“…Henüz MRPII nedir RoFo (*) neyin nesidir bilmiyorlardı…Aile (!) şirketi olmanın emir komutasında kurumsallaşmaya çalışıyorlardı. Bunun için puslu havada, önündeki haftayı kestiremeden gelecek senenin projeksiyonlarını çizmeye çalışıyorlardı. Haziran 2009 da güneşli bir havada Bursa’da toplanmışlardı. Pazara 2008 yılında girmiş ve ilk yılında 7,5 ton satılmış olan bir ot ilacının önümüzdeki bir iki ay içinde 15 ton satılmasını istiyordu patron. Teşvik olarak da birer maaş ikramiye sözü veriyordu. Üç ay sonra 45 ton sattılar. “Dublenin Triplesi”nin nasıl geliştiği ayrı bir öyküdür. Burada önemli olan aktif madde stoğunu 15 tona göre yapan patron nasıl olmuştu da 45 ton imalat yapabilmişti ? Osmanağa Çeşmesi mi akıyordu ?…”
Başarıyı formüle edip mutlu sona ulaşmak (engeller) : CINOS 1995 > 2005 > NETs 2021 (Uykusuz Geceler)
Merhaba
Önceki yazıma “Çeşmeler” başlığı atıp yoldan çıktım ve “Felaket Tekil Gelmez” sözüyle rutinime odaklı bambaşka bir çerçeve içinde sonlandırdım. Bu yazımda “Çeşmeler“i yazacağım. Konu Somalı, taşralı çocukluğumun ellili yılların ortalarındaki anılarımda yer eden çeşmeler olacak. Bakalım yalın bir çeşme anlatımı dışında anılarım kimi mesajları şekillendirmemi sağlayacak mı ?
Ahmetağa Çeşmesi
Sokağımızın numarası ya da adı var mıydı; anımsamıyorum. Çarşıya yakın, yokuş bir sokaktı. Önce yolun doğusundaki iç avlulu bir evde başladı çocukluğum. Daha sonra ilkokul yıllarında yolun batısındaki tütün deposu olan bir damın eve çevrilmesiyle yeni bir evde geçti günlerim. Sokağımızın üst tarafında Ahmet ağanın bahçesi geniş, eski bir evi vardı. Önünde de bir çeşme. Çeşme sürekli akardı. Musluğu, kurnası yoktu. Akmasın diye zaman zaman oluğun ağzına tahta bir tıkaç sokarlardı. Çeşmenin önünde uzunca ve derin bir yalak vardı. Hayvanlar (büyük ve küçük baş hayvanlar ve eşekler) su içerdi. Çeşmenin önü her zaman çamur olurdu. Bu çamura eşek arıları konardı. Eşek arıları bizim oyuncağımızda. Bez veya kağıt parçasını ıslatır ve su içmek için çamura konmuş olan eşek arısının üstüne atardık. Biz taşralı çocuklar hem yaramaz hem de biraz edepsizdik. Şimdi yazacaklarım çocukluk anısı olsa da kimilerince “Merd-i kıptî şecaat arz ederken sirkatin beyan eder” benzeri bir durum olarak algılanacaktır. Affınıza sığınıyorum. Anlattıklarımın altmışbeş yıldan daha önce olan bir zamanın taşra yaşamı olduğunu unutmayın. Islak bezin altında kalan eşekarısını dikkatle açığa alıp karın kısmının arka tarafından küçük iki çubukla iğnesini çıkarırdık. Daha sonra ayağına ip ve çöp bağlayıp uçmaya bırakırdık. Ayağındaki ağırlığı iyi hesaplarsak yerden bir metre kadar yüksekte uçar ve biz de arkasından koşardık. Şimdiki aklımız olsaydı … Laf ola beri gele… Sokağımızdaki bu çeşmenin üstünden Ahmet ağanın bahçesindeki incir ağacının dalları yola kadar sarkardı. İncir ağacına gövdesinden değil dallarından tırmanmayı çok severdim. Bunlardan tırmanıp etrafı duvarla çevrili bahçeye girip mevsiminde badem ağacından “çağla badem” toplardık (çalmak demek daha doğru olsa da o günlerde bu tür eylemler bana göre “çalmak” olarak tanımlanmıyordu. Belki de kendime ürettiğim bahaneyle bana öyle geliyordu). Bir keresinde incir ağacının dallarından tırmanırken çeşmenin önündeki yalağa düştüğümü anımsıyorum. Çocukken her iki bacağımın dizlerinde ve kollarımın dirseklerinde düşme yaraları eksik olmazdı. Sokağımızdaki çeşme biz çocukların oyun alanıydı. O tarihlerde Soma’da evlerde (belki de bizim evde) şehir suyu yoktu ve hemen her mahallede sürekli akan “hayrat” çeşmeler vardı. Evlerdeki her tür temizlik işi taşıma suyla yapılırdı. Aynı tarihlerde İzmir’de de “Osmanağa Suyu” kimi sokaklarda aynen böyle akardı.
Osmanağa Çeşmesi
Ben bu başlığın gereğini tam yazacak bir konu uzmanı değilim. Sadece kendi çevremde dikkati çeken çeşmelerden söz edeceğim. Kapılar’dan arka yoldan Basmane’ye gelirken bir çeşme anımsıyorum. Suyu devamlı akardı ve çevresi “Osmanağa Suyu” derdi. Bu sudan mı verilirdi bilmiyorum ama biri Dönertaş‘ta, diğeri de Kemeraltı polis karakolunun hemen yanında iki “Sebil” vardı. Bedava su verirlerdi metal bardaklarla (hayrat). “Osmanağa Çeşmesi” ya da “Osmanağa Suyu” aslında bir deyim olarak da kullanılırdı. Birisi bir diğerinden daha fazlasını isterse, aldığınla yetinmezse “Sen bunu Osmanağa Çeşmesi mi sandın ?” diye bir tepkiyle karşılaşırdı. İşte yazımın girişindeki patron 15 tonluk üretim için stoğunda gerekli aktif maddeyi bulundururken nasıl olup da 45 ton üretim yapabilmişti ? Hatta bir keresinde bir başka ürün için bütçe hesaplarını aşan bir talep gelince satışçılardan patron “Siz neden yıl başında doğru dürüst kestirim yapmıyorsunuz; beni zora sokuyorsunuz…Bunun için gerekli daha fazla aktif maddeyi ben şimdi, hemen nasıl bulucam; siz bu üretimin Osmanağa Suyundan mı olduğunu sanıyorsunuz !” demişti. Demek ki Osmanağa suyu kesintisiz akan ve bir bedeli olmayan kaynak demekti. Öte yandan özellikle “görmemişin oğlu olmuş tutmuş çükünü koparmış” misali uzunca süre hasretini çekip de dur durak bilmeden (19.09.1965 den bir ay sonra birlikte yatağa düşmek) bizim gibi yaparsanız size de derler “Osmanağa Çeşmesi mi bu ?”… Kırk lokma ekmekten bir damla kan, kırk damla kandan bir damla… Şimdi terbiyemizi takınıp edepli bir şekilde tekrar Soma’nın çeşmelerine döneyim.
Ağalar Pınarı
Bizim sokaktan aşağıya (kuzeye) doğru inip sola kıvrılınca yüz metre gidince şehrin (ilçe olsa da ben kasaba diye tanımlayayım) pazar kısmına gelinirdi. İlk karşımıza çıkan kavşak (!) kuzey-güney istikametinde uzanan bir yolun kesiştiği yerdeydi (çocukluğumda bana bulvar gibi görünürdü). Bu uzun yolun adı “Karılar Pazarı” idi. Carşamba günleri pazar kurulduğunda bu sokak baştan ayağa kendi ürünlerini pazarlayan köylü kadınlarla dolu olurdu. Önlerindeki bir yazgının üstünde otlar, yumurta, yağ, peynir, nar ekşisi, kurutulmuş ürünler satarlardı. Terazi hatırlamıyorum. Sanırım “Peygamber Pazarlığı” ile ölçüsüz, tartısız, akıl ve izana dayalı bir alışveriş yapılırdı. Ya da şimdi depoda duran ve babamdan kalma el kantarı ya da kefeli terazi kullanırlardı. İşte bu sokağın köşesinde bir çeşme olurdu. Adı “Ağalar Çeşmesi”. “Karılar Pazarı”nda “Ağalar Çeşmesi” nin mutlaka bir öyküsü vardı. Bilmiyorum. Hatta belleğimde adı daha çok “Ağlar Pınar” olarak öne çıkıyor ki belki doğrusu budur ve bu isimle daha anlamlı bir öyküsü olabilir. Bu çeşmenin adı dışında çocukluğumdan belleğime kazınan bir anısı yok. Şimdi biraz uzaklara gideyim.
Dokuz Oluk
Çarşı Camii (Cami-i Kebir)ni geçip sağa dönünce Tarhala’dan gelen dere bir köprü ile aşılırdı. Dere evlerin atıklarıyla kirlenirdi. Bu köprünün yanında genişçe bir alanda durmadan buz gibi temiz suları akan oluklar vardı. Sürekli akan suyun altında yerlerdeki kayalar kaygan, parlak, gri-beyaz taşlara dönmüştü. Burada çamaşır yıkanırdı. Küllü sular ve tokaç sesleri altında neşeli kadın sesleri duyulurdu. Burada aynı zamanda harmandan sonra buğday kaynatılıp nişaşta çıkarma hazırlıkları yapılırdı. Bunun için önce haşlanmış buğdayın embriyosu, endospermden ayrılırdı (sanırım elek/kalbur kullanılırdı). Bu işlem sırasında oldukça kötü bir koku etrafa yayılırdı. İşte burada suları akıtan çeşmelerin adı “Dokuz Oluk“tu. Amcamın evi hemen bunun yanındaydı. Biz çocuklar için kaygan kayalar ve akan dere pek tekin bir yer değildi. Mahallemden uzak olduğu için bu gözlemim dışında pek fazla bir anısı yok “Dokuz Oluk“un. Buradan ya sağa dönüp “Turgutalp Köyü”ndeki “Ulupınar”a gitmeli ya da soldan devam edip Tarhala’ya uzanmalı çeşmelerle ilgili anılarım için. “Dokuz Oluk” ta sürekli boşa akan sulara bakıp da Somalıların evlerinde susuzluk çekmelerinin nedeni henüz yeterince güçlenmemiş olan yerel yönetimlerden (belediye) olsa gerekti… Tarhala yolunda ve köyün içinde iki çeşme var anılarımda yer eden.
Cennet Mınarı ve Kırk Oluk
Bu yol, biraz uzun bir yolculuk içindir. Kuzeye, Tarhala’ya doğru giderken şehirden bir kilometre kadar uzakta yolun sağında hafifçe yüksek bir zeytin tarlasının yol sınırında bir çeşme vardı: “Cennet Pınarı” (ki sanki biz Somalılar “Pınar” değil “Cennet Mınarı” derdik. Belki de ben böyle derdim). Hıdırellez zamanı bu çeşmenin etrafında piknik yapılırdı. Bizim “Yassı Tepe” zeytinliğimiz tam bu çeşmenin karşısında, derenin öte yakasında, beş yüz metre kadar uzakta tepede bir yerdeydi. Yola devam edince Soma’dan üç kilometre ötede Tarhala köyüne varılır. Şimdilerde ismi “Darkale” olan bu köy benim çocukluk anılarımda pek çok bölük pörçük yere sahiptir. Köye uzanan iki yol; soldaki yoldaki köy okulu; sokakları, askerdeyken İstanbul’dan gelin getiren Halil amcamın genç güzel eşine bakamadığı için intihar edişinden sonra dul eşinin mecburen bu köye gelin gitmesi ve sıkça ziyaret edişimiz; evinin altındaki atölyede kapı, pencere yaparak geçimini sağlayan “Ali Efe“nin anlattığı masal, köyün erkeklerinin madenci oluşu ve kiraz bahçeleri ile kiraz toplamaya beni sokmayışları (kiraz ağaçlarının / kirazcıların derim işileminde hassas oluşları) hep anılarımda cap canlı… Sağdaki yoldan bir yere kadar otomobil gidebiliyordu. Caminin yanında yol bitiyordu. Caminin hemen yanında onlarca musluktan sürekli akan çeşmeler vardı. Adı “Kırk Oluk“. Bundan sonrası bir eşeğin bile zor geçtiği daracık, yokuş ve yamuk yumuk taşlarla (Arnavut Kaldırımı denebilir mi ?) kaplı dolambaçlı köy yollarıydı. Evlerin damları toprak kaplıydı. Kimi evler cumbalı ve içleri güzeldi. İç avluları vardı. Hepsi bir yamaca sıralanmıştı. Aynı internette yazdığı gibiydi Tarhala’da yaşam:
“…Soma yöresine yolunuz düşerse, mutlaka, bu tarihi köyü görmelisiniz. Hatta: Eylül ve Ekim aylarında buraya yolunuz düşerse, değişik bir manzarayla karşılaşabilirsiniz. Köyün içindeki sokaklarda ve çevredeki birçok yerde, nar ağaçlarında toplanan ekşi narların önce taneleri çıkarılır, sonra suyu sıkılarak kaynatılır ve “Nar ekşisi” yapılır, bu döneme rastlarsanız, satın almayı unutmamalısınız. Çünkü, muhteşem bir lezzet ortaya çıkıyor. Bir zamanlar, burada dondurma yapımı da önem kazanıyormuş. Buzdolabı gibi teknolojik imkanların olmadığı dönemlerde, Darkaleli dondurmacıların yaptığı dondurma, gerek burada ve gerekse çevre yörelerde çok tercih edilirmiş. Darkaleli dondurmacılar, orman içinde yaptıkları taş çukurlar içinde, karları sıkıştırıp buz haline getirirler ve Temmuz-Ağustos aylarına kadar muhafaza ederlermiş. Daha sonra bu buzları ve yörenin lezzetli sütünü ve doğal orkiden elde edilen salep kullanarak, muhteşem lezzetli dondurmalar yaparlarmış…”
Eşek sütünden dondurma
Internet “mışlı” geçmiş zamanla anlatıyor kar ve dondurma yapımını, ben ise bizzat yaşadım. Babam köfteci-dondurmacı idi. Çarşamba günleri Soma’nın pazarıydı ve benim için adeta işkenceydi. Haftanın diğer günleri iki kilo kıymadan köfte yapılırsa çarşamba günleri elli kilo kıymadan köfte yapılırdı. Buna ne rahmetli annemin gücü yeterdi ne de dükkandan eve sepetle kirli tabakları götürüp temizleri getirmek için benim cılız kollarım. Öte yandan asıl sıkıntım dondurma yapımıydı. Gerçi iyice kaynatılmış ve gerçek doğal salep katılarak hazırlanmış sütün kaynadıktan sonra bakır tencerenin (kazan da denebilir) dibini kazımak unutulmaz bir tattı benim için. Öylesine kalın ve kahverengileşmiş bir dip kazırdım ki şimdinin kazandipleri (Sefer Usta ve Bolulu Hasan Usta da dahil) yanında halt etsin. Hazır yem yok; hayvanlar merada otlamış; Holstein değil yerli karanın ve ay boynuzlu kara mandaların sütü ve doğal salep…Tahta fıçının içine konmuş slindirik dondurma kabının etrafını sıkıca saran ve kolay erimesin diye tuzlanarak daha da sıkı kılınmış Tarhala’daki kar kuyularında çıkarılmış karın içinde kabı sürekli döndürmek; işte bütün mesele. Ben çocuktum. Aklım sokaktaydı. Ellerim dondurma kabının kapağındaki demir çubuğun uçlarında ve döndür Allah döndür. En az dört saati bana kalırdı bu döndürme işinin. Özellikle madencilik geliştikten sonra (Garb Linyitleri İşletmesi) köfteci dükkanımızın çarşamba günleri babam için bayram, annem ve benim için işkence idi. Babamın dondurması meşhurdu: “Eşek sütünden dondurma” diye bağırırdı babam. Bıçakla kesilirdi. Sade, sütlü dondurma dışında bir de tüm malzemesi evde hazırlanmış vişneli dondurmamız olurdu. Tarhala’nın “Kırk Oluk“undan kışın kar kuyularına konan karların yazın kar şerbetine ya da dondurma için buz yerine kullanılması anılarımda birbirine karıştı.
Bu kadar yetsin… Ulupınar ve doğuda “Uzak Tarla” yolunda “Çamlı Faslak” ile “Narlıca Çeşmesi” başka bahara kalsın. Çeşmelerin belleğimdeki izlerini aktarmaya çalıştım. Esnaf çocuğu idim. Babamın disiplini fazlaydı. Günde sadece iki saat sokakta oynamam için izin verirdi. Memur çocuğu olmak ve daha çok sokakta oynamak isterdim. Ancak esnaf çocuğu olmanın avantajlarını da yaşadım. Cebimde her zaman para olurdu. Çok kitap aldım. Kitaplarımı özenle korudum (İzmir’e taşınıncaya ve evleninceye kadar). Öyle ki; 16 sayfalık formalar halinde satılan Tom Miks, Teksas, Tex gibi resimli kitapların formasını kesmeye kıyamaz ve yere serip üstten bakarak döne döne okurdum. Kerem’in dediği gibi her şeyin bir bedeli var. Babamdan hem disiplini öğrendim hem de zorluklarla baş ederken sabırlı olmayı. Kimi zaman sabrın sınırlarını zorlasam da bugün 76 yılın deneyimleriyle yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken binlerce şükür ve şükran dolu olarak yola devam ediyorum, tüm sevdiklerimle birlikte. Daha ne ister insan …
Öykücü
(*) MRPII nedir RoFo ? Geleceği kestirmek (projeksiyon) ve lojistik açısında hazırlıklı olmak demektir. Dinamik bir süreç yönetim sistemidir. CINOS’ta “MRPII” (Management Resource Planning) seksenli yıllarda; RoFo (Rolling Forecast)’u ise doksanlı yılların sonlarında uyguluyorduk. Daha sonra SAP‘la tanıştı kurumlar. Kurumsallaşmaya çalışanlar da gerekli alt yapıyı (bilgi, beceri ve tutum) oluşturmadan bu yolda “cin olmadan şeytan çarpmaya kalktılar”