Yaşam Büfesinde “01ENKİNİ01

“…Bir süredir evde keyifler kaçmıştı. İçgüveysi damat beraberliğin, kayınpederin baskılarına dayanamamış karısını alıp kendi kasabasına göç etmişti. Anne üzgün, baba kızgın, oğlan çocuğu şaşkındı. Ertesi gün kasabanın pazarıydı ve köfteler, şişler hazırlanmalıydı. Ana oğul kapıyı kapatmışlar odada ağlaşıyorlardı; dudaklarında bir şarkının mırıltılarıyla “Mendilimin yeşili, ben kaybettim eşimi...” Kızgın baba, köfte ve şiş hazırlıkları için “ver o bıçağı” diye bağırdı karısına; gözü yaşlı ve korkmuş oğul “Verme kızzz ! Bizi kesecek” diye çığlık atarak cılız bedenini kapının arkasına dayak yaptı…”

01ENKİNİ (Çocukluğum) / Anılara dikkat / Yolcu yolunda gerek / Başa dönen yolcu / Anamın şarkıları

Merhaba

Uzunca bir seri olacak bu yazım. Bakalım sonu gelecek mi ? Sonlandırmak için nefesim yetecek mi ? Nasıl bir etki oluşmuşsa 27.09.2020 günü, yaklaşık iki yıl önce adına “ENKİNİ” dediğim bir serinin ana hatlarını şekillendirmeye çalışmışım pandeminin yerleşik etkileri altında. Mayıs ayında arşivimi karıştırırken bu PowerPoint serisine takılıp kaldım. Seride onu aşkın bölüm oluşturmuşum. Başlangıcı Soma 1945 ve son vardığı aşama Çeşme 2022 olmuş. Bunu yaparken “Kumsaldaki Ayak İzleri” ni hep aklımda tutmuşum (https://www.copcu.com/2012/04/04/yasam-bufesinde-nisan-asklari/) . Hâlâ da tutuyorum. Kompozisyona bir bütün olarak baktığımda neler görüyorum; neler hissediyorum; doğrudan söylemeye cesaret edemediğim neleri ima ediyorum ?

  • Yaşam Gölünün karşı kıyısı görünürken, yaş kemale ereli yıllar geçmişken, ilk aklıma düşen “tadında bırakmak gerek” oldu. Hele bir de birkaç gün önce altmışlarda genç kızların idolü olan Alain Delon‘un 86 yaşında İsviçre’ye gidip de ötenazi yaptığını görünce “defteri dürmek, hesabı kesmek” gibi bir etki, bir algı oluştu. Bunu yadırgamıyorum. Geçen gün, 24 Haziran gecesi şükür ve şükranla C13 beraberliğinde 41nci yaşını dolduran oğlumla da paylaşınca bu ifadeyi, sanki biraz daha cesaret buldum bu satırları yazmak için.
  • Yaşam Büfesi önünde sıraya girmek derdi kalmamışsa, sırada kalmak alışkanlık haline gelip de disiplinli yaşam konfor alanı içinde yer almışsa, sırada öne geçmek gibi bir yarış da artık söz konusu değilse “yolcu yolunda gerek” yumuşaklığıyla ve hergün hazır olarak günleri geçirmek bu yazıyı yazmayı kolaylaştırıyor.
  • WhatsApp’ta küçük bir grubum var, X, Y ve Z Kuşağından karma dört er kişilik. Onlara kimi mesajları vermeye çalışıyorum. Bu mesajlardan biri de şu: “İnsanlar iki şeye mecburlar“; diğer herşey opsiyonel, isteğe bağlı, seçenekleri var. Bu iki şey:
  • 1.İnsanlar ölmeye mecburlar ve
  • 2.İnsanlar ölünceye kadar yaşamaya mecburlar.
  • Ölümden söz etmek bence, yaşanan anın değerini daha fazla anlamak ve elden gelenlerin en iyisini, en güzelini, en yararlısını yapabilmektir. İşte tam bu noktada “upclose & personal” filminden Robert Redford‘un bir sözünü anımsıyorum: “Yaşadığınız hergün, hak ettiğinizin bir fazlasıdır”. Uzun lafın kısası “Bugün, şu an bana verilmiş bir armağandır”. Buna rağmen öyle anlar oluyor ki oktan, boktan şeylerle anı zehretmek sanki kendiliğinden oluşuveriyor adeta ve seksene yaklaşırken sıcak pişmanlıklar sarıyor insanı… Örneğin TiviBu ile bir ay süren cebelleşmem; ve sonunda anladım ki hem haksızlık etmişim hem de süreci gereksiz yere uzatmışım. Kaldı ki şu yaz günlerinde TiviBu seyrettiğimiz de yokken… İnsanoğlu böyle bir yaratık; ararsa hem Mevlasını hem de … buluyor.

ENKİNİ nedir ?

Neyse biz gelelim ENKİNİ‘ye. Taşralı, yaramaz, biraz da edepsiz, kara kuru, kepçe kulaklı, evin tek oğlu, esnaf çocuğu, sokak çocuğu Mustafa’nın kullandığı sözcüktür ellili yıllarda “Enkini versene kızzz !” der evde anasına, ablasına. Ya da “enkini versene ülen !” der sokaktaki arkadaşlarına. İlk anda sözlüklerde olmayan uyduruk bir sözcük olarak düşündüm “ENKİNİ“yi… Meğerse “O, bu, şu; onu, bunu, şunu; onun, bunun, şunun” sözcükleri yerine kullanılan, bilinen bir sözcükmüş. Bu sözcüğü yazıma başlık yapmayı istedim. Yetmiş sekize doğru yol alırken Soma’dan Çeşme’ye uzanan yıllardaki yaşam evrelerimi “ENKİNİ” altında bölümledim.

Serinin ilk setinde (01ENKİNİ Çocukluğum) 38 slayt hazırlamışım. Bunları video formatına çevirince de yirmi dakikayı aşkın bir film oluşmuş. Bu görselin ilk beş slaytında, jenerik olarak (!) aynı iki fotoğraf kümesini kullanıp beş mesaj paylaşmışım. Fotoğrafların sol üst köşedeki ilk ikili beraberliğinde rahmetli ablam, mahalle ve okul arkadaşı Terzi Fevzi’nin kızı Boysan ve benim okul arkadaşım Boysan’ın kardeşi Zerrin var. Yıl 1948, benim ilk fotoğrafım. Belediye parkında çekilmiş. Bakıyorum da kıyafetlerimiz bayağı düzgünmüş ve ben de efendi gibi oturmuşum. Buna yapışık diğer fotoğraf da1952 yılına ait ve mesajı da “Sünnet Kardeşliği“. Bunu daha sonra öykülendireceğim. Slaytların sağ alt kısmına gelip oturan ikili de 2022 yılındaki Nezuş ve Mustafa. Hey gidi günler hey ! Uydurma değilmiş, gerçekmiş yaş alınca insan, dün gece ne yediğini hatırlamazken, geçen yılı düşünmezken, yetmiş yıl öncesini, çocukluğunu dün gibi kare kare anımsıyor. Bu nedenle jenerikte ve bölüm sonunda bir de karşınıza “Başa Dönen Yolcu” ifadesi çıkacak.

Öykülendirirken dikkatli olmak için kendimi uyarırken şu mesajı hep anımsayacağım “Anılar konservelere benzer, tatlandırıldıkları için kimileri tehlikeli olabilir“. Buna yürekten inanıyorum ve dikkatli olmaya çalışacağım. Kaş yapayım derken göz çıkartmamaya özen göstereceğim. Bunun için “merd-i kıptî şecaat arzederken sirkatin beyan eder” özdeyişine olan inancımla filtreler kullanacağım. Yoksa yazık olur, yanar gülüm keten helva…

Çocukluğum (Soma 1945/58) ile başlayan 01ENKİNİ; daha sonra Delikanlılığım (ya da ergenliğim) ile İzmir’de sürecek ve 11ENKİNİ (NKM (2013/22)) ile “son sayının kız kardeşi” olup; 12ENKİNİ (C13Musto Dede-Çeşme) ile şimdilik Yaşam Gölünün karşı kıyısına yapılan seyir ile duraksayacak. “Gerçek Son” ya da “Kapanış“ın nerde, nasıl ve ne zaman olacağını Allah bilir. Tüm sözcüklerimin içerdiği kavram “şükür ve şükran“.

Jeneriğin son slaytı olan yetmiş yedi yıla sığan karelerden seçmelerle oluşmuş. Neler görüyorum ?

Çocukluğumun ilk fotoğrafı olan 1948 yılında ablam ve arkadaşalarıyla Belediye parkındaki bir görüntü. Aynı dönem için bunun yanında evimizin misafir odasındaki karyola üzerinde sünnet kıyafetleriyle ben, ailem ve sünnet kardeşim Emin’le annesi. Ve memur olduğu için ailemize sosyal işlevlik kazandıran sıhhiye memuru ve sünnetçim Ziya beyin karısı ile kızı Şule. Sünnetle ilgili atın yularını tutan Kamalı Sabri’den, burnuma yıllardır kokan penisilin tozu kokusu gibi anılarımı daha sonra öykülendireceğim. Sonraki beş fotoğraf ellili yılların sonlarına doğru İzmir’deki ergenliğim ya da delikanlılığım dönemini zenginleştiren Nezuş’la beraberliğimden. Devamında üniversitede talebeyken nişanlanan ve evlenen ve hatta baba olan Mustafa’nın kısıtlı yaşam koşullarındaki mutlu ve başarılı yılları. Askerlik sonrası onaltı yıllık devlet memurluğumdan iki fotoğraf ve CINOS’ta geçen 24 yıldan bir kare. Öyle bir kare ki by-pass sonrası İsviçre Alplerinde Musto Dede ve Nezuş olarak ilk birlikte yurt dışı seyahatimizden bir kesit. Ve bugün Çeşme’de “Başa Dönen Yolcu”lar olarak görüntümüz. Binlerce şükür ve şükranla birkaç kareyi, anıyı öykülendirip “ENKİNİ” serisinin ilk yazısını fazla uzatmayayım. Öte yandan slayt serim hazırlanıp videoya çevrildikten sonra bile geçmişin kimi kareleri aklıma düşünce “Tüh Allah ! Bunu nasıl unuttum ?” sorusu baskın oluyor. Örneğin “Bakkallarımız” (Sait/Buruşuk ve PX kolaları; Ali/Kız Yüksel’in küfrü, Mekke’de gördükleri rüya; Yokuştaki Eşref Bakkal; Çıkmaz sokaktaki bakkalın obez torunu ve annemin uyarısı “sen onu bizim kıza ver bir haftada muma döndürsün“; Kadın bakkal; Ekrem beyin sade ve modern dükkanı; Aşçı Hüseyin’in oğlu Farettin bakkal olunca Dr.Orhan bey; Kuyruklu Fettah; Şaban’ın babasının bakkalı; Hamam Sokağındaki Behlül ve lise arkadaşlığı vb); Karpuzcuyla dalaşma; Troleybüs son durakta hala kutuya atılmayan paralar… Uzun lafın kısası ne kadar özen göstersem de yine kimi eksiklikler olacak.

01.01.Sünnet Kardeşiliği

Daha önce yazdım; daha sonra da yazacağım, biz Tepecik-Zeytinlik Hattında “acıdan kaçınma” dürtüsüyle geleceğimizi şekillendirmek için çırpınan “Beş Liseli Genç“tik altmışlı yılların başlarında. Soma’dan gelip Çınarlı Meslek Lisesi’nde okuyan Süleyman (Özkılınç) da grubumuza katılmıştı. İlkokul sınıf arkadaşım olan ve genç yaşta vefat eden Süleyman’la beraberliğimiz sevgili Lâtif’in vefatından sonra doksanların ortalarında da sürecek ise de yoğunluklu ve sistematik buluşmalarımız yetmişli ve seksenli yıllardaki hey ay toplandığımız ailecek beraberliklerimizdi. Süleyman’ın, abisi sevgili Hüseyin’in ve babası Kara Ahmet’in öykülerimdeki yerini daha sonra yazacağım. Süleyman Soma’ya gittiğimde beni alıp İstasyon’daki elektrik santralına götürdü ve “gel sana sünnet kardeşini göstereyim” dedi. Böylece sünnet kardeşim Emin’i sünnetten yıllar sonra sonra tekrar ve bir defa gördüm. Emin sağ mıdır ? Bilmiyorum. Arasam bulur muyum ? Belki. Emin’le ilgili iki fotoğraf karesi var “01ENKİNİ“nin görsellerini süsleyen. Birisinde evimizdeki karyola üstünde sünnet kıyafetleriyle çekilmiş olan fotoğraf. Emin’in annesi de bu fotoğrafta ve sanırım babası vefat ettiği için, “yetim” olduğu için, bana sünnet kardeşi olmuş. Şimdilerde de var mıdır bu adet, varsa da yapıyor mudur hali, vakti pek de mükemmel olmasa da aileler ? bilmiyorum. Ellili yıllarda tek sünnet çocuğu olmazdı bizim oralarda ve sünnet kardeşinin masraflarını karşılayamayacak kadar kıtsa mali durumlar, sünnet kardeşi yerine bir horoz kesilirdi. Emin’in ikinci fotoğrafı da Çarşı Camii (Cami-i Kebir) avlusunda at üstündeki görünüşüdür. Atın yularını tutan iki kişi vardır. Bunlar akrabaları olabilir. Benim atımın yularını tutan iki fotoğraf vardır. Birinde küçük halamın kocası “Kamalı Sabri” dir; diğerinde ise rahmetli babam ve rahmetli Lütfü amcam vardır. Neden Sabri Enişte ile amcam atın yularını tutarak fotoğraf çektirmişlerdir ? Çünkü ikisinin de kız çocukları vardır; erkek çocukları yoktur. Bu nedenle sünnet çocuğunun atını tutmak onlara ayrı bir keyif veriyor olmalıdır. Sünnetimle ilgili olarak ne düğün ve eğlence anısı ne de kesimle ilgili bir iz vardır anılarımın su yüzüne çıkan uyarılarında. Sadece burnumdan “penisilin tozunun kokusu” yıllardır silinmemiştir.

Araya “Annemim Şarkıları (Türküleri)” konusu girmeseydi, ikinci görselle bağıntılı olarak “Penisilin Tozu“nu anlatacaktım. Bu konu görsellerin sıralanmasında bir “Tekdim / Tehir” olmuşsa da, diğer bir deyişle öncelik ve sonralık sırasında yer değişimi görünüyorsa da bence “Annemin Şarkıları“nı önemli gördüğüm ve videoya fon müziği yaptığım için bu yapılanma bence yine de doğrudur.

01.02.Annemin Şarkıları (Türküleri)

Yirmi dakikayı aşkın videomda dört melodi var. Bunlardan üçü annemle birlikte mırıldandığımız ya da annemle ilgili anılarımda yeri olan şarkı, türkü; dördüncüsü ise bugünlerde dilime dolanan Mümin Sarıkaya‘nın şarkısı. Üç melodi tüm görseli kapsamadığı, kısa geldiği için dördüncüyü ekledim. Mümin’in sözleri yazdıklarıma son derece uyumlu olduğu için seçtim.

Beyce ve Soma

Beyce Soma’dan on kilometre kadar uzakta büyücek bir köydü anılarımda yer eden. Rivayet olunur ki bir zamanlar Soma’dan daha büyüktü. Kim vardı, kime gittik bilmiyorum ama soğuk bir kış gününün gecesinde toprak zeminli bir köy evinin odasında bir ocağın içinde yanan odunların ışıltısı var anılarımda. Anamla birlikte yer sofrasında, bir sininin üstünde gelen, kasnağın üstüne oturtulmuş ve sofra bezini üstümüze çekerek yediğimiz bir yemeğin tadı ağzımda. Çocukken ve hatta evlendiğimde bile köfte ve kurufasulyeden başka yemek yemezdim. Huysuzdum. Hem seçici ve hem de seçerken bir o kadar eziyet eden bir çocuktum. Evin tek oğlu olmanın getirdiği şımarıklık da cabası. Buna rağmen Beyce’de yer sofrasında, sininin üstüne hangi yemekler vardı ki hem gözümde hem de ruhumda kalıcı bir etki yaratmış ? Belki de ateşle oynamayı seven çocuğun ateş önündeki sevinciyle ne yediği önemli olmadan duyduğu çocukca hazdır bugün anılarımda yer bulan. Bu nedenle “A Fadimem hadi senlen kaçalım, Beyce pazarına dükkan açalım… A Fadimem iki değil üç değil, benim gönlüm demir değil, tunç değil…” sözcüklerini hemen her sabah kahvaltı hazırlarken mırıldanmayı sürdürüyorum. Belki de “taş devri“nden “demir devri, tunç devri” gibi gelişmeyi sağlayan Beyce’deki ocağın ateşi, alevlerin görüntüsüdür bugün bu satırları yazdıran. Bu türküdeki “dükkan” sözcüğüne gelince aklım Beyce’yi bırakır ve Tire’ye, rahmetli sınıf arkadaşım Şahabettin‘e gider. Mühendis olduktan sonra birkaç kez Tire’de dükkanında görüştük, genç yaşat vefat eden, akıl almaz bir trafik kazasına kurban giden Şahabettin ile… Mekanı cennet olsun. Bu vesileyle ona bir kez daha rahmet dileme şansım oldu. Tire’de “dükkan” sözcüğünü telaffuz ederken “dükan” gibi tek “k” ile söylüyorlar (Tireliler “biz öyle demeyiz” derlerse ben de “Ödemişliler der” derim). Kahvaltıyı hazırlarken bu türkü ile başlarsa mırıldanmam içinde kadın ismi geçen türkülerle devam eder. Örneğin “Haticem saçlarını dalga dalga taramış; Mevlam bizi çamurdan onu nurdan yaratmış” ya da “Onbeş yaşında da Nazife de hanım kimlere aldanmış” veya “Eminem Eminem çakır Eminem, Göbeğinin altı çukur Eminem” belki de Emine’nin göbeğinin değil gözlerinin altı çukur. Her neyse ! Fikir ve zikir ilişkisine dönmesin bu tür detaylarla yazının seyri… Çocukluğumda Beyce pazarını türküye konu ana, oğul eve döndüklerinde hangi türkü ile günün gelgitleriyle baş ediyorlardı ?

Aman doktor canım ciğerim doktor derdime bir çare…

Nasrettin Hoca’nın komşuları, topan patlıcanı hocanın küçük çocuğuna gösterip “Bu ne ?” diye sormuşlar. Çocuk “Gözü açılmamış sığırcık yavrusu” demiş. Hoca hemen atılmış “Valla komşular ben öğretmedim; kendisi biliyor” demiş. Rahmetli ablam da on beş yaşına varmadan karşı evimizde kiracı olan rahmetli Hasan Bey amcanın kayınbiraderi Hüsamettin’e aşık oldu. Hüsamettin de askerliğini yapmamış terzi ustalığı edinmiş yakışıklı bir delikanlı idi. Beni etkileyen pembe topuklar gibi ablamı da Hüsamettin’in görüntüsü, dilinin hoşluğu, yüzündeki gülümseme etkilemiş olmalı ki aşk kısa sürede sevdaya dönüştü. Tütün denklerinin konduğu karşı evimizin (hangar demek daha doğru) duvarındaki küçük pencereden görüşen aşıkların tavırları çok geçmeden ortaya çıktı. Taşralı olmak, küçük bir kasabada (ilçe de olsa) yaşıyor olmak ve rahmetli babamın katı, disiplinli tutumu ile bu sevda kısa sürede evliliğe dönüştü. Söz, nişan anımsamıyorum. Düğün, dernek de yok anılarımda ve fotoğraflarda. Belli ki nikahla gerçekleşti evlilik. Öyle de olmalı çünkü hem nüfus kayıtlarında hem de ebeveynlerimin anlatılarında ablamın yaşının 15 den 16 ya (doğum tarihi 1938 den 1937 e) yükseltilerek ebeveyn onayı ile kıyıldığını biliyorum nikahlarının. Bu konuda yardımcı olan da hakim A.R.Alpaslan olmalı ki daha sonra 1970 yılına babamla beraber yolumuz düştü Ankara’da evine. O da ayrı bir öykü ENKİNİ‘nin ileriki bölümlerinde kayda girecek.

Ve evimizde yeni bir aile yapısı; ev ev üstüne oluyor mu, olmuyor mu göreceğiz. Biri ayağında şosede amele olmanın nasırları, aklında elinden alınan yirmi kilo unun acısı, tütün tarlasında yılda 13 ay çalışıp da bir ay alınan paradan tasarruf edebilmek için sabahın üçünde dördünde yola düşmenin yorgunluğu yanında kahveci olmanın ekstra yükleriyle kazanılan üç kuruştan sonraki köftecilikte yoğun çalışmanın disipliniyle oluşan sert, ataerkil aile düzeni içine gelen hoyrat bir delikanlı ile günler kolay geçmiyor…Babamın köfteci dükkanından yüz metre ötede eniştem Hüsamettin’in terzi dükkanı ve rabadifta ile yaka iğnelemek yerine bisiklet binerek Soma sokaklarında tur atmak Somalı Farettin’in kabul edebileceği, sessiz kalabileceği bir durum değil. Ne diyordu Beyce türküsünde “A Fadimem iki değil üç değil; Benim gönlüm demir değil tunç değil“. Ve babam o yıllarda kırk yaşlarında…

Ellili yılların başlarında, taşrada, esnaf ve kısıtlı olanaklı ataerkil aile yapısı içinde “içgüveysi olmak” da işin diğer cephesinin bir başka zorluğu. Ömer Seyfettin’in “Diyet”i gibi bir durum. Bir gün baktım ki kapının önünde bir kamyonet ve ablamın çeyizinden üç beş eşya yüklenmiş yolculuk Gördes’e…Ve yazımın girişine döneyim:

“…Bir süredir evde keyifler kaçmıştı. İçgüveysi damat beraberliğin, kayınpederin baskılarına dayanamamış karısını alıp kendi kasabasına göç etmişti. Anne üzgün, baba kızgın, oğlan çocuğu şaşkındı. Ertesi gün kasabanın pazarıydı ve köfteler, şişler hazırlanmalıydı. Ana oğul kapıyı kapatmışlar odada ağlaşıyorlardı; dudaklarında bir şarkının mırıltılarıyla “Mendilimin yeşili, ben kaybettim eşimi...” Kızgın baba, köfte ve şiş hazırlıkları için “ver o bıçağı” diye bağırdı karısına; gözü yaşlı ve korkmuş oğul “Verme kızzz ! Bizi kesecek” diye çığlık atarak cılız bedenini kapının arkasına dayak yaptı…”

Ablam gitti. Gözyaşı durmadı. Yukarıdaki açıklamadan kısa bir süre sonra, belki aynı gün, belki ertesi gün evdeki sert bir tartışmadan sonra annemin elinden tutup anneannemin evine gittiğimizi anımsıyorum. Bu ayrılık ne kadar sürdü; bilmiyorum ama uzun sürmedi. El mahkum; gidecek başka yer yok ki. Annemle bana ev, babama da eş ve oğul gerek. Ne yazık ki “yorgan gitti, kavga bitti” olmuyor; gönül yorgunluğu kolay silinmiyor. Annem mektup yazmıştır mutlaka ablama, enişteme. Eniştemin ablası hâla kiracımızdı ve onlarla ablama ulaştırmıştır. Bizim ailede küsmek yaygındır. Örneğin babamla amcam küserlerse, çocuklar da küserler. Zaten akraba olarak bağlarımız çok sıkı değildir. Bayramdan bayrama birbirimizi görürüz, evlerimiz az adım aralıklı olmasına rağmen. Bir akrabamızın (sanırım annemin dayısının karısı Gökgöz Yenge) aynen şöyle dediğini anımsıyorum yine anılarımın kapı aralıklarında “Siz Hacıkuruları bir kazana koysak, kırk gün kaynatsak siz yine birbirinize kaynamazsınız” (“Hacıkuru” babamın lakaplarından biri). Nezuş’la sürmeseydi “Copculaşma Serisi” muhtemelen ben de bu özelliği sürdürüyor olurdum. Bunu şu anki içe dönük halimden de eminim. Bir başka olgu için Ümit’in yazdığı mesaj gibi “Allah korudu”.

Tekrar konuya döneyim. Ablamın Gördes’e gitmesi kimin için daha zordu ? Ablam evlendiğinde 15 yaşındaydı; Gördes’e gittiğinde de 15 yaşındaydı. Ataerkil bir ailede, baba baskısı ile sessiz yapısıyla başarılı bir ilkokul mezuniyeti sonrasında hemen gelen bu erken evlilikle ablamın yaşamı, bir başka baskının (koca ve kaynana) altında ömür boyu ezik sürdü. Bu nedenle çocuklarım halalarına bir başka sevgi, bir başka ilgi gösterdiler yaşamı boyunca. Ablam Gördes’e gitti ama babamın içi rahat mı ? Hayır. Dışa dönük tek kelime der mi babam ? Demez. Bir yaz tatilinde Gördes soğuk olur diye üstüme bir pardesü geçirdiler; elime bie asker bavulu verdiler ve beni Akhisar’a kadar getirip ordan Gördes otobüsüne (!) bindirip ablama gönderdiler. Bunu da ayrıca öykülendiririm.

Anamla birlikte odanın içinde ağlaşırken babam seslendi “O bıçağı ver bana !”. Bende korku dağları bekliyor. Kapıya dayandım cılız bedenimle ve bağırmaya başladım “Verme kızzz. Bizi kesecek”. Babamdan şiddet görmedim. Sadece bir tokatını yedim. Onu da bir Ramazan gününde iftar sofrasına beklenen yoğurdu almaya gidip de sokakta oyuna dalışımdan dolayı attı. Yıllar sonra bir benzerini, ele vurulan cetvelle baba-oğul ben de yaşattım. Yine dünden bugüne gitgellerle konu dün yerine bugüne odaklanmaya çalışıyor. Bunu engellemeli düne ait annemin ikinci şarkısına değinip üçüncüye geçmeliyim.

Mendilim benek benek aman aman / Ortası çarkı felek / Kışı beraber geçirdik / Yazın ayırdı felek” sözlerini anamla birlikte söyleyip ağlaşıp durduk ablam yanımızdan ayrıldıktan sonra yıllarca. İşte anamın ikinci şarkısı “Aman doktor canım ciğerim doktor / Derdime bir çare…” oldu. Bunun öncülü mü yoksa ardılı mı tam anımsamıyorum üçüncü şarkının öyküsü.. Diyelim ki; sular duruldu. Yıllar geçti. Seksenlere geldiğimizde bile zaman zaman mırıldanıp yine gözlerimizi yaşarttık anıların gücüyle. Ve biz yine filmi geriye saralım…

Tombul Gelin

Tütünler kırılmaya, dizilmeye başlayınca uzak tarlalara gidip gelmek yerine çardak kurup konakladığımız günler de oluyordu. Anneannemin “Uzun Tarla“sına tütün diktiğimiz yıldı. Tütünler dikilirken “can suyu” için iki yüz litrelik metal variller olurdu. Bu dönem geçince bu variller ters çevrilip çardağın yakınında bir yerde dururdu. Sıcak bir yaz günüydü. Yardımcı olarak bir işçi, genç bir oğlan vardı. Hani şimdilerde “kahve molası” deniyor ya, işte öyle ara dinlenme anında bu varile elle vurup ritm tutarak “Öyle mi derler tombul gelin / Böyle mi derler / O beyaz gerdana da yavrum yayla mı derler...” şarkısını söyleyip annem oynadı. Ben müzevir, ben yaramaz, ben şımarık çocuk bunu babama anlattım. Babam anama çok kızdı. Anama vurdu mu ? Hayır. Ama kızgınlığı anamı çok üzdü; beni de… Böyle pişmanlıklarım çok oldu. Neden yaptığımı açıklamam zor. Çok kullandığım bir açıklamaya sığınayım: “Bilinç altı davranır; daha sonra bilinç ona bir kılıf uydurmaya çalışır”. Böyle diyerek kendimi affedebiliyor muyum ? Hayır. Kimse mükemmel değil ki… Bahaneye gerek yok. Anamı üzdüm. “Çocuktum ufacıktım / Top oynadım acıktım” demek de yetmiyor kendimi seksene az kala teselli etmeye…Videoma zamanın ünlü sesi olan Hamiyet Yüceses‘in sesiyle bu şarkıyı özellikle ekledim.

Bu kadar yetsin. Üçüncü slayttaki “Kamalı Sabri“nin yularını tuttuğu atın üstündeki çocuğun anılarıyla bu seriyi sürdüreceğim.

Sağlık ve esenlik içinde ENKİNİ Serisini tamamlayabilmek umuduyla yolunuzun açık ve aydınlık olmasını diliyorum ve anılarınızın değerini ve dünden bugünle yarınlara uzanan mesajlarınızı sonraki nesillere iletmenizi diliyorum. Bunu dilerken “Fahrenheit 451” in ana fikrini düşüneceğinizi umuyorum (https://tr.wikipedia.org/wiki/Fahrenheit_451) .

Öykücü