“….Sername-i muhabbeti canane yazmışım / Hasret risalesin varak-ı cane yazmışım / Nalişlerini derd ile biçare bülbülün / Bad-ı saba eliyle gülistane yazmışım…Ser verip sır vermeyenler; Serdümende serhoş olanlar;… Baka kalırım geminin ardından / Atamam kendimi denize / Serde erkeklik var diyerek erkekliğe sığınanlar..Breh breh, breh…”
Prag’taki Yurttan Sesler’den Tekstilde SSTC yoluyla ilerleme (2006 dan 2015 e)
Merhaba
Yine aklım karışık bugün. Gazetenin belirli yerlerine bakıyorum; diğer kısımlarına göz bile atmıyorum. Halbuki altmışlı yıllarda ebevenylerimle birlikte yaşadığım evli ve çocuklu genç aile yapımızlı evimize Cumhuriyet ve Tercüman birlikte girerdi. Annem babam Tercüman okurken ben de ara sıra Rauf’u oradaki köşesine göz atardım. Annem öleli 36 yıl oldu ve Rauf hâlâ bir fantezi gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Rahmetli annem de Cumhuriyet’ten İlhan’ı okurdu. Farklı görüşlerimiz vardı. Farklar iki neslin yaşadığı keskin deneyimlerin etkisiyle hayli yüksek ve şiddetliydi aslında. Babam kırklı yıllarda yol vergisini ödeyemediği için Soma-İstasyon arasındaki şose yolun yapımında işçi olarak çalıştırılmış olmaktan dolayı CHP’e kızgındı. Fanatik DP’liydi. Masal gibi anlatırdı yol inşaatında yalın ayak çalışmasından dolayı ayak tabanlarındaki oluşan nasırları bağ bıçağı ile keserken. O bağ bıçağını ve bilemek için kullandığı kara taşı Çeşme’de saklarım. Ayağındaki nasırlar hem çoktu ve hem de tahminimin ötesinde acı verdiği için olsa gerek ayakkabılarını özel, ısmarlama yaptırırdı. Belki ruhunda azıcık da olsa “çiyan delikanlı” olmanın özlemi yatıyordu ki ayakkabıları yumurta topuk ve sivri burunluydu. Biraz eskiyince ayakkabıların arkasını yatırıp üstüne basardı. Bir de buna Soma’dan sonra Tepecik’te geçen çeyrek asırlık ömrü eklerseniz parmağındaki “şövalye” ile 27 Mayıs 1960 dan hemen sonra Muzaffer Abinin kahvesinde mermer masaya yumruk atışını da anlayabilirsiniz. Ne günlerdi ama…
Tercüman ve Cumhuriyet’in birlikte okunduğu evlerdeki hoşgörüden bugün Sözcü’nün yazarları arasında bile ayrım yapan aklıma şaşıyorum. Düne kadar okuduğum Tokmak Bahri’yi bile okumak istemiyor artık ruhum. Yılmaz’ı bazen sevdiğimi bazen de bıktığımı hissediyorum. Basit ama anlamlı bir konuya ele alıp da örnekleri üçten beşten kırka elliye çıkarınca sabrımın sınırlarını zorladığını ve araları atlayıp sadece “son sözü” görmek için tam sayfalık yazının son paragrafına bakıyorum. Haftanın üç gününde Ege’yi okumaktan azıcık da olsa ders ve öğrenme kırıntısı çıkardığım için gözüm sayfalarda “oyunun kuralı”nı arıyor. Bugünlerde en çok odaklandığım yer Soner’in “Hakikat” köşesi oluyor. Bunu pazartesi günleri “Ayşe” nin ve yeni yeni de Sultan’ın köşe yazıları izliyor. Murat’ın uyaklı ve esprili anlatımlarını bazen köşesinden çoklukla da internetteki videolarından takip ediyorum. Dünden azıcık geriye gidersem geçtiğimiz günlerde hangi köşelerden hangi yazıları kesip birbirine zımbalamışım…
Meral hanım en ciddi duruşuyla ve sakin ve tok sesiyle, kavga etmeden ve fakat en aşağılayıcı tavrınla kürsüden birkaç biçimde eleştirdiği gibi “acılı günlerimizde kıkırdayamazsın sayın...” deyişini içimdeki sızı ile birkaç kez dinledim. Karşıt olarak da “Şeytani Komplo” sözünü de yüzümdeki istihzayı saklayarak anlamaya çalıştım. Beyin ne ararsa onu bulur deyişine olan inancımla Soner’in köşesinde “Cambazın Gülüşü” ile “Hutspâ” sözcüğü ile tanıştım. İbranice asıllı olan bu sözcüğün anlamı “Saygısız, küstah” olmasına karşın İngilizler buna “aşırı özgüven, cesaret” dese de bence, bizim yerleşik inanışlarımızla genel kabul görmüş şekliyle anlamı “cahil cesareti” dir. Ve Soner’in “Hakikat” köşesindeki yazısının son paragrafları her şeyi tam olarak yansıtıyor:
“…Bir gün öyle, bir gün böyle, bir gün Rusçu, bir gün Amerikancı…Hepimizin kaderi/geleceği cambaza odaklı; ipin üzerinde düşmeden yürüyebilecek mi ? Ya düşerse ? Sadece cambaz mı düşecek yoksa hepimiz mi ? Biliyoruz ki cambazın altında gerilmiş ip bizim gerilmiş hayatımız. Düşmeyeceğine inanan cambaz, ısrarla hayatımız üzerinde oynuyor. Beynin yönettiği monşer diplomasisinden, ayakların şov yaptığı cambaz diplomasisine geldik. Yazık bu ülkeye…”
İzmir Atatürk Lisesi’nde geçen üç yılımda (1960/63) fen bölümünde okudum. Öte yandan Orta okul ikinci sınıftan başlayan aşkın etkisi altında edebiyata sürekli ilgi duydum. Yazımın girişindeki satırlar lise yıllarımdan aklımda kalanlar. Aşık sevgilisine bir mektup yazar ve ilk sözcük olarak hani bizim hep yaptığımız gibi “Sevgilim” diye söze başlar. İşte budur “sername” ve anlamı “baş yazı” olsa da bu mektupta “sevgilim” demektir baş yazı ve bunu da o günün lisanı münasibi ile “muhabbet” sözcüğü ile şekillendirmiştir. Ve sözlerine onu çok özlediği ile sürdürmüştür. Ben de çok özledim ülkemde barışı, sevgiyi ve sorunları çözmek için atılan adımları görebilmeyi ki gün geçtikçe umudum azalıyor. İki gün önce Cumhurun başı rakibi için küfre varan sözcükler kullanmış ve rakibinin savunucusu bir adam da aynı sözcükleri alıp cumhurun başı için söylemiş. Bunun üzerine mecliste yumruklar konuşmuş ve yetmemiş cumhurun başı bir de bir milyon liralık tazminat davası açmış. Öte yandan ülkede işsizlik, fukaralık ve karamsarlık almış başını gitmiş; millet olumsuzluklardan serhoş olmuş; serde var olan erkeklikten vazgeçen kimileri Edirne’de göçmenlerin arasına karışıp ülkeden sıvışmaya kalkmış…Kimin umurunda; gemisini kurtarmaya çalışan serdümen veya kaptan ve kaptan için tek kurtuluş belki de bu çatışmayı gerçek savaşa dönüştürmek. Böylece “sen ağa ben ağa” diye başlayıp da sözlerini “inekleri sağmak için cehaleti öneren” dersane sahibi bakanı anlatan Sultan’ın köşesine takılıp kalıyorum. Karatay’ı dinleyip kelle paça yesek iyi olacak ki yapacaksanız Tokmak Hasan’ı öneririm Rahmi’yi değil…
İyi şeyler yok mu ? Hollanda’dan Bay Boris’ten bir mesaj alıyorum. Mutlu oluyorum; gurur duyuyorum. Daha sonra kapalı spor salonunda gecenin ayazında üşürken Mintzberg ile tanışıyorum. Onun yaşamındaki, kariyerindeki üç evrenin sonuncusunun “Parçaların Birleştirilmesi (dinamik) ve LEGO Oyunları” olduğunu görünce anılarım depreşiyor. Torunum Barış’la birlikte Ankara’ya gidişimizi, Büyük Ankara Otelinde Bay BA ile buluşmamızı; Amerikan Büyük Elçiliği ziyaretinden sonra Bay BA ın övgüleri yanında bizi ailesi ile birlikte öğle yemeğine davet edişini ve o sırada “Eğitim Aracı Olarak Lego” nun ortak tutku olduğunu görünce duyduğum heyecanları anımsıyorum. Bugün yeniden heyecanlanıyorum. Bay Boris’le mesaj tarifini yeniden canlandırıyorum:
“…Merhaba Boris. Dedeoğlu’nun kitaplığından bir kitap aldım : “49 İnsan 49 Teori” ve bunlardan Henry Mintzberg’i incelerken kariyerinde üç evre olduğunu gördüm. Üçüncü evreyi “Parçaların Birleştirilmesi (dinamik): LEGO Oyunu” olarak görünce Ankara’da Bay B ile yediğimiz öğle yemeğinin güzelliğini anımsadım. Sahi oralardan bay B ile iletişim kursan ne güzel olur. Bir de bakarsın ki kader ağlarını bu güzellik için örmüştür ve sadece kapıyı çalmak sana kalmıştır. Kaybedecek ne var ki ? Öpüyorum…”
Ve Boris bir saat geçmeden yanıt verince ben devam ederim:
“…Sevgili Boris. Hızlı, içten ve detaylı yanıtın için teşekkür ediyorum. Bence bizzat senin tarafından, biraz ortak anı ve mevcut durumun (Hollanda üniversiten ve hedefin) hakkında bilgi ekleyerek doğruca senin tarafından yeni bir girişimi dediğim gibi duyarlı bir anda dikkat çekebilir. Görebildiğim kadarıyla fotoğraflardan birinde bir sözcük var ki Bay B nin esas işi ile ilgili “enterprenneur” gibi bir şey (kitabı okurken aldığım notların fotoğrafında) ve bir de “lego”. Bu ikisini de mesajında kullanıp belki dikkati ilgiye çevirebilirsin. Yeni bir girişimi faydalı görüyorum. Öpüyoruz.”
İşte UN nun istediği “geri bildirim / geri besleme” nin en somut örneği. Bana öyküsünü anlatan dostumun nasıl geri bildirim verdiğini ve kendi tarzıyla nasıl gurur duyduğunu önceki yazımda (Yaşam Büfesinde “Besleme”) dillendirdim. İsterseniz siz de onun yaptığı gibi üzüm yemek yerine bağcıyı dövmeyi tercih edip kendinizi “serdümen” olarak görüp koltuklarınızı kabartın; isterseniz geri beslemenizi “reinforce” şeklinde teşvik edici, cesaretlendirici olarak kullanıp sabırla, adım adım gelişmeleri izleyip yardımcı olun, destek olun. Bu artık sizin serdeki erkekliğinize bağlıdır. Allah size iki yuvarlak vermiştir; biri üstte diğeri altta. Hangisini kullanacağınız size kalmıştır; ve işte tam bu noktada 2004 yılında Mısır’a doğru yola çıkarken elimdeki kitaptan küçük bir öykü…
“…İki delikanlı ilk uyuşturucu kullanımlarında polise yakalanırlar ve hakim önüne çıkarlar. Hakim gençlere bakar ve affedici bir ceza verir. Der ki; “Şimdi sizi gözetimli olarak salıyorum ve bir hafta içinde en az üç kişiyi uyuşturucu kullanmaktan vazgeçirirseniz cezanızı affederim”. Gençler dışarı çıkarlar ve heyecanla uyuşturucu kullanımının yaygın olduğu semtlerde ayrı ayrı ikna turuna çıkarlar. Bir hafta sonra ikisi de tekrar hakimin huzurundadırlar. Gençlerden biri beş kişiyi uyuşturucu kullanmaktan vazgeçirmiştir. Hakim ilk gence nasıl ikna ettiğini sorar. Genç elindeki kağıda birincisi büyük ikincisi küçük iki yuvarlak çizer ve anlatmaya başlar: “Hakim bey. Uyuşturucu kullanmak üzere olan gençlere “Bakın bu birinci yuvarlak sizin beyninizin bugünkü durumu; bu ikinci küçük yuvarlak da beyninizin uyuşturucu sonrası alacağı durum. Beyniniz zarar görecek, beyinsiz kalacaksınız” dedim. Beni dinleyen on kişiden beşi uyuşturucu kullanmaktan vazgeçti Hakim bey. Bunu duyan hakim birinci gencin cezasını affetti. İkinci genç söz başladı ve “Hakim bey ben bir haftada on genci uyuşturucu kullanmaktan vazgeçmeye ikna ettim” dedi. Hakim şaşırdı ve “Bunu nasıl becerdin oğlum ? ” demekten kendini alamadı. İkinci genç de elindeki kağıda önce küçük ve sonra büyük birer yuvarlak çizdi ve anlatmaya başladı: “Hakim bey gençlere önce bu küçük yuvarlağı gösterdim ve onlara bu sizin şimdiki g*tünüz” dedim. Sonra ikinci büyük yuvarlağı gösterip “Bu da uyuşturucu kullandıktan sonra hapse düşünce g*tünüzün alacağı durum” dedim ve kendileriyle görüştüğüm on genç de uyuşturucu kullanmaktan vazgeçti. Hakim bu gencin cezasını da af ederken oturduğu koltuğa ve tavana farklı bir şekilde baktı ve…” Hani söz sözü açar ya benim bu yazım da öyle olacak.
Temel’e sormuşlar: “Entel mi olmak istersin yoksa i*ne mi ?”. Temel düşünmüş ve düşünmüş net yanıt vermiş: Bilmediğim şeyi aklıma sokmaktansa bildiğim şeyi g*tüme sokmayı tercih ederim”. Her iki öykü de alt ve üst yuvarlaklar konusundaki tercihlerimizi ve korkularımızı yansıtıyor. Umarım bu kritik günlerde kendi çıkmaz sokaklarında duvara tosladıkları halde çıkmaya çalışmak yerine geriye dönme ferasetini göstermek için otoriteler üst yuvarlağı kullanıp da ipten düşmeden ayakların şovundan vazgeçerler. “Pardon” demek bu kadar mı zor ?
Sözün özü; hakimin karşısındaki gençlerin başarı öyküsünde ayrıca ikna gücünü artıran SSTC nin temel öğretilerinden biri olan “Etkili Görsel Kullanımı” da vurgulanmaktadır. Bakalım bugün Rusya’da neler olacak ? Bu sürecin başında “Soçi Mutabakatı” vardı ki ben Soçi’nin önemini ve etkisini seksenli yılların sonlarında CINOS’un ilk evresinde “Müşteri Promosyonu” olarak anımsarım. Küba ve Polonya’dan önce “Soçi’de Sex Ziyafeti Turu” ile başlamıştı bitki koruma pazarında kampanyalı satışların en etkili promosyonu. Hatta birkaç yıl sonra genel müdür adeta nedamet (pişmanlık) ifadesi gibi kendini baş p**enge benzetmekten hicap duymuştu. Yine de hem papazdan korkup hem de yağlı yemeği sürdürdük. Nereye kadar ? Taşın sert olduğunu ateşin yaktığını anlamak için çok zaman geçmesi gerekmedi. Soçi’nin böyle bir geçmişi varken neden orada toplandılar ? Soner belki buna da bir komplo teorisi yazar ki belki de beynimin aradığı türden olduğu için “Ufaklığın baş rollerde olduğu 32 kısım tekmili birden olduğu için” seviyorum o teorileri.
Hani yukarıdaki programda sözün özü yazmıştım ya tekrar ona dönüp bitireyim. Ayakların baş olduğu, akılların yerlerde süründüğü, düşmanlıkların tavan yaptığı, dostluğun ve hoşgörünün yerin dibine battığı dünyamızda iyilikler için, güzellikler için, yaşamın kolaylaşması ve keyifler için üst yuvarlakların baskın olması dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü