“…Kendimi bağlı hissettiğim bir biçime başkalarını zorlamam herkes gibi. Bambaşka bin türlü yaşama biçimi olabileceğine inanır, akıl erdirebilirim. Çoklarının tersine de, aramızdaki ayrılığı benzerlikten daha kolay kabul ederim. Başkasının benim hallerimden ve ilkelerimden dilediği kadar uzak kalmasını hoş görürüm. Herkesi düpedüz ve bağımsız olarak kendi kişiliğiyle görür, kendi örneği içinde değerlendiririm. Kendim perhiz yanlısı olmadığım halde kimilerinin perhizciliğini içtenlikle beğenmekten, davranışlarını uygun bulmaktan geri kalmam: Hayal gücümle kendimi onların yerine koyabilirim pekala. Hatta benden ne kadar ayrı iseler o ölçüde daha da sever ve sayarım onları. Birbirimizin kendi içinde değerlendirilmesini, kimsenin herkes gibi olmaya zorlanmamasını candan dilerim. Kendi güçsüzlüğüm başkalarının gücü, kudreti üstüne beslemem gereken düşünceleri hiç değiştirmez…”
Merhaba
Korona yasakları kalksa da (!) biz duyarlılıklarımızı koruyoruz. Gerekmedikçe markete, pazara gitmiyoruz. Hoş bu ara gidemiyoruz da… Bir süredir zor yürüyen ayaklar bir gece kilitleniverdi. Ağrılar gece uykudan uyandırır oldu. Yaşamın konforu kaçtı. Rutinlerimiz sıkıntıya dönüştü. Ailemizin doktoru bile verdiğimiz karara şaşırdı. Korona riski sürerken diz protez ameliyatına karar verdik. Yeri (EMOT) ve doktoru (Doç.Dr.Emin Bal) seçtik. Gün aldık (29.06.2020). Ameliyat olduk. Şimdi evde adım adım iyileşme yolunda ilerliyoruz. Doktorlarımıza ve her çeşit yardımlarıyla destek olan C13 Plus dostlarına teşekkür ediyoruz. Ailemizin doktorları (Prof.Dr.EC ve Uzm.Dr.ÖC) ile her zaman sağlık meleği olan Melek’e müteşekkiriz. Bereket Çeşme koşullarında (müstakil bahçeli ev, serin hava, alt kattaki yeni yatak odası, vb kolaylıklar) bu süreci daha kolay yaşıyoruz. Çok şükür.
Zaman buldukça Çeşme çatı temizliğini sürdürüyorum. Bu arada rahmetli annemle babamın evilik cüzdanlarını buldum. Pırıl pırıl korunmuş; hiç yıpranmamış. İçinde bir de mektup buldum. Rahmetli annem ablama bir mektup yazmış. Bu mektupta hem annemin el yazısını gördüm hem de mektupta sesleniş biçimine hayran kaldım. İfadelerindeki içtenlik ve sesleniş tarzı tıpkı Nezuş’un konuşmaları gibi. Demek ki talebeyken evlenip, ebeveynlerle birlikte aşkı olgunlaştırmak ve kıt kaynakları akıllıca yönetmeyi öğrenmenin temelinde annemin bu tarzı yatıyormuş. Annem hiç kimseye kızmazdı. Hiçbir şeyi aceleye getirmezdi.
Nezuş hep anlatır. Altmışlı yıllarda bir sabah erken saatte kapımız çalındı. Hayriye halamın kocası rahmetli Sabri Enişte (Soma’da kahveci iken ona “Kamalı Sabri” derlerdi. Bizden sonra o da Soma’dan İzmir’e göçtü. Bir ara taksi aldı ve Tepecik hattında dolmuşu oldu. Taksinin markası Humber‘di. Ona bu markayı İngiltere’de lordlar kullanır diye satmışlar. Hemen her hafta elinde bir şanzıman ya da diferansiyel dişlisi ile yolda görürdük) kapıda göründü. Anneme heyecanla seslendi “Lütfiye koş gel; Hayriye çok hasta ölcek galiba ! dedi. Biz de telaşlandık. Annem sakince oturup kahvaltısını etmeye başladı. Nezuş şaşırdı ve “Anne halam ölmek üzereymiş sen kahvaltı ediyorsun. Haydi acele et“. Annem gülerek yanıtladı: “Halan öldüyse can verecek halim yok. Hastaysa orada hizmet etmek gerek. Ben karnımı doyurayım da orada daha çok işe yarayayım” dedi. Annem hayata böyle bakardı.
Annem beklemeden verirdi. Onun “GAT Dünyası“nda almak hemen hemen hiç yoktu; çünkü almak beklentisi yoktu. Annem güllerin dikenlerine takmaz, Allah’ın dikenler arasında gül yarattığına şükrederdi. Babamın kızgınlıklarının etkisini onun hoşgörüsü ile atlatabilmiştik “mecburcu” olduğumuz zor yıllarda (talebeyken evlenmiş olmak ve sıkıntılı geçim koşullarında). Ne var ki; zor koşulların öğretisinde özgür ve özerk olma olanaklarının geliştiği askerlik sonrası, Enstitü günlerimizde “minnet duygusunun ağırlığı” ile aynı çatı altında üç neslin çatışmalarını da yöneterek birlikte daha bir on yıl geçirmiştik. Bu beraberliğin öncülü olarak önem taşıyan ve “kelebek etkisi” ile büyüme ve gelişme zincirinde yerini alan annemin 1965 yılı Mayıs ayında ablama yazdığı mektubun zamanını düşünmeye başladım. Bir yıl önce (04.04.64) fakülte birinci sınıftayken nişanlandık. Mutluluğumuz zirvedeydi. Ve söz verdik “beş yıl sonra mezun olunca evleneceğiz“. Kekeme değilsen, söylemek kolay yapmak zordur. Annemin mektubuna bakılırsa Eylül ayında yapacağımız düğünün hazırlıkları Mayıs ayında başlamıştı. Bu süreci hızlandıran esas olarak Maktaş Makarnacılık (Piyale)‘tan aldığım karşılıksız burs olmuştu. Aylık 250 TL lık ödül meğer nelere kadirmiş.
Rahmetli annemin mektubundaki paylaşımlar, günlük rutinlerden nasıl bir sohbet yaratılacağını gösteriyor. Annemin mektubu “yaşam mimarı” olarak bize nasıl örnek olduğunu yansıtıyor. Annemin mektubunda ablamın enişteme işlerinde nasıl yardım ettiğini ve benim derslerim olması yardımcı olabileceğim mesajını içeriyor. Rahmetli eniştem (Sami Efendi) zabıt katibi idi ve o kendini hakim yerine koyardı. Çünkü gerçekten de davaların kararlarının yazılması ve özellikle miras davalarının doğru sonuçlandırılması için “sehim hesaplarını” iyi yaptığı rivayet olunurdu. Ablam enişteme işlerinde nasıl yardım edebilirdi ki ? Şimdi anımsıyorum küçük yerlerin mahalle kültürü yapılı ilişkilerinde zabıt katibi (ya da iskan memuru veya sıhhiye memuru) olmanın yan ürünü olarak esnaf ilişkilerinde ekstra geçim yolları oluşurdu ve enişte defter tutardı. Ablam da bu defterlerin tutulmasında yardımcı olurdu.
Annemin mektubun son satırlarında pek fazla serzenişe dönüşmemiş ise de bakkal dükkanının son anlarının tasvirini görüyorum: İşler kesat. Bunu aşağıya eklediğim ikinci görselimde görebilirsiniz.
Yazımın girişindeki mavili kısım çatı temizliği sırasında yeniden elime düşen bir kitaptan: Montaigne / Denemeler. Sabahattin Eyüpoğlu’nun Türkçesiyle 1997 yılı basımı olan kitabın 328 nci sayfasındaki “Herkesin Değeri Kendine Göre” başlıklı kısımdan. Neden bu kısım ? Neden annemin mektubu ? Neden LEAD1995MC den kesitler ? Neden slaytların başına sonuna eklediğim Bornova ZMAEnstitüsündeki konuşmamdan bir pasaj ? Çünkü bir iletişim grubunda yeni katılımlarla zenginleşirken sınırlarda olmanın olası çatışmalarından korkuyorum. Renklerimizle gök kuşağını oluştururken olası hoşgörüsüzlüklerden korkumdan dolayı. Beş yıllık beraberliğin, dokuz aylık çiftlik yaşamındaki ortak anıların pekiştirdiği sevgilerle yetmiş beş yaşın getirdiği esnekliğe rağmen yılların köşeleri törpülediği kadar sivrilikleri de keskinleştirdiğine tanık olmanın yarattığı yerleşik korkudan dolayı. Elli yedi yıllık yolculukta çoğumuz ülke içinde büyüdük, geliştik. Kimimiz yurt dışına açıldık; deneyim kazanıp yurda döndük (Cihan gibi). Pek azımız daha ilk günden kapağı yurt dışına attık. Çırpındık. Serüven yaşadık ve sonunda yine yurt dışında kalmaya karar verdik (Sam’leşen Şükrü gibi). Her birimiz kişisel öykülerimizi yazdık. “Personal Shield/Kişisel Kalkan” ile anılarımızı renklendirdik. İlk günden bizi biz yapan iyi/kötü özelliklerimiz vardı. Kimi özelliklerimiz DNA mızdan şekillendi; kimi çevre koşullarının etkisi altında modifiye oldu ve hatta mutasyona uğradı. Bu değişimler çoklukla daha iyiye, daha güzele ve daha sağlıklı olmaya doğru evrildi. Kimi özelliklerimiz de ilk günlerden daha da keskinleşti yaşam büfesi önünde sıraya girmeye çalışırken. Bazen kendi tercihlerimizle aidiyetimizi belirledik; bazen bir rüzgarın, bir akımın içinde “ceryan alabildiğimiz” yerlerde ve kişilerde obamızı kurduk, yapımızı şekillendirdik. İşte tam bu noktada “Bektaşiliğin Dört Evresi“ni anımsadım (1.Şeriat; 2.Tarikat; 3.Hakikat ve 4.Marifet) ve kim hangi evrede kaldı, kim bunu sonuna kadar götürdü diye dalıp gittim anıların flu görüntüsünde. Bu yetmedi “Hoş geldin ile Güle gülenin bir gün ara ile gündeme düşmesi” ile “triptik vize” yi anımsadım. Altmışlı yılların sonlarına doğru dostumuz doktor Mehmet’in RSW989 yabancı plakalı bir vosvosu vardı ve altı ayda bir yurt dışına çıkış yapıp hemen tekrar yurda girerdi. İşte bu örnekte olduğu gibi 57 yıllık arkadaşımız grubumuza katılınca “Selamün aleyküm” dedik ve anında “Aleyküm selam” olarak yanıtı aldık. Sevincimiz kursağımızda kaldı ve ertesi gün “Veladdalin amin” diyerek aramızdan ayrıldı. Sürpriz miydi ? Olmamalıydı. Aynı eğitimi aldık; aynı koşullarda beş yıl öğrenme yolculuğumuzu sürdürdük. Sonra dört bir yana savrulduk. Elli yıl sonra katılım gayreti ABD’e Florida’ya Key West’e kadar uzanan bir heyecanla bir araya geldik. “Elli yılın bize ne öğrettiğini” paylaştık. Öykülerimizle mesajlar verdik. Yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken attığımız kulaçlardan keyif aldığımızı gördük. Farklılıklarımızın farkındaydık. Uçlarda yaşamanın olası çatışmalarına razıydık. Hatta zenginleşen diyalogumuzu sağlıklı korumak için altı yıl önce Netgiller için yaptığım bir hazırlığı yeniden ele alıp grubumuza uyarlamayı istedim. Nasıl mı ?
Altı yıl önceydi. Diyalogta sıkıntılar vardı. İki yıl önce “telefonda iletişim” ve “telefonda iletişim ve satış” ile “İknanın Psikolojisi”ni çerçevelendirip diyalogu geliştirmeye katkı sağlamak istedim. Çatıdaki kitaplarımdan Jim Amcanın “Öğrenen Kurumlar” konusundan bir özet çıkarmaya başladım (02.06.2014). özetimi bir sayfaya indirgedim. Jim Amcanın uyarı ya da önerilerinin sonuna kendime bir emir yapıştırdım. İşte o notlarım ve WhatsApp Grubum için yeniden ele aldığım öz uyarılarım:
1.Herbirimiz ifade edilmemiş farklılıklar ve yaklaşımlar taşıyoruz: > Bunu ifade et (Fırsat kalmadı; Bismillah derken amin dedik).
2.Bu farklılıkları gizleme, ele al: > Farklılıklarımızın zenginliğimiz olduğu ortaya koyarak bunu teşvik et. Öyle de olacaktı. Çok da güzel olacaktı. İki yıl öncesindeki “noktalardan çizgilere geçişte sınırların ötesinde düşünmek” ve “çizgilerden cisimlere geçiş ile boyut değiştirmek” örnekleri ile bunu pek güzel yapacağız diye gruba katılımdan bir gün önce müjde nitelikli mesaj geçtim. İlk sevinçli hoşgeldin mesajı tee Kanada’dan sevgili Gönül’den geldi. Umutlarım arttı. Olmadı. Hoşgelişin devamına hoşgörü yetmedi.
3.Paylaşılan inançlarımız. öngörülerimiz ve amaçlarımız var: > Bunu açıkla diyerek program yapsam da ani ayrılış bunu bir başka bahara bıraktı. İnşallah nasip olur.
4.Farklılıkları savunmaktan çok, ne düşündüğümüz ve nasıl baktığımız önemli: > Bu kalıplara odaklan. Bugün Sözcü’de Soner Yalçın’ın “Olay ile Olgunun Farkı” na gitti aklım. Belki de bu ani ayrılış gereksiz çatışmaları engellemiş oldu; yılların dostluklarına zarar vermemek adına.
5.Bu öngörü kalıplarının doğru ve yanlış olanları var: > Bunları açıkla. Belki de en tehlikeli aşama burasıydı. Çünkü “Gerçek ve Doğru” ile “Algı” konusunda sınırlara özen göstermezsek başımıza daha kötüleri gelebilirdi. Bugün yetmiş beşi aşanları bir arada tutan Netgillerin gençleri gibi “geleceğe uzanan noktaları birlikte birleştirmek amacı” olmadığına göre kopmalar artabilirdi ve yeniden bağlanmalar olsa bile “aradaki düğüm” acıtabilirdi.
6.Konuşmalar değişip ve öğrenme sağlanabilir: > Biçimsel olarak değişim sağlanırken öğrenme kollektifleşir. Bu kendiliğinde mi olacaktır ? Yoksa “kollektifleştirme” çabası zorunlu mudur ? Bunun için emek gerek, inanç gerek, tutku gerekir ki hepsi için baştan sona “sabır ve sebat” ya da “inat ve ısrar” gerek (Başarı Formülümdeki “2P” girdisi). Grup bu “Ne ve Nasıl” ları görüp de zorbalık “Neden ?” diye sorgulamaya başladığında buna direncin yetecek mi ?
7.Yeni anlayışla,kişisel konumları savunmaksızın soruna/konuya yeni açıdan bakılmasını sağla:> Daha önce dediğim gibi Netgillerin gençlerindeki gibi “Amaç Sahibi İnsanlar” topluluğu olsaydık bunu yapmak ya da en azından yapmaya çalışmak, yapmaya çalışırken sabır ve sebat göstermek daha kolay olabilirdi. Ancak yetmiş beşini aşmış aynı mesleğin farklı dallarında farklı çevre koşulları altında yaşam gölünün karşı kıyısının göründüğü kulaçlarla ayakta kalmaya özen gösterenlerin konfor alanında bunu yapmak hem zor hem de anlam ve önemini anlatabilmek de zor. Üstelik tek soru var: “Neden ?”.
Eski tas eski hamam biz yolumuza devam ediyoruz. Yine de uçlarda yaşarken oluşan kimliğimizle bazen, yeniden ayrı düşmeyi yeğliyoruz. Her şey kısmet meselesi; gayrısı olmuyor. Uzakta da olsak sağlıklı olduğumuzu bilmek yetiyor diye teselli buluyoruz.
Sözün özü; ömür kısa, yol engebeli, Koronalı günler sıkıntılı ve korku dolu, “Yeni Normal“in koşullarına uyabilmek zor, Sanal Fiziksel Sistemlerin ya da “Artırılmış Gerçekliğin” öğreten, eğiten etkilerinde “Cehalet Primi” yüksek, ekranlardaki yüzler nursuz ve tüm bu “olumsuz gibi görünen (seemingly) koşullar” altında mutlu olabilmek sadece enseyi karartmamakla, umutları korumakla, gün doğmadan doğacak olanlara bel bağlamakla olanaklı. Biraz daha gayret gerek. Sahip olduğumuz kudret her nerede ise geç kalmadan kendini gösterse iyi olacak…
Yaşam büfesi önünde sırada kalmak için ve kimi zamanda sırada öne geçmek için kıyasıya rekabet ettiğimiz yetmiş beş yıla sığdırdığımız deneyimlerle kazanılmış becerilerin ve hoşgörülerin yüzü suyu hürmetine yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü