“…Tanrımıza hamdolsun; milletimiz var olsun; Afiyet olsun (Topçu Okulu, 1968); Fadime kocası Temel’e Dursun’un kendisine sarkıntılık ettiğini söyleyince, Temel piştovunu beline koyup soluğu Dursun’un evinde almış. Alemci Dursun da masayı donatmış demleniyor; çalgı, dansöz her şey var. Hemen Temel’i de buyur etmiş. Temel sabaha karşı zil zurna sarhoş bir şekilde eve dönünce kocasının elini kana bulamasından korkan Fadime merakla sormuş: “Ula Temel Dursun’le konuştin mu ? ” Temel “Elbette konuştim, konuşmadan geçmeyu doğru bulmam mümkün değul” demiş görevini yapmanın huzuruyla. Bu kez “Peku bana ettiğu sarkintuluk konusunda ne dedu ?” diye sormuş Fadime heyecanla. Temel gayet sakin ve gülerek cevap vermiş: “Hamdolsun Fadume, pu konu hiç gündeme gelmedi”...”
Somalı çocukluğumun düğünlerinde yuvarlak, üç ayaklı, demir kahveci masaları olurdu ve “Vardar Ovası’ndan sonra Kırmızı Gül’e” geçildiğinde “Üf ülen üf !” naraları ile masaya vurulan yumrukla çay bardaklarındaki rakı ve masadaki etli nohut ile keşkek yerlere serilirdi
Merhaba
Çocukluğumdan bu yana ve hala “şükür” sözcüğünü çok kullanırım; ancak “hamdolsun” demeyi 1968 yılının Eylül ayının son gününde kapısından içeri adımımı attığım Polatlı Topçu Okulunda öğrendim. O yıl topçu as teğmen olacak olan yedek subay adayları yetersiz alt yapıya rağmen 947 kişiydiler. Öyle ki yüzme bilmeyenlerin tuvaletlere girmemesi uyarısı vardı “Kerim’in yazdığı” hela kapısı notlarında. Yemekhane önünde sıra olurduk. Tam saatinde kapılar açılır ve herkes kendi yerine otururdu. Her masanın bir temsilcisi gide o masanın yemeğini toptan alır gelir ve hakkaniyetle tabaklara dağıtılırdı. Ancak yemeye başlamak için komut beklenirdi. Önce “kep çıkar” sesi yükselir ve daha sonra hepimiz ayağa kalkar; hazırol vaziyetinde önce “Yemek Duası“na başlanır ve göklere şükürler gönderilirdi (Tanrımıza hamdolsun). İşte duanın ilk cümlesinden “şükür” yerine “hamdolsun” demeyi o zaman öğrenmiştim. Geçen haftanın güncel ve acı fıkrası olan, kahreden, “white sea”deki cehaletinden sonra içindeki korkuları yansıtan “hamdolsun“u duyunca hem Fadime için ve hem de ülkemin durumunu düşünüp “güzel insanlarımız” için daha bir fazla üzülmeye başladım. Gel de enseyi karartma… Ne günlere kaldık ya Rabbim ! diye sitemimi göklere gönderdim. Yemek duamızın ikinci cümlesinde göklerden ülkeme, ülkemin insanlarına, güzel insanlarına var olma desteği vermesini niyaz ettim iki yıl boyunca hep aynı cümlelerle. Polatlı’dan sonra Erzurum’da geçen bir buçuk yılda da aynı duamız sürdü; inançla ve içten gelen haykırışla. “Sapiens”in kapağında yazdığı gibi “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” derken gelişmenin Tanrıya yakın kısmında yer alan “Güzel İnsanlar” için sofradaki nimetlerin “afiyet” olması ile yemeğe uzandı ellerimiz. Ne var ki bugün yaşadıklarımıza bakınca, Marmara’daki müsilaj ile doğanın isyanlarını görünce, evrimini tamamlayamamış ve daha çok hayvanlara yakın bölümünde kalmış olan avarelin avanesi HANS ın akılsızlığından ürperiyorum. Ne 1725 sokaktaki kutuları, kasaları kaçırmanın telaşından ürküp sararıp soldular; ne 1507 sokakta kanlı bıçaklı oluşlarına neden olan haram pastayı paylaşamamanın kavgasından sonra utandılar ve ne de yitirilen 35 > 128 > 400 lüklerden yüksündüler. Yetmedi “yiyin efendiler yiyin...” sözünü gerçekten yeme emri sayıp çeteleşerek milletin orasına burasına koymaktan çekinmediler. Bu çöküş, bu kokuşmuşluk, bakalım nereye kadar gidecek ve kaçınılmaz beladan nasıl sıyrılacağız ? Bence foseptik çukuruna asılan ciğerdeki kurtlar gibi kendilerini yiyip bitirinceye kadar sürecek ki “kim öle kim kala” nın yarattığı çaresizliğin sessizliğinde umutlarım gittikçe azalıyor. Sözün sahibi bile yok olup gitti ve hangi izin ata, hangisinin ite ait olduğunu bir bilen de çıkmadı. Bindiğimiz alamet bir yere doğru giderken aklımı etki alanımın odağına yöneltmek istiyorum.
Ezop (Aisopos)’tan bir masalla bu bulantılı kısmı kapatayım:
“Zeus insanı yarattıktan sonra ona türlü duyguları, düşünceleri de vermiş, ama mayasına utanma katmayı unutmuş “Acaba neresinden soksam ?” diye bir hayli düşünmüş: “Bari dibinden sokayım” demiş. Utanma önce razı olmamış: “Ben öyle yerlerden giremem” diye dayatmış; bakmış ki Zeus zorluyor, dediğini ille yaptıracak “Peki” demiş “Gireyim; ama bir koşulla: Eros buradan girmeyecek; o girerse ben durmam, o saat çıkarım”. İşte bunun içindir ki ahlak düşkünlerinde utanma olmaz…” Bu nedenle avarelin avanesinin hemen hepsi sevimsizdir; gülmeyi bilmezler; kul hakkı yemekten, Allah’tan korkmazlar. Allah ıslah etsin.
When it rains (1992 Söke’nin Üç HES’inden girdi heybeme > Felaket tekil gelmez) ve Temel’in Çıplaklar Kampı Macerası
“…Olmaz olmaz bu iş olamaz; Çalım satma bu iş olamaz. El oğlu bakmaz gözün yaşına; sonunda ne işler açar başına; kimseler koşmaz imdadına…”
Mart ayından bu yana kazdım, belledim; ayıkladım ve sabırla üç ayda bahçemin ön kısmındaki çimleri yeniledim. Çok güzel oldu derken; yumuşatmanın beyni karıştı ve tuzlu su tuz tankının üstünden taşıp bahçeye yayıldı. Üstelik bir gün önce tuz tankına elli kilo tuz koymuştum ve hemen tamamı bahçeye gitti. Bir gün sonra nar ağacım kurudu. Bakalım çimlerin ne kadarı kuruyacak. Neden böyle oldu derken yumuşatmanın beyninin şebeke ceryanında yaşadığım sorunlardan kaynaklandığını anladım. Jeneratör/şebeke hattı elektrik bağlantı panosundaki kontaktör bir türlü devreyi kapatmadı. Ben zorladım. Türlü çeşitli çözüm yolları denerken sürekli gelip giden elektrik yumuşatmanın aklını karıştırdı. Birkaç gün elektrikçi bulamamanın çaresizliğini yaşadım. Sonunda İzmir’den Netgillerin uzman elektrikçisi Orhan geldi. Herşeyi kontrol etti. Her şey normal görünüyordu; sadece üç fazda da elektrik 240 V dan daha yüksekti (fazlar arası da 420 V ın üstünde). Bu durumda aslında kontaktör ısrarla devreyi açık bırakırken beni koruyordu. Gediz’e yazılı ve sözlü başvurumda “Elektronik cihazlarımdaki arızalar nedeniyle sigortacımla sorun yaşamamak için...” diye yazınca hemen ertesi gün elektrik mühendisi de dahil ekip geldi. Gerekli kontrolları yaptı. Sorunu gördü. Elektrik şebekesinde bir kademe düşürdü ve şimdi normal gidiyor derken… Bu kez de lavabo tıkandı. Derişik sülfürik asitle açmanın ekstra riskleri altında bunu çözerken; foseptik doldu ve İzsu’dan gelmesinin bekleyemediğim için Ali Rıza Beyin yardımını gece yarısına doğu alabildim. Mantolama işlemin bitiminde dikkati çeken eksikliklerin can sıkıntısı da işin cabası ve günler günleri kovalayıp dün Özdere’de güzel bir otelde azıcık nefeslenmeyi istedik. “Yaşıyorsan bitmemiştir” sözü ne kadar haklıymış: Bu kez de taş çarpması sonucu arabamın ön camı çatladı. Yine de Netgillerin keyfine ortak olma fırsatını kaçırmadık. Sevgili Ali’nin ısrarlı ve kararlı girişimleri sonucunda Netgillerin iki kanadı da bu kez birlikte, güzel bir otelde iki günlük HD paket programla yarı yıl motivasyon toplantısında buluştular. Yer ve zaman güzel bir seçim olmuş. NTN genel müdürü AE’nin müşterimiz olan otelle “kazan-kazan” ilişkili olarak gerçekleştirdiği bu organizasyon da bence “kurumsallaşma” adımlarından birinin dışa yansıması. Karar vericilerin “SA” kanadı oradaydı; “KC” tarafı ise Fethiye ve çevresindeki katamaran turlarında. Her şeyin yolunda olduğu dönemde bile “duyarlılık azalışı” olmamalı ki sanırım Şevket Süreya’nın sözü olsa gerek “sevgi bakım ister” sözünü akılda tutmak gerek. Buradaki “sevgi” yi “ilişki” olarak düşünmek daha doğru olabilir. Bu açıdan “iyi ki biz (MNC) de gitmişiz” diye düşündüm. Yine de o güzel ortamda iki gece kalmak yerine bir gün önceden Çeşme’ye döndük. Neden ?
Yemeyiz; içmeyiz. Korona nedeniyle gruplara girmeyiz. Koca otelde bir tek biz maskeli olunca kendimiz kendimizi yadırgarız. Havuza girmeyiz. Gece hayatımız yok. “Sorduğunuz en güzel soru neydi ?” anketimi yapmaya kalksam keyifleri kaçırırım diye iç dünyamdaki ikilemler bitmez. Gençleri baş başa bırakıp geri dönerken Temel’in çıplaklar kampı macerasını düşündüm.
Temel ilk defa çıplaklar kampına gider. Çıplak hurileri görünce ereksiyon olur ve hemen çalıların arasından bir huri çıkıp “Buyrun seks yapalım” der Temel’e. Temel seksten sonra mutlu mesut yoluna devam ederken yellenir ve bu sesi duyan iri yarı bir nuri çalıların arasından çıkıp Temel’e “yat aşağı” der. Temel ne olduğunu anlamadan yere yatar ve nuri Temel’i becerir. Temel hemen eşyalarını toplar ve resepsiyona gidip çıkış işlemlerini başlatır. “Hayrola” der görevli “Memnun kalmadınız mı ?”. Temel “Benim seks isteğim haftada birdir ve ben günde on kere yellenirim; ben çıkayım” der. Temel haksız sayılmaz. Bu iş hesap kitap meselesi ya da “kar/zarar” hesabı. Bereket Temel ders almıştır ve rahmetli Özal’ın Anayasa’yı deldiği zaman dediği gibi “bir kereyle bir şey olmaz” diyelim ve yazımı biraz da seksene az kalan yıllarımda alkolden etkilenişime değineyim.
Alkol ve Ben
Bildim bileli rahmetli babam her akşam rakı içerdi. Kadehi küçük bir çay bardağı idi. İstiab haddi de böyle küçük bir bardaktı ki şimdilerdeki “tek”ten bile daha azdı içtiği. Yanında pek fazla bir şey yemez ve çoklukla iki parça kuzu pirzolasıyla yanında kızarmış acı biber ve domates olurdu. En fazla bir dilim ekmek yerdi. Esnaf arasındaki lakabı “Hacı kuru” veya “Tahta g*t” idi; çünkü çok zayıftı. Ancak dayanıklı idi. Çok yol yürürdü. Ayakkabıları ısmarlama olurdu. Yumurta topuk ve sivri burun iskarpin giyerdi. Ayakkabılarının arkasına basardı. Bunu “külhanbeyi” olduğu için değil ayaklarındaki nasırlardan dolayı yapardı. Bu nasırların da kırklı yıllarda “yol vergisi”ni veremediği için Soma/İstasyon Şoseninin yapımında ırgat gibi çalıştırıldığı için olduğunu öykülendirirdi. Gerek bu ırgatlık, gerekse kırklı yılların zor koşullarında evindeki yirmi kilo buğdayın alınması ve aynı koşullarda zenginlerin evlerine börek, baklava gidişine tanık olması rahmetli babamı CHP karşıtı ve Demokrat Parti yandaşı yaptı ölünceye kadar. Her neyse rahmetli babamın Ramazan hariç hemen her akşam bir çay bardağı içtiği rakı keyif verirdi ve öyle ki elli yaşından sonra gece bekçisi olduğunda da tüm gecenin uykusuzluğuna dayanma gücünü bu azıcık rakının verdiği enerjiden sağlıyordu. Tek çay bardağı ile yetindiği günlerin gecelerinde hiç bir sıkıntı yaşamadık. Ancak keyfin bir nedenle arttığı ( özellikle torunların yaş günleri gibi) kimi gecelerde ikinci çay bardağı rakının etkisinde çözülürdü babam. Bu durumda evde durmak istemezdi. Kimi zaman Kordon’a Ömer Ağa’ya dondurma yemeye gidilirdi grupça (eniştem, bacanağım ve camcı Mehmet gibi dostlarla Skoda kamyonetin arkasına doluşarak). Buraya kadar sıkıntı yok. Dondurmalar yendikten sonra koca koca adamlar “Hadi burdan denize işeyelim !” dediklerinde benim işkencem başlardı. “Dur !” demek kolay değil. Kaçmak ne mümkün ! Ya da böyle keyifli geceler Fuar Zamanına (20 Ağustos-20 Eylül) denk gelirse ısrarla “Hadi Fuar’a gidelim ” denirdi. Bana (ve Nezuş’a) da babamın koluna girip yoldan ayakkabı toplama görevi düşerdi. Bu da ayrı bir işkence olurdu. Ve tüm bunlardan dolayı 1969 yılında Erzurum Ordu Evinde etli bezelye ve cacık yanında küçük bir şişe Akşam Şarabı ısmarlayıncaya kadar ağzıma alkol koymadım. Nefret ettim.
Talebeyken evlenip bir lokmayı paylaşan annem babamla birlikte on yıl aynı evi paylaşmanın zorluğunu da hep “minnet borcu”olarak gördük ve bunun da ödülü oldu bugün C13 deki güzellikler. Örneğin 1984 yılında babam yarı felçli iken annemin kalp krizinden bir günde ölmesi ve sonraki üç buçuk yıl gittikçe artan sağlık sorunlarını başta Nezuş ve çocuklarımın ortak gayretle paylaşması pek çok öğrenmelere neden oldu. Her gece babama sonda takardık. Bunun için Ümit (20 yaşında heyecanlı bir delikanlı) bir kolundan, Eray (17 yaşında sakin ve sabırlı bir başka delikanlı) diğer kolundan tutar ve Kerem (5 başında bir çocuk) sondayı getirir ve ben takardım. Nezuş babamı leğene oturtup yıkardı. Dolayısyla babamın ikinci çay bardağındaki alkolun gençliğimde yarattığı sıkıntılara karşı ortak dayanma gücümüz bugün sahip olduklarımıza yol açan babamın ellerini kaldırarak yaptığı dualardı. Binlerce şükür.
Erzurum Ordu Evinden Çeşme Bahçelerine (1969 dan 2021 e)
Erzurum’da bayram sabahı içtiğimiz “Papazın Şarabı” ndan sonra yer sofrasını Nezuş’u da şoke eden, pratik şekilde toplayıp da komutanın elini öpmeye gittiğimizdeki neşemiz de anılarımdan bir gülümseme getirir yılların öncesinden. Daha sonra Enstitü yıllarım (1970/85) başladı ve favorimiz “votka/cincibir” idi ve sevgili Aykut’un sözleri de kulaklarımda çınlar. Ben de rahmetli babam gibi fazla alkol alamam. Hatta zaman zaman “bu sefer çok içip sarhoş olucam” diye heveslensem de yapamadım. Rahmetli Coşkun ve sevgili Öğüt ve Aykut ile bir Fethiye ve çevresi bir iş seyahatimiz oldu (Seki Yaylasından Karapas’ın hayat çemberini tamamlayan pistülleri taşıyan Berberis bitkileri toplamıştık). Sahilde balık yemiş ve yanında ben votka cincibir karışımı içmiştim ve Aykut “İkinci kadehte dilin dolandı ve garsondan Cincibir isteyemedin; çünkü Cincibir diyemedin” diye uzun süre bana takıldı. Laf aramızda o günlerde bir devlet memuru Fethiye’de bir restorana girip, balık yiyip içki içebiliyormuş.
Enstitü yıllarımdaki Nezuş’la dans ettiğimi gösteren fotoğrafların hemen hepsi yılda bir kere heyecanla beklediğimiz “Formülatörler Derneği” yemeklerindeydi. Daha sonra TİSİT ve ZİMİD gibi değişime uğrayıp “Yerli ve Yabancı Firmalar” olarak ikiye ayrılan derneğin bu yemeklerinde beleş alkol içenleri zirveye taşırdı. Ben yine ikinci kadehi aşamazdım. Ve ardından “Özel Sektör (CINOS) Yıllarım (1970-2009)” başladı. Daha çok müşteri ağırlama ve “tavuk sersemken öpülür” benzeri düşünce ile ilaç ambalajlarından dansöz çıktığı; yılda birkaç kampanya ile pusht satışların ardından Soçi, Polonya ya da Küba turlarının başladığı gecelerdeki “Seks ağırlıklı promosyon” beraberliklerinde de alkol dolu olurdu. Ben yine içemezdim. Hele ilk yılda Antalya’da “Leylim ley” melodisiyle çoşanları görünce otelden dışarı çıkıp “Ne işim var benim burada” diye hayıfandığım anlarla acemilik dönemini zor aşmıştım. Bir gece vardır ki hiç unutamam. Yeni bir ilacı Gölmarmara yöresinde promote etmeye çalışıyoruz. Kahvede gece eğitimi yapıp pusht satışın pull kısmını yapılandıracağız. Sevgili İbrahim Köy Grup Teknisyenine mesaj göndermiş. Garibim kayığa atlayıp gölden balık tutmuş. Kahve toplantısından sonra evinde toplandık. Ona yakın TKK müdürünü ağırlıyoruz. O gece milli takımın futbol maçı var ve televizyon sehpasının önünde de her müdür için konmuş birer yetmişlik rakı şisesi var. Gece yarısından sonra ben ve İbrahim Reno steyşin arabalarla müdürleri evlerine bırakıyoruz; kimi arabaya kusuyor. Yine nefretim depreşti alkole karşı. Halbuki Çeşme Bahçelerinde akşam üzeri gün kavuşuncaya kadar Nezuş’la beraber birer kadeh (İtalyan Çiçeği desenli özel bardaklarımızla) cin/tonik ve içine konan bahçemden yarım limon çok fazla keyif veriyordu. Ekstradan da olsa İsabey’in Bağ Evi’nde Fransız mutfağının eşliğinde bir şişe Centum‘un da apayrı bir tadı kalıyordu damakta ve zihinde. Ta ki…!
Yine bir kutlama gününün gurup vaktinde Bostanlı Deniz Kent‘inde balık yanında bir kadeh rakı ve bir kadeh Merlot’un keyifli akşamının sabahında nedendir, nasıldır bilinmez adına “ITP” denen bir sendromun kanamalarını bir uyarı olarak kabullenen Nezuş kendisi için alkole veda etti (2014). O içmeyince ben de genel olarak içmez oldum. Vardır bu işte bir hayır diyerek yola devam ediyoruz.
WhatsApp Mesajlarındaki Güzellikler (Haziran 2021)
[18:59, 12.06.2021] Mustafa Copcu: Seslenmek istiyorum; spekülasyonlara neden olmadan ve bir beklentim var.
[19:04, 12.06.2021] Mustafa Copcu: Sizi çok seviyorum. Sevgimin fazlalığı kadar korkularım var ve bu nedenle daha bir fazla çaresizliğin sessizliğine gömülüyorum. Daha önce de yazdım: Rahmetli babam benden daha cesurdu. Ben sınırları tutturamamaktan, kırıcı olmaktan fazla korkak biriyim.
[19:23, 12.06.2021] Mustafa Copcu: Bugün özel bir gün. Beraberliğinizde gördüğüm mutlu yuva gururum. Hep böyle süreceğine inanıyorum. Korkumun kaynağı dün gecenin öyküsündeki aşırı alkol. Bu sabah kahve sohbetinde gözlerinizde az da pişmanlık ve bundan sonrası için bir kararlılık görmeye çalıştım. Görebildim mi? Bilmiyorum. Destek bekliyorum; kararlılık bekliyorum. Çok güzel günleriniz olacak. Bu güzellikleri uzun yıllar keyifle ve gururla “C plus” kılmak için daha çok ödevleriniz, görevleriniz olacak. Artan gece hayatı, artan alkol ise benim için bir noktadan sonra sizin adınıza korkularım. Lütfen biraz daha keyiften özveri
[19:31, 12.06.2021] Mustafa Copcu: Yıllar önce bir rüya gördüm. Bir demir merdiven. On basamak kadar. Merdivenin yanları, basamakları ve alınları demir ve kapalı. Merdiven boşlukta. Merdivenin sonunda bir demir kapı. Kapının sapı yok. Elimi uzatıp açmaya çalışıyorum. Elim kapıya değmiyor. Çaresizce kapının önünde merdivenin son basamağında duruyorum. Boşlukta iki nesne ve ben ; merdiven ve kapı… Ne zaman çaresizliği yüreğimde hissetsem bu rüya canlanır gözümde. Hani elini uzatıp da tutamazsın ya işte öyle bir şey. Böylesi güzel ve anlamlı bir günde böylesi tatsız bir paylaşım. Demir kapının önündeyim ve korkuyorum. Sizi çok seviyorum. Kutluyorum; öpüyorum ve dualara sığınıyorum. Sizi size emanet ediyorum. Kendinize dikkat edin. Nice yıllarınız olsun sağlık ve esenlik içinde ki her şey sizin ellerinizde….
[20:10, 12.06.2021] Yazdığınız her cümlede sizinle aynı fikirdeyim. Şu an sahip olduğumuz herşey için binlerce şükür 🙏 Düşündükçe ben de çok korkuyorum. Sık sık, uzun uzun yanlışlarımızı konuşuyoruz. Zamanla her yanlış düzelecek. Sadece biraz yavaş ilerliyoruz. Sizi çok seviyoruz…
[20:22, 12.06.2021] Mustafa Copcu: Verdiğin bilgiye teşekkürler. Gayret göstereceğinize inanıyorum. Biraz daha fazla ortak gayret ve kararlılıkla mutlaka yoluna girecektir. Siz yeterki isteyin. Kutluyorum ve öpüyorum.
[21:53, 12.06.2021] Ben de elimden gelen özeni göstereceğim , teşekkürler 🙏 sizleri çok seviyoruz 😘
[07:56, 13.06.2021] Mustafa Copcu: Teşekkürler. Olumlu sonuçları görmek istiyorum. Öpüyorum.
Uzun lafın kısası; yıllar önce alkolun etkisiyle Fuar yollarında toplanan ayakkabıların yarattığı minnetle dolu işkence ve bugün varlık içinde aşılan alkol sınırlarının sağlık açısından korkuları iç içe giriyor ve boşluktaki demir merdivenin son basamağında sapsız demir kapıyı açmaya çalışan elimin çaresizliğinin sessiz feryadında sahip olduğumuz değerlerin farkına vararak riskleri yöneteceğimize inanıyorum ve sağlık ve esenlik dileklerimi sunuyorum.
Öykücü