarak “Dünya iki kapılı handır” diye düşünüp de han olarak seçmedim. Halbuki çocukluğumda Soma’da “Arnavut Nazif’in Hanı” diye anılarımda yer alan bir han hikayesi vardı (ve de şiir olarak çok sevdiğim “Han Duvarları”ndaki dizelere hayrandım). Bunun yerine “Yaşam Büfesi”ni seçtim. Zaman zaman “Haydi Abbas, vakit tamam” dizesini mırıldanırken “Yaşam Gölü” nü de unutmadım. Ancak esas olan “Yaşam Büfesi” idi ve bunun önünde bir kalabalık vardı. Önce sıraya girmelerini istedim ve bunu SSTC Öğrenme ve Ustalık Yolculuğunun şu kriterine önem vererek yapabileceklerini anlatmaya çalıştım: Pick-up positives, ignore negatives/Olumsuzu görmezden gel, olumluyu yakala ve kullan”. Doğruyu, güzeli ve işi yarayanı bulup seçmek diğer bir deyişle “Akıllı Olmak” kolaydır. Bunu seve seve yaptılar. Ancak bir süre sonra güncel yaşamın “Rahatlık Zonu / Konfor Alanı” disiplinli yaşamdan koparıyor insanı doğal olarak. Yine bildiğin yollara, dönüyor insan; kaybettiği anahtarı yine ışığın altında arıyor.. Bunun için “Yaşam Büfesi” önünde “Sırada Kalma” alışkanlığı kazanmak “Başarı Formülüm”deki “2P”ye dayanıyor: “Patient & Persistent” ki Türkçesi “İnat ve Israr; Sabır ve Sebat” veya tek sözcükle “Tutku (Passion)”. Bunun için de sırada kalmaya inanmak, sırada kalmanın faydasına inanmak, sırada kalmak için disiplinli (D2:Discipline) olmanın gereğine inanmak; bu gayreti “kararlılık (D1:Determination)” ile sürdürmenin gereğine inanmak şart. Bu nedenle hep söylüyorum: “İnanırsanız inandırabilirsiniz” ve bir gün gelecek Yaşam Büfesi önünde sıraya girenlerin sırada kalmayı sürdürdüklerini ve buna “adandıklarını (D3:Dedication)” gören otorite ona Yaşam Büfesin önünde “Sırada Öne Geçme” fırsatını verecektir; ya da bu fırsatı sırada kalmayı sürdürenler kendileri yaratacaklardır. Bunu da ben “EDA Evreleri” diyorum öğrenme yolculuklarının sonraki adımları için. Bunun için belleğinize, “Bellek Sarayı”nıza bakın ve öğrenmelerinizin dönüştükleri anılardan yararlanın. Tekrar Foer beyden iki gün önce öğrendiklerimden bir pasaja dönersem neyi öne çekmek isterim ?
Kitabının önemli bir bölümünde Tony Buzan’a ve onun “Zihin Haritası“na yer veren yazar, Latince’deki “inverto” sözcüğünden türeyen İngilizce “inventory/envanter” ve “invention/buluş” sözcüklerini bellek için kullanarak belleğe iki temel fonksiyon yüklüyor: Anımsatmak ve Yaratmak.
Şu sözlerle yazımı tamamlamak istiyorum: Ne kadar fazlasını anımsarsak dünyayı işlemden geçirme konusunda o kadar başarılı oluruz. Dünyayı ne kadar iyi anlarsak bu konuda daha fazlasını anımsarız. Hepimizin içinde uyandırılmayı bekleyen olağanüstü yetenekler vardır. Önemli olan “Farkındalık > Özgüven > Motivasyon” ile bu yetkinlikleri beceriye dönüştürebilmektir. Bunun için anılarınızda yer alan deneyimlerle önce içe bakış, iç sese kulak vermektir. Ve kitabın arka kapağındaki şu tümceye katılıyor musunuz ? “Ortalama olarak insanlar yılda 40 günü unuttuklarını telafi etmek için harcıyorlar”. Anılarımızı bir araya toplamak ve bir anlam çıkarmak sürecinde uyku çok önemli olduğunu okuyunca neden kimi zaman rüyalarımı daha çok sevdiğimi anlıyorum. Gece olsa uyusam ve dün gördüğüm rüyaların devamını yaşasam diyorum. Sabahları yataktan kalkmadan on dakika rüyalarımı düşünüyorum. Bazen hemen yazıyorum. Gün boyu rüyamın etkisinde aklımın çerçevesi oluşuyor. Böylece yetmiş beşi doldururken “Gün ve Gecenin Bütünleşik Doyumu”ndan ayrı bir keyif alıyorum. Daha ne ister insan !
Sağlık ve esenlik dileklerimle geceniz ve gündüzünüz bellek sarayınızdaki zenginliklere açık ve aydınlık yollarda keyif ve huzur için yoldaşınız olsun.
Öykücü