Yaşam Büfesinde “Kader Bağlayınca”

“…Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz / Derinden bakınca gözlerinize / Neden başınızı öne eğdiniz…Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın aldırma gönül aldırma / Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar / Seni bu sesle oyalar, aldırma gönül aldırma...”

Karar Kitabı 4 “Başkalarını nasıl geliştirirsiniz ? İstanbullu Gelin diyor ki… Ve SSTC den kalan kahkalar (Bursa/2007)

Merhaba

Yazıma başlık ararken neden “Kader Bağlayınca” yı seçtim ? Bilinçli ya da bilinçsiz iç dünyamda bir kavga mı vardı kimi yasal bağların oluşturduğu kaderlerde ? Ellili yılların sonlarında Sidney Poitier’i ilk defa tanıdığım filmin adıydı “Kader Bağlayınca”( http://cagrigirlangic.blogspot.com/2017/01/the-defiant-ones-kader-baglaynca-1958.html.). Filmin ana karakteri olan diğer oyuncunun Tony Curtis olduğunu pek anımsamam “Kader Bağlayınca” diye düşündüğümde. Sonraki yıllarda Sidney Poitier’i “Sevgili Öğretmenim” ve “Beklenmeyen Misafir” filmlerinden anımsarım beğeniyle. Ellili yıllardaki çocuk aklımla iz bırakan filmdeki bağlayıcı kaderi yaşamımda nelerle özdeşleştirmiştim yetmiş beş yılın yaşanmışlıklarıyla ? Yazımın girişindeki şarkı sözleri kaderin bağladıklarında nasıl bir etkisi olmuştu ? Birinin öyküsü Soma’nın bir sokağında ellili yıllarda başlarken, diğerinin öyküsü seksenli yılların başlarında Buca / Selçuk cezaevlerine uzanan mapuslukla nasıl bir ortak payda oluşturuyordu ? Bakalım bu soruların yanıtlarını bir blog yazısının potasında toparlayabilecek miyim ?

Geçen hafta rahmetli ablamdan kalan hısımlık bağlarının son halkasını da kopardım. Karşıyaka 1711 sokaktaki evin satışı ile paydaşlar “sepeti koluna herkes kendi yoluna” gitti. Bu bağları oluşturan öykü ellili yıllarda (~ 1952) Soma’da başlamıştı. Bu öykü ile yazıma başlayıp yan yollara sapmadan sonuca gelmek istiyorum. Aradan geçen 68 yılın içine kimler, nerelerde ve nasıl katıldılar; neler yaşandı ve neler hissedildi ?

Sanırım bizim DNAmızda var erken evlilik ve de sırılsıklam aşık olmaya dayalı. Yaşın küçükmüş, henüz talebeymişsin, işin gücün yokmuş hiç önemli değil (kim korkar hain kurttan !). Ablam için de benim için de aynı şekilde başladı aşk ve evlilik öyküsü. İkimiz için de mutlu, mesut sürdü; tıpkı “ölüm size ayırana kadar” sözlerinden beklendiği gibi. İkisinde de hiçbir pişmanlık yaşanmadı. Sıkıntılar olmadı mı ? Çok oldu. Sıkıntıları aşmak sancılı mı oldu ? Pek sanmıyorum; hele bir de yaşanmışlıklar bir kazaya kurban gitmeden tatlı sona bağlanmışsa yaşananları unutmak ya da yıllar sonra pembeye boyamak hem kolay hem adetten. Bu nedenle bu yazımda gelgitler oluşursa bunların hiçbiri bir pişmanlık ifadesi değildir diye peşinen yazayım.

Rahmetli ablam en az benim kadar çalışkandı. Ancak ilkokuldan sonra onun okumayla, okuma isteğiyle ya da baskıyla ilgili hiçbir anı yok belleğimde. O istedi de babam izin vermedi diye bir söz hiç duymadım. Evimizde aşırı bir disiplin olmakla birlikte bir derebeyi yaşamı yoktu. Babam rahmetli biraz sertti, sinirliydi, huysuzdu ama onu hiç zorba olarak anımsamıyorum. Ellili yılların başlarında Soma’da madencilik ve termik santral gelişince babam da tütüncülükten köfteciliğe terfi etti. Bu sırada birbirine komşu üç evimiz vardı. Birinin altı tütünlerin denk yapıldığı ve Tekel satın alıncaya kadar korunduğu bir depo gibiydi. Orada belinde nacağıyla (balta demek) odun kırıp geçimini sağlayan ve giysilerinden dolayı benim “çuvaldan adam” adını taktığım bir garip kişi barınırdı tütün denklerinin yanında. Ayrıca tavuklarımız da olurdu o depoda serbest gezinen. Bu deponun bir duvarında yan evin bodrumuna bakan bir pencere vardı. Yandaki evde (bizim kiracımız) GRN Ailesi otururdu. Aile reisi HSN bey amca tanıdığım en yumuşak ve güler yüzlü adamlardan biriydi (Allah rahmet eylesin). Onun kayın biraderi yirmili yaşlardaki HST yakışıklı bir delikanlıydı. Ablam 14 yaşındaydı ve ona aşık oldu. Deponun duvarındaki pencereden birbirleriyle görüştükleri anlaşıldı. Sıhhiyeci Ziya beyin (ki beni sünnet eden kişi) eşi aracılık etti ve babam da evlenmelerine rıza gösterdi. Ancak ablam 14 yaşındaydı (1938 doğumlu). Köfteci dükkanından tanıdığımız hakim Ali Rıza beyin yardımlarıyla ablamın yaşı yasal olarak 14 den 16 a yükseltildi ve ebeveyn rızasıyla evlilik gerçekleşti. Laf aramızda ablam ufak tefek, sessiz ve aşırı derecede yumuşak biriydi. Ona bakan biri bu yaş yükseltmenin kemik yapısına bakarak olmasını mümkün görmezdi. Bunu bugün “erken evlilik, çocuk evliliği” gibi görüp de tepkiye girenler çoğunluk ise de ellili yıllarda, taşrada birbirini aşkla sevenleri yasal yolla buluşturmak en akılcı yoldu ve rahmetli babam ne kadar ters adam olsa da bunu kabullenmişti. Ne var ki bu evlilikle “iç güveysi” ne demekmiş öğrenecektim daha yedi yaşındayken. Kaldı ki yıllar sonra (1965) ben de talebeyken evlenip de ebeveynlerimle birlikte aynı evde on yıl birlikte oturunca “ev ev üstüne” nasıl oluyormuş yaşayacaktım; kimi geceler Tepecik’ten Güzelyalı’ya kadar Ümit’in Pinokyo bisikletiyle giderken…

Sanırım altı ay sürmedi bu birlikte yaşamak. Babam erkenden kalkıp köfteci dükkanını açarken damadı terzi HSTnin geç saatlere kadar yatmasını kabullenemedi. Ben 19 Eylül 1965 de evlendim ve ertesi gün bakkal dükkanını açtım. İflas etmiş bakkal Fahrettin’in bir lokma ekmeğine ortak ederek talebe oğlunu evlendirmesi özverisinde “balayı” düşüncesine yer yoktu. Biz (MNC) de bunu kabullenmiştik. Bu nedenle bizim balayımız evlilikten dört yıl sonra Erzurum’da askerlik yaparken yaşandı denebilir. Tekrar Soma’ya ve ellili yılların ortalarına geleyim. Hele bir de işinin olmadığı zamanlarda Soma gibi bir yerde genç evli adamın, damadının bisikletle tur atmasını kendine yakıştıramadı. Ablam için zor günlerdi. Arada kalan rahmetli annem için de bir o kadar zordu. Sonunda ablamın yaşamı Soma’dan mecburen Gördes’e kaydı. Evden yüklenen eşyalar, ağlayan annem ve kızgın babamı anımsıyorum ve o gün ben annemin elini tutup bir akrabamıza (sanırım anne annemin evine) gittik evde kalıp da daha şiddetli tartışmalar olmasın diye. Ablam daha çocuktu. Hayatı, zorluklarını ve bu zorlukların üstesinden gelmeyi, mücadele etmeyi bilmiyordu. Babamın baskısından çıkıp, HST ve annesinin (rahmetli dünür teyze genç yaşta dul kalmış ve dört evlat yetiştirmiş tam bir Osmanlı kadınıydı) baskısına girmişti hem de gurbet ellerinde yeni bir ortak yaşamın baskılarında. İlk okuldayken bir sömestre tatilinde Gördes’e gitmiştim tek başıma. O yolculuğun apayrı bir öyküsü, anısı vardır belleğimde.

Gördes’ten sonra Alaşehir’de başladı ablamın yaşamı, HST nin kravatlı devlet memuru olmasıyla. Biraz daha gelişmişti yaşam koşulları ayrı bir evdeki özerk sayılabilecek bir aile olarak. Alaşehir sonrası İzmir’de devam eden yaşamın belirleyici etkeni deneyim kazanmış “zabıt katipliği” oldu. Bu devlet görevinin ilişkilerinde çok çalışmakla, ekstra çalışmakla ve iyi ilişkiler kurmakla kazanımlar artınca paylaşımlar da arttı. Ablamın her türlü yaşam koşulunun zorluklarında ciddi şekilde şikayet ettiğini görmedim. Hoş evimizde böyle bir şikayet etme kapısı yoktu; açık değildi. Madem aşk ve evlilik onun seçimiydi; zorluklarına katlanacaktı. Bu tür bir evlilik kararıyla geri dönüş için köprüler yıkılmış, gemiler yakılmıştı. Ablamın çocuğu olmadı. Zabıt katibi HST emekli oluncaya kadar Karşıyaka adliyesinde görev yaptı. Hakimi rahmetli Sıtkı beydi ve Somalı Sıtkı bey babamın yakın dostuydu. Hakim de çalışkan zabıt katibinden çok memnundu. Zabıt katibi HST nin eli, kapısı herkese açıktı. Çok ekmeğini yedik. Ne zaman Karşıyaka’ya gelsek bize Köfteci Erol’da öğle yemeği ısmarlardı. Onun destekleriyle yetmişli yıllarda “bilirkişi” olarak görev alarak önemli miktarlarda olmasa da ekstra paralar kazandım. Allah razı olsun. Ancak babam ve HST her ikisinde de “kuyruk acısı” vardı ve açıkçası birbirlerini hiç sevmediler. Buna rağmen Zeytinlik’teki iki katlı evin (1141 sokak) bir katında ablam otururdu bila bedel (ki altmışlı yıllarda babam iflas etmiş bir bakkal ve daha sonra da asgari ücretli bir gece bekçisiydi). Araya ölümler girdi ve neler oldu ?

Babamın biri Zeytinlikte iki katlı, diğeri ondan beş yüz metre ileride Tepecik’te (1159 sokak) tek katlı iki evi vardı. Tek katlı evde babamla birlikte on yıl oturduk ve onu birlikte üç katlı yaptık. İkinci kat elektriklerini rahmetli sınıf arkadaşım Somalı Süleyman’la (o yıllarda Çınarlı Meslek Lisesinde okuyordu; daha sonra elektrik mühendisi oldu ve genç yaşta vefat etti. Allah rahmet eylesin), üçüncü katın elektriklerini ise kayın biraderim Nezih abiyle (dört yıl önce 4K dan vefat etti; mekanı cennet olsun) birlikte döşedik. Daha sonra babam emekli oldu. Zeytinlik’teki iki katlı evin üst katına yerleşti. Ablam ise onun alt katında oturuyordu. Babam yarı felçli gibiydi. Damar sertliği hastalığı ileri derecedeydi ve çok sigara içiyordu. Biz babamın durumuna dikkat ederken annem bir günde aniden kalp krizinden ölüverdi (1333/1917-1984=67 yaşında). Babam evimden çıkmam dedi. Ablam hemen alt katındaydı ve çocuğu yoktu. Babamın yemeğini vermesi zor değildi. Ne var ki hem babam huysuzdu hem de HST kendi isteklerini öne çekip ablama bu hizmeti vermesinde zorluk çıkarıp baskı yapıyordu. Bir cumartesi babamı ziyaret ettiğimizde açlıktan şikayet etti ve hemen yanımıza aldık. Üst kattaki kiracıyı çıkarıp babamı Tepecik’teki evimizin üst katına yerleştirdik; kendi eşyalarıyla ve kendi istediği yaşam tarzıyla. Annem öldükten bir yıl sonra ben devlet memurluğunu bırakıp özel sektöre geçtim. Kırkından sonra özel sektörde kendini kanıtlamak ve değişen koşullara adapte etmek kolay değildi. Haftanın beş günü ev dışında, seyahatteydim. Babam hala inatçıydı. İki katta sürdürdüğümüz evimizde yedi oda ve kovalı kömür sobaları vardı. Merdaneli çamaşır makinemizi bile daha sonraları aldık. Evin tek hanımı vardı hem iç hem de dış işlerine koşan ve onun eline bakan beş adam. Şimdi “şikayetçi değildik” demek hiç de gerçekçi olmaz. Çok şikayetçiydik ama “el mahkum; mecburcu” yola devam ettik. Bu ara babam yatak odasında karyolanın üstüne tüner ve pencereden Zeytinlik’teki evine bakıp “Sadıkbey Oteli yine doldu” diye hırçınlaşırdı. İleriyi gören adammış ve ne yaptı etti; Nazım abiyi devreye soktu, beni ikna etti ve ölmeden önce Tepecik’teki evi “ölünceye kadar bakmak kaydıyla” hibe yoluyla bana devretti. Bunu ablama defalarca söyledi. Ablam her zaman kabul etti; hiç itirazı olmadı ve bu paylaşımı pek çok yönden (yapılaşmaya katkı; çoluk çocuk sahibi olmak/olmamak) hakkaniyetli gördü.

Özel sektöre geçtiğimin ikinci senesinde gelirlerim arttı ve Karşıyaka’ya taşındık. Çeşme’de yazlık evimizi yaptık. Babam bu iki mekanda bir yıl kadar yaşayabildi ve vefat etti (1330/1914-1987=73 yıl). Zeytinlik’teki ev ablama kaldı. Ancak HST tehditlere başladı (kardeşini öldürürüm demekten bile çekinmedi ve bugün profesör olan oğlum Eray ve sınıf arkadaşı, Karşıyaka’da banka müdürünün oğlu olan Dr.Birgi ile bir iş hanındaki bürosuna gidip böyle böyle demişsin dediğimizde “tanık getirmişsiniz, ben aptal mıyım o söylediklerimi tekrarlayayım” diye mesleğinin bilinciyle rahmetli pişkinlikle işin içinden sıyrıldı. O günlerde Hatay’da önümüzdeki Murat 124 arabayı gören küçük oğlum Kerem “Geç şu arabayı babacım; bana cici babamı hatırlatıyor” dedi. Her şeye rağmen çocuklarım çocuksuz HST efendiyi halalarına olan sevgiyle “cici baba” diyorlardı). Tepecik’teki evden de pay istedi. Ablam kabul etmedi. Bununla da yetinmedi. Ablamı boşamak için dava açtı; ablam evini terk edip bizim yanımıza geldi. Ben ve ablam rahmetli avukat Kazım abinin avukat eşiyle dava günü mahkeme kapısında heyecanla beklerken avukatımız Nursel abla halimize gülüyordu ve “merak etmeyin davacı olarak gelmeyecek ve dava düşecek; çünkü onun amacı boşanmak değil sizi korkutmak” diyordu. Öyle de oldu. Gelmedi. “Aradan zaman geçti. Ablam evine döndü. Bu talepler küllendi ve biz yine birbirimizin yüzüne baktık hiçbir şey olmamış gibi...” dese de dilim, ruhumun itirazı var: Kopan her şey bağlanır; arada bir düğüm kalır. Evimizdeki yaşamda hoşgörü etken olmasaydı; ablam hayatının tek direnmesini inançla ortaya koymasaydı, C13 ün tüm bireyleri ablamı haladan daha yakın görmeselerdi o günden sonra beraberliğimiz olmazdı. Ablam da Zeytinlik’teki evi sattı ve Karşıyaka 1711 sokakta bir ev (daire) aldılar. Ölünceye kadar mutlu, mesut yaşadılar. Biz (ben, eşim ve oğullarım) birbirimizin sofrasına oturduk. Ablamla eşini Çeşme’de evimizde hem kutlamalara çağırdık ve hem da yatılı konuk ettik. Ölünceye kadar kendi keyfi için ablama baskı yapmayı sürdürdü. Bu da onun tarzıydı ve ablam buna çoktan razı olmuştu. Ve dokuz yıl önce bir Eylül sabahı haber geldi ki ablam kalp krizinden ölmüş (1938(>1936)-2011=73 yıl).

Dokuz yıl önce ablam vefat edince HST ile birlikte Yamanlar Verdi Dairesine gittik. Gerekli işlemleri yaptık ve gördüm ki Zeytinlik’teki babamın evinin satışıyla aldığı Karşıyaka’daki evin %25 hissesini ablamın üstüne yapmış; yarısını bile değil. Öyle takdir etmiş ve ablam da razı olmuş; başka kimsenin (benim de) söz söyleme hakkı yok. Geçen hafta Tapu Müdürlüğünde imzalar atılırken tanıdığım OK isimli genç bir delikanlı satın almış evi. Hayırlı olsun; Sağlık ve esenlik içinde keyifle otursun. Yasanın öngördüğü şekilde çocukları olmadığı için evin satışından elde edilen paranın 1/8 ni ben; 7/8 ni de HST nin kardeşlerinden olan kişiler aldılar. Buraya kadar her şey normal; söylenecek bir şey yok. Kendilerini son iki yılda satış için zorlarken şunu anlamakta zorluk çektiler…

Dokuz yıl önce ablam vefat edince “ortaklığın giderilmesi davası” açıp evin satılmasını sağlar ve payımı alırdım. Bu durumda paydaşların amcası/dayısı olan HST evsiz kalırdı. Etik olmazdı. İhtiyacım yoktu. Bunu yapmadım. Onun sağlığında hiçbir talepte bulunmadım. Daha sonra HST hastalandı; yaşlandı ve bakım evine yatırıldı. Beş altı yıl önce “artık eve ihtiyacı yok” diye düşünüp evin satışını isteyebilirdim. Bunu da yapmadım. Ancak 2017 yılında HST ölünce bir yıl bekledim. Ev kirada ve kimseden ses seda çıkmıyor. Evi satalım dedim. Ev satışları için piyasa gerçekten kötüydü. Beklemeyi yeğlediler. Bir süre uydum. Daha sonra bir teklif verdim. İçlerinden biri daha fazla teklif etti. Hemen kabul ettim. Vazgeçti. Yazılı mesaj gönderdim “avukata vereceğim” diye. Kızdılar ama satışın hızlandırılmasına katkısı oldu; bence iyi oldu. İçlerinden biri  bugüne kadar her konuyu üstlenmiş olan, tüm sıkıntıları özveriyle karşılayan NSN bu süreci en faydalı şekilde sonuçlandırdı. Yasal yolla kaçınılması olanaksız kayıplardan sakınarak anlaşmayı sağladı ve satışı gerçekleştirdi. Herkes için hayırlı olduğuna inanıyorum.

Sözün özü; bir ömür böyle geçti. Ablam için yeni milenyumun başlarında yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken gençlik yıllarının sıkıntıları bitmiş gibi görünse de “bir bahar akşamı rastladığı” sevgilisinin artan sağlık sorunlarıyla mücadele ederken tıpkı annem gibi bir günde bitiverdi yaşam. Hepimiz için aynı olmayacak mı ? Benden önceki Copcuların (annem, babam ve ablam) 67, 73 ve 73 yıla sığdırdıkları yaşamın gelgitlerini ben de yaşamışımdır mutlaka Yaşam Büfesinde 75 i doldururken. Bunlarla öğrendim ve ustalaştım. Binlerce şükür ve şükran doluyum C13 Plus’ın verdiklerine ve BE AID’leşen ABİDE’min umut dolu yarınlarına dualarımla sağlık ve esenlik diliyorum.

Öykücü