“…Colorado Boulder Üniversitesi araştırıcıları sadece eski sevgili acısını atlatmak için bir şeyler yapıldığını düşünmenin bile hissedilen acıyı azaltabileceğini öne sürüyor. Yapılan araştırmaya son altı ayda romantik bir ayrılık yaşayan 40 kişi katılmış. Yanlarında eski sevgililerinin ve aynı cinsiyetten yakın bir arkadaşlarının birer fotoğrafını getirmeleri istenmiş. Katılımcılar fMRI (Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme) makinesi içindeyken onlara eski sevgililerinin fotoğrafı gösterilmiş ve ayrılıklarını düşünmeleri istenmiş. Daha sonra yakın arkadaşlarının fotoğrafı gösterilmiş. Ayrıca kollarına sıcaklık verilerek fiziksel acı sağlanmış. Bütün bu uyarıcılar dönüşümlü olarak tekrarlanmış ve bu esnada katılımcıların beyin aktiviteleri ölçülmüş. Daha sonra katılımcılar makineden çıkarılmış ve herkese burun spreyi sıkılmış. Katılımcıların yarısına (plasebo grubu) bu spreyin “duygusal acıyı azaltmak için güçlü bir ağrı kesici” olduğu söylenmiş. Diğer yarısına sadece tuz solüsyonu olduğu söylenmiş. Sonuçlar ilginç… Bire bir olmasa da beyinde fiziksel acı esnasında aktive olan yerlerin duygusal acı esnasında da aktive olduğu saptanmış. Plasebo grubundaki kişiler sadece daha az fiziksel ve duygusal acı hissetmekle kalmamış, eski sevgililerin fotoğrafına bakınca beyinleri farklı tepkiler vermiş. Kısacası bir şeyi yeterince düşünürsen ve inanırsan, onu gerçek kılabilirsin…”
Korona beni ırgalıyor ve daralan çemberden korkarken kitaplara sığınıp geçmişin anılarından medet umuyorum. Bu arada üç profesörün sözlerine (keçiboynuzu uzmanı; anti maddeye uzanan değer zinciri ve aşı yolunun kumpaslarında köy sandığı) ve genç Murat’la usta Memduh’un uyarıları; Eski Zaman’cı şimdi Almancı İbrahim Hoca sanki Pakistan’ı değil de …. anlatıyor
Merhaba
Önce son cümleden başlayayım. “Kırk kere söylersen gerçek olur” deyişi kültürümüzde yaygındır. Bunun gibi yeterince söylüyorum ve inançla söylüyorum: Çok uzaklardan değil kurtuluş yakındadır. Memduh beyin dediği gibi vicdansızların gidişi yakındır. Hırsızların, arsızların ve soysuzların torunlarının torunlarına yetecek doymak bilmeyen çaldıklarının hesabını verecekleri gün yakındır. Çaldıkları yanlarına kalmayacaktır. Koronanın çaresizliklerinde insanlar açlık ve ödenmez borçlar içinde çırpınırken ülkeyi batağa sürükleyenlerin torunlarına değil çocuklarına kalmayacaktır çaldıkları ve mutlaka bu dünyada hesabını vereceklerdir. Bu düşüncelerden kurtulmak için çocukluğumun masumiyetinden arayışlarım artıyor. Hayatı eve sığdırmak için izin saatlerimiz içinde hemen her gün bir saatlik yürüyüşü deniz kenarında yapıyoruz. Eskiden bir saatte beş altı kilometre yol alırken şimdi ağır aksak usulde ancak üç kilometre yol yürüyoruz. Beraberliği sürdürmek ve at başı (!) aynı hizada yürümek için dört nalda ısrar etmeyip tırıs gidiyoruz. Kimileri bize bakıp da hayret eder gibi oluyorsa da bu bakışlar bizi ırgalamıyor. Kimi ırgalıyor bilmiyorum ? Bu gelgitlerden sıyrılmak istiyorum. Haz arayışındayım ve yöneldiğim yer de çocukluğumda yitirdiğim kitaplar oluyor. Ne alaka !…
Hayatı eve sığdırınca alış veriş ihtiyacı da bir biçimde depreşiyor olmalı ki çocukluğumun kitaplarına yönelişimde internetten sahaf arayışım gelişiyor. Normal koşullarda, korona sınırlamaları yokken Karşıyaka çarşısında dolaşırken iki zıt kutup arasında kitap arayışlarım oluyordu. Ya sahile inip İş Bankası yayınlarının satıldığı temiz, ferah satış yerine gidiyordum ya da Karşıyaka Lisesine yakın Anka Sahaf’ın tozlu rafları arasında vakit geçirirdim. Şimdilerde ise Nadirkitap (www.nadirkitap.com) tan siparişler veriyorum. Geçen gün dört ayrı sahaftan altı kitap satın aldım. Bunların dördü “Pardayyanlar” serisinden, diğer ikisi ise rahmetli Çetin Altan’ın “Şeytanın Gör Dediği” ve Stern’in “Hissi Seyahat” kitabı. Bu yaştan sonra neden bu kitaplar ?
Yazımın girişindeki mavili kısım Anka Sahaf’tan satın aldığım “İyiliğin Bilim Hali” kitabından ve bu bölümün adı da: “Plasebo Etkisi Kırık Kalbini Onarabilir”. Neden bu bölümü seçmiş zihnim geçmişteki kitapları ararken ? Sevgilisinin resmine bakan kişinin acısını hafifletmesi gibi. Uzunca bir süredir çocukluğumdaki birkaç kitaba olan özlemim artarak zihnimi meşgul etti. Bu özlemle arayışlarım çözüme yöneldi. Tam bu arayışlar sırasında sevgili Alev ve Fatoş aklıma düştü. Henüz hepimizi zorla eve sığdırmadıkları dönemde, birkaç yıl önce, kendi tercihlerimizle ev içi yaşamı ağırlıklı kıldığımız günlerde sevgili Fatoş, sevgili eşi Alev’in kapıya teslim alışverişlerinden esprili olarak söz ediyordu. Bunu anımsadım. Kendimi sorguladım: Ben de mi acaba internetten gereksiz, anlamsız, gerekçesiz alım mı yapıyordum ? Bu eski kitaplar gelince ne olacak ? Ne yapıyor gibiyim ? En yakınımda olana bile bu alımların anlamını açıklamam zor. Bu nedenle Nadirkitap’la oluşan 95.5 (60.5+35) luk ilişkimden beklentim ne ?
Çocukluğumun Kitapları ve Haz Arayışım
Taşralı çocukluğumun, Köfteci Fahrettin’in oğlu olarak on on iki yaş civarımda (1955/57) özellikle Çarşamba günleri kitap alacak param olurdu. Çarşamba günleri Soma’nın pazarıdır. Santral ve maden gelişince köfteci Fahrettin için çarşamba günleri tam bir bereket günüdür; oğlu benim için de. İşte o günlerde her hafta Pekos Bill; Tom Miks, Texas gibi resimli kitapları alırdım. Formalarını açmaya kıyamaz; yere serip on altı sayfayı kendim etrafında döne döne okurdum. Bunlarla yetinmez ayrıca romanlar da alırdım. Soma’da başlayan bu kitap alımlarım İzmir’de Bakkal Fahrettin’in oğlu olunca da özellikle Ortaokul yıllarımda (1958/60) sürdü. Soma’dan aklımda kalan iki kitaba özlemimi gideremedim ve birkaç haftadır bir arayış içine girdim. Sahafları dolaştım (online). Sonunda Nadirkitap’ın organizasyonunda birini buldum: Hissi Seyahat…
Hissi Seyahat
On on iki yaşlarında bir çocuk bu kitabı neden alır ? Kitabı almazdan önce anılarımı yokladım. Kitabın resimleri vardı aklımda hayal meyal. Birkaç kez okumaya niyet edip de okuyamadığımı anımsadım. Kitabın içeriği konusunda aklımda hiç bir iz bulamadım. Sadece merak nedeniyle kitaba yeniden sahip olup aklımdaki bu takıntıdan kurtulmak istedim. Sonuçta kitabı satın aldım. Kargodan gelen paketi açtığımda kitabın kapağına ve saman kağıtlarına bakınca anılarımdaki şekle uymadığını gördüm. Benim çocukluk anılarımda yer alan kitap daha kaliteli bir yapıya sahipti. Tereddüt yaşadım: Acaba bu kitap o kitap değil miydi ? Kitap Hilmi Yayınevi tarafından 1945 yılında, benim doğduğum yıl basılmış ve fiyatı da 200 kuruş. Ancak; ben en az on yıl sonra kitapçının vitrininde bu eski kitabı görüp de almam. Buna eminim. Belki de on yıl sonra bir baskı daha yaptı ve ben onu satın aldım. Kitapta üç yüzü aşkın irili ufaklı el çizmesi, gravür gibi resimler var. Bu resimlere bakınca “Evet, bu kitap o kitap” dedim. İki günde okudum. Aradığım hazzı bulabildim mi ? Hayır. Peki, ne işe yaradı ? Takıntıdan kurtuldum. Kitabın eskiliğinin verdiği kirlilik etkisi ve koronanın korkusu nedeniyle Nezuş kitabı eve sokmadı. Şimdi bahçenin bir kenarındaki depoda ve meraklısı olursa veririm (meraklısı olmazsa İzmir’e gittiğimde sahaf Anka’ya veririm). Bu kitaptan 2020 yılının ve yetmiş beş yaşın etkileri altında filtreme neler takıldı ? Bunu aşağıdaki jpeg’te görebiliriz:
Hissi Seyahat’ten filtreme takılanlar
Görselde dikkat ederseniz bir Latince deyiş var: Sed non quoad hanc ve anlamı da “nasıl oluyorsa bir şeyler oluyor” muş ki bu da bana 2019 İstanbul seçimlerini yineleten ve elli bin yerine sekiz yüz bin farkla yerden yere vuran ampullü adamın sözleri anımsattı: Hiç bir şey olmamışsa da kesinlikle bir şeyler oldu“. Daha da beter olacak ve bu nedenle gittikçe edepsizleşiyorlar. Başlarına gelecek var; tam bir “cami duvarı sendromu” içindeler. Yine 1945 in Hissi Seyahat’in edebinden 2020 siyasetinin edepsizliğine uzanan yolda buldum kendimi. Ortaokul yıllarıma döneyim.
Soma’dan İzmir’e geldiğimiz yıllarda (1958 den 1965 e kadar) bakkal Fahrettin’in işleri iyiydi. Çevremizde “Kuyruklu Fettah”ın evinin bir odasını bakkalcığa çevirdiği yerden başka bakkal yoktu. Rekabet yoktu. Bu durumda bakkal oğlu Mustafa’nın da cebi biraz daha fazla para görüyordu. Babam bizden önce İzmir’e gelince (tercihi Zeytinlik olmuş; belki de kendisi de zeytinci olduğu için ya da kültürel yapısı buraya daha uygun düştüğü için) sormuş soruşturmuş en disiplinli ortaokul olarak “Tilkilik Erkek Orta Okulu” olduğu öğrenmiş. Beni de o okula yazdırdı. Her gün okula otobüs (daha çok troleybüs) ile gidip geldim. Taşralı çocuğun büyük şehirde bu yolculukları etkileyen o günlerde hiçbir olumsuz ön yargı ve korku yoktu. Otobüsten ya Basmane durağında veya Çankaya‘da inerdim. Basmane’de inince iki yoldan birini seçerdim. Ya karakolun önünden yukarı doğru gidip sağa döner ve Dönertaş’ın oradan okulun yolunu tutardım. Veya hemen Sadıkbey Oteli‘nin önünden Oteller Sokağına girer ve ara sokaklardan Hatuniye Camiinin önünden okula giderdim. Bu ikinci yoldan gittiğimde mutlaka kitapçıya uğrardım ya vakit varsa sabah ya da vakit yoksa akşam üzeri. Çankaya durağında indiğimde ise Mezarlıkbaşı yoluyla Saray ve İnci Sinemalarını geçtikten sonra okula ulaşırdım. Bu yoldan gittiğimde en büyük sıkıntım sokaktaki balgamlara basmadan okula gidebilmekti. Yolların iğrenç bir pisliği vardı. Akşam üzerleri de ya Basmane’de veya Çankaya’da eve dönüş için otobüs bekler olurdum. Basmane’de bir kırtasiyeci vardı ve kitap da satardı. Vitrininde en çok dikkatimi çeken kitap: Bülbülü Öldürmek olmuştu. Ancak bu Basmane ve Çankaya’da akşam üzeri eve dönüş için otobüs beklemelerim çok az olurdu. Çünkü çoklukla Nezuş’la buluşurdum ve bunun için de onu Gümrük durağında beklerdim. Beraberce iki durak yürür ve Çankaya’da Gülhane Pastanesinde birer keşkül yerdik. Daha doğrusu yemezdik; kaşıkla karıştırıp karıştırıp bırakırdık. İşte oteller arasından Tilkilik Orta Okuluna giderken uğradığım kitapçıdan aldığım birkaç kitaba da özlemlerim vardı. Bu özlemle arayışlarım sürdü. Hangi kitaplara özlem duyuyordum ve hangilerine yeniden kavuşabildim ?
Pardayyanlar
Çok sevmiştim. On cildine de sahiptim. Kitapları özenle saklamıştım. Kapaklarındaki resimler bile zihnime kazınmıştı. İsimdeki “çoğul” takısının etkisiyle olsa gerek hep Ortos, Portos, Dartanyan gibi, üç silahşörler gibi bir ekip olarak yer etti anılarımda. Altmış yıl öncesinden olayların geçtiği yerler sanki Milano’nun arka sokağı gibi atla bir günlük mesafe gibi kalmıştı. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Medici Ailesinin ne denli kötülükler yaptığı izleri varken zihnimde Roma/Floransa turumuzda rehberin bu aileyi öve öve anlatmasını yadırgamıştım. Belki o günün şövalyelik ruhu ile bugünün Rönesans etkisindeki bakışı arasındaki farktır iyilik ile kötülüğün ortak çizgisi. Diğer yandan 1994 de Paris seyahatimde Ressamlar Tepesi ya da Monmatr isimleri hep beni Pardayyanlar’a götürmüştü. Bu etkiler altında benim için önemli olan Pardayyanlar’ı nasıl, ne zaman yitirdim bilmiyorum. “Haz Arayışı” ya da “Can Sıkıntısı” çerçevesinde sahaflardan arayışımın ikinci kitabı Pardayyanlar oldu. İki ayrı sahaftan dört cildini satın aldım. Her gün kapımda duran Aras Kargoyu gördükçe Nezuş’a dert anlatmam zor olsa da beklentilerim az çok karşılandı. Dün Pardayyanlar’ın ilk cildini okumaya başladığımda Fransuva ve Hanri kardeşlerin aynı kızı sevmelerinin hızlı gelişen serüveninde özlediğim hazzı buldum. Okumayı sürdüreceğim. Bir elimde altmışlı yıllara özlemimle (yaşlanıyoruz artık belli) okuduğum kitaplar diğer elimde 2020 nin koşullarındaki etkiler altında “Bilimin İyilik Hali” ve Covey‘lerin “Güven” isimli iş kitapları; bakalım hangisi baskın çıkacak ? Bakalım Pardayyanlar’ı sonuna kadar (altı cilt eksik olsa da) okuyabilecek miyim ?
İki Çocuğun Devri Alemi
Jano ve Yanik‘iyle, Dulong Babanın miras bıraktığı bir gram kimyasal ile binlerce yol giden lastiği patlamayan süper motorsikletiyle, Yüzbaşı Zefiran ve köpek Sültan‘la on cildi de aklımda olan en sevdiğim kitap serisiydi. Sanırım Selami İzzet Sedes’in çevirisiydi. İkişer ciltli olmak üzere beş cilt yaptırmıştım. Basmane’de karakolun hemen yanındaki ciltçiye bez ciltli olarak koruma altına aldığım tek ve tam kitap seti olarak birkaç yıl öncesine kadar çatıda kitaplığımdaydı. En iyi o korur diye kızım Pınar’a verdim. Bakalım bir okuyanı olacak mı ?
Arsen Lüpen serisi, Gözleri Oyulanlar, Uzay Serisi (Mavi Ölüm, Merihten Saldıranlar), İki Demir Çarpışınca gibi kitapların da izleri olmakla birlikte aklımda biz özlem duyuşum yok. Sadece bir kitap var ki onu yitirdiğim için gerçekten üzgünüm: Cemal nadir Güler’in tüm karikatürlerinin toplandığı kitap. Kimi karikatürler gözümün önündedir. Örneğin Akla / Kara, Dalkavuk, Amcabey, Yahudi tiplemeleri ve kırık aynalı konsolun önünde dudağını boyayan anneye çocuğun sorduğu soru ve yanıtı-ki imaj ve itibar arasındaki ayrımı anlatan bundan güzeli bulunamaz.
Bunca laf ne işe yaradı ? Yetmiş altıya bir ay kala, altmış yıl öncesinin çocukluk anılarına kitaplar aracılıyla ve özlem duyarak odaklanmak pek hayra alamet olmasa gerek. Varsın öyle olsun. Maksat muhabbet olsun. Biraz korondan sıyrılmak gerek. Ya da Mart ayında on kadar vefattan daha çok ürkerken bugün iki yüzü aşkın vefatın caydırıcı etkisinin daha az oluşuna hayret etmiyor görünmemek için mi bu geçmişe odaklanmak ? Bugün korona korkusu sanki sigara paketinin üstündeki uyarı gibi… Bugün yarım yamalak, etkisiz önlemlerle aşıya odaklı kısır tartışmalar ve kimi zaman da daha “ırgalayan” konular arayıp da tank/palet üzerindeki yalancı pelivan atışmaları “laf olsun torba dolsun” dan öte değil. Halbuki, gerçekten de çember daraldı ve birkaç gün önce “anne annem covid olmuş; evde karantinada…“dedikten bir gün sonra “anne annem vefat etti” haberi hemen yakınımdan gelmesine rağmen nedendir bilinmez içimde “ölümden ne bir korku ne de bir ürperti” var. Kanıksadık. Sanki “elle gelen düğün bayram” ki gerçekten de konuyu “Hayat, MEMAT meselesi” görüp “MEsafeye, MAskeye ve Temizliğe özen gösteriyoruz. Bize tanınan serbest sürenin bir saatinin herkesten uzakta, deniz kenarında yürüyüş olarak kullanıyoruz. Yemeye, içmeye dikkat ediyoruz. Uykumuzu tam olarak alıyoruz. Eve konuk kabul etmiyoruz. Çocuklarımızla bile online görüşüyoruz. Buna rağmen yarın bir gün olur da kovid yolcusu olursak “kader” diyebiliriz.
Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü