“…Gün Işığındaki İblisler > Öfkeli Korku > “6vs(5+1)”; Korkunun Maskesi; İnandırıcı İnkar; Kontrol edemediğimiz tercihlerimizin yükünü taşıyoruz ( Baptiste S2B2);… İnsanları gerçekten tanımak istiyorsanız, tek yapmanız gereken onlara bakmaktır (Mucize; 08.02.23);… Eylemle sınanmadıkça fikirler meyve vermez; Tanrılar bizi rüyalarımızda bulur;… Kendini kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın, önce küle dönmezsen yeniden nasıl doğasın ki…(Nietzsche > Baptiste S2B4);… Mahkemelerin konusu gerçekler değildir, kimin en iyi hikayeyi anlattığıdır;… Yaşamak bir nimetse, ölümün çağrısı ne zaman olursa olsun erkendir (Apple Tree Yard B1)…”
Utanıyorum; Kepçe olmak isteyen Levent (@huzurum kalbimde)> Sormaz mı bir insan; sormayayım mı ?
Merhaba
Yazımın girişinde görüldüğü gibi aklım ve ruhum karmakarışık. Gözümden akan yaşlar yüreğime öfke biriktiriyor. Prof.Şirin‘in kitabı elimde, “Ya Adalet Ya Sefalet” ikileminde düşünürken Antep’ten Adana’ya uzanan depremin yarattığı “Felaket” ile yiten canları, çaresizliği yaşayan ve umutlarını korumak için öfkeyi haykıramayan gözleri gördükçe elim ayağım titremeye başlıyor. Bir süredir düz yolda düz yürüyemeyen ayaklarım, sıfıra yaklaşan ayazda deniz kenarında yürümeye çalışırken birbirine dolanıyor. Sistem disiplinini yitirmiş, insanlıktan nasibini almamış, nursuzların yüzünde eksilmeyen sahte soytarı gülümsemesi ile yıkıntılar arasında poz vermekten başka bir özelliği olmayan ömerli bitkiseli görmek ruhumu daha çok incittiği için televizyondan kaçıp yollara düşüyorum. Ne ustasıyla birlikte pentagon beşlisinden ses ve görüntü var, ne de onların uşağı sünepe erk sahibi olması gereken başı çuvallanmışdan bir inisiyatif. Tam bir başıbozukluk. Küstürdüğümüz ülkeler yardım ekipleri gönderirken Temel’in feryadını kimse duymuyor. Temel ışıkları yakıp ayağa fırlıyor üçüncü kez ve “Organize olalım arkadaşlar” diye feryat ediyor. Bunu orgazm olarak mı anlıyor uzunçalar sağır sultan ve günler gecelere kahırla kavuşuyor…
Gönül Dostluğu
Nedir ? Nasıldır ? Nasıl oluşur ? Oluştuğunu nasıl anlarsın ? Oluşursa neler olur ? “Köprü Kurmak” ya da kurduğunu bilmeden “Kilit Taşını” boşluğa koymak nasıl bir duygudur ?
Ekim 2022 nin ortalarında uzunca bir süre pandemi izolasyonundan kurtulmak için Mardin odaklı bir tura katıldık. Amacımız Mardin’di ama yokuşuna çıkamayan protezli dizlerimiz nedeniyle aynı güzergahta iki defa minibüse binmiştik. Öyle Mardin minibüsleri vardı ki ücreti kredi kartı ile ödersen peşin paradan daha ucuzdu. İlginç ! Mardin’i yeterince gezemedik ama Diyarbakır’da başlayan ve sevgili MI’ın inançlı anlatımlarıyla ruhumuza işleyen “Degbeş“lerden, “On Gözlü Köprü“den etrafındaki dumanlı dağları görmesek de Şanlıurfalı Harran ve Göbeklitepe üzerinden Gaziantep’te son bulan üç günde üç ömürlük dostluk köprüsü oluştu. Nasıl oluştuğunu anlamadım; anlamaya da çalışmadım. Birbirini tanımayan yirmi kişi rehberimiz MI’ın sıcaklığı ile dost oldular. Her nekadar “bana tekrar çiğ köfte koyma” mealindeki sözleriyle özdeşleşmiş gibi görünse de ikide bir çiğ köfteciyi anımsattığı için özellikle gençlerin tekrar Mardin’de buluşma hevesiyle “KOMAGENE” isimli WhatsApp grubunun içtenliğinde sürdü köprü kurmanın bereketi. Üç gün öncesine kadar, hatta pazar günü Çeşme’de torunum Eren’in Sabancı’dan mezuniyetini kutlarken mutluluk ve sevinç baskındı. Bugünse hüzün ve acı ortaklığına uzanıyor kurduğumuz köprünün üstünden ve altından geçen mesajlar. Çoklukla yazılı ve ara sıra Nezuş’un tercihi gibi sözlü paylaşımlarla avunuyoruz.
Depremlerin biriktirdikleri
Yedek subaylık kur’amı Erzurum olarak çekip Mart 1999 da Arı Otel’in en üst katında büyükçe bir odada yer yataklarında altı kişiydik. Ben, Yıldırım ve Mersinli (şimdi emekli Profesör ki hep böyle oluyor yazmaya başlarken adı aklımda ve tam yeri gelince unutuyorum > ve yayımladıktan sonra yazımı okurken hatırladım Prof.Dr.Önder Tuzcu) meslektaşım şimdi hatırlayabildiklerim. O kadar çok deprem olurdu ki hemen hiç bir akşam sabaha kadar yataklarımızda tam uyumadık yaklaşık bir ay. Sallanınca yola fırlardık; her ne işe yarayacaksa. Daha sonra Tümen Misafirhanesi’nde şimdi Antepli ( orijinali Adıyaman-Besnili) Aydınçelebi ile aynı odayı paylaştım iki ay. Sonrasında da Gazeteciler Sitesi ve Paşalar Lojmanlarında ailemle birlikte Eylül 1970 e kadar geçti Erzurum’daki on sekiz ayım. En çok korktuğum anlar da nöbette kaldığım geceler taburun binası altında kalmaktı deprem olunca…
Askerlik öncesinde de deprem korkuları içinde yaşadım. Ebeveynlerimden gelen korku “çaresizlikle” örülmüştü. Erzincan depremi, Gediz depremi, Varto depremi ve yakınımda olduğu için Fethiye depremi askerlik sonrası Enstitü seyahatlerim sırasında da özellikle Fethiye’deki her konaklamada gecelerimi hep uykusuz kıldı. Konak saat kulesinin tepesinin yıkıldığı yetmişli yılların öğle üzeri saatlerindeki yaşanan deprem sarsıntısı sırasında Bornova Hükümet binasının merdivenlerini çıkıyordum Mal Müdürüne harcırah beyannamemi imzalatmak için. Ben merdivenleri tırmanırken içerdekiler aşağıya doğru, dışarı kaçıyorlardı. Depremi öğrenince hemen eve gitmiştim; Bornova’dan Tepecik’e… Nasıl gittim, hatırlamıyorum. Biz iyiydik. Beşyüz metre ilerideki babamların Zeytinlik’teki evine gittiğimizde babam çatıya çıkmış yıkılan bacasını onarmaya çalışıyordu. Yaş ilerledikçe korkuların kalıcı etkisi daha az ve daha kısa sürüyor olmalıydı (ve şimdi aynı korku duyarlılığı azalışını ben de hissediyorum).
Şiddeti altıya kadar olan pekçok depremde kısa süreli huzursuzluk yaşamanın ötesinde yataktan kalkmayı bile gerek duymadık çoklukla. Son İzmir depreminde pandemi nedeniyle Çeşme’deydik ve ailemden ciddi bir deprem hasarı gören yoktu. Sadece yeğenim sevgili Melek ve kızı Simge’nin bugün evleri yok sayılır o depremde ağır hasarlı olduğu için yıkılan ve yıkılmak üzere olan. Yeni evlerine kavuşabilmek için ciddi bir mali sıkıntı içinde olmalarına karşın çok şükür ki can kaybı yaşamadı Altındiş Ailesi dostlarımız. Ve iki gün önce Diyarbakır-Adana hattında, Kahramanmaraş ve Malatya odağındaki depremde yazımın başında yazmadan duramadığım gibi sistem hataları, beceriksiz (liyakatsız diyorlar), ehil olmayan, akraba kayırmalarıyla sadece para cukkalama makamı birden fazla yerden maaş almak için atanan ahmaklara bakınca kahroluyorum. Nerden, izlediğim hangi diziden aklıma takıldıysa “gün ışığındaki iblisler” sözcüğü gelip bu düşüncemdeki ahmakların üstüne yapışıp kalıyor.
Sınıf arkadaşlarımızı (EZM68) rahmetli Lâtif’in 1993 de 25 nci yılımızda toplamasından tam 20 sene sonra Mayıs 2013 de Antalya’da toplamıştım. Özlem dolu beraberliğin tadı damağında kalan dostlar hemen ertesi yıl da Gaziantepli “Tatlıgil Ailesi (Baba Ökkaş ve kızı Tuğba)” nin çağrısı ile Gaziantep’te buluşmuşlardı. Bize (Copcu ve Kutay Ailesi) nasip olmadı Nezuş’un birden, bir gecede gelişen ciddi ITP (*) hastalığı nedeniyle. Daha sonra 2017 ve 2018 de Kuşadası’nda toplandık. Bu yıl da Konak Buluşması ile 55nci yılın ön toplantısı olarak bir araya gelip de nerde, ne zaman toplansak derken bugün yaşadığımız depremin acıları içinde bulduk kendimizi.
Başta Ökkaş, Mehmet, Metin ve Sezer olmak üzere güneydoğulu sınıf arkadaşlarımın sağ ve salim olduğunu bilmek içimizi az da olsa rahatlatıyor ve genç rehberimiz MI ile duygusal desteklerimiz karşılıklı ve yandaş katkılarıyla sürüyor. Birkaç örnek vermek istiyorum:
Tam deprem olurken genç dostumuz MI, Diyarbakır’dan Van’a doğru yola çıkmışken hemen geri dönüp annesi ile kızını alıp sonrasında Adana’ya doğru yola çıkıyor. Nur Dağı’nda tıkanan trafik ile bu yolculuk iki gün mü sürüyor bilmiyorum. Ancak yol boyunca yazılı ve sözlü WhatsApp görüşmelerimiz sürüyor. Ben de o sırada “damdan düşenin halini damdan düşen anlar” diye önceki depremleri bizzat yaşamış olan EO (İzmir 2020) ve HS (Yalova 1999) isimli arkadaşlarımla MI arasında “köprü kurmaya” çalıştım. Ve işte gelişmeler:
> Sevgili MI
Sesli mesajında sesini ruhumda hissederek iki kere dinledim. Birbirini tanımayan yirmi kişilik bir grubun üç günlük beraberliğinde gelişen sevgi bağını sesindeki metanette, Adana’ya doğru yola çıkan genç bir annenin cesaretinde ekstra duygu yükleriyle etkilendim.
Sınıf arkadaşlarımı ellinci mezuniyet yılımızda (2018) Kuşadası’nda bir otelde topladığım; HS isimli meslektaşım “elli yıl size öğretti_ bize öykünü anlat” ana mesajını anılarıyla paylaştığında 1999 depreminde Yalova’da deprem yıkıntıları altında geçirdiği saatlerden (günler) sonra kurtulunca hayata bakışındaki hoşgörüye hayran kalmıştım. İki söz beni çok düşündürür
1.Yaşıyorsan bitmemiştir.
2.Yaşadığınız her gün hak ettiğinizin bir fazlasıdır.
Bir gün yolun İzmir’e düşerse ben ve eşim seni tekrar sağlık ve esenlikle görmekten, seni ağırlamaktan mutluluk, duyarız; memnun oluruz. Allah’a emanet ol. Yolun açık ve aydınlık olsun. Selam ve sevgilerimizle. Mustafa ve Nezahat
Ve işte kurduğum köprüden geçen ilk mesaj (EO/2020):
“…Büyük felaket, çok üzüldük ve sarsıldık. Ülkemizin bu felaketin altından kalkmasının, az veya çok yaralarını sarmasının bu bozuk, borç sarmalında olan ekonomik düzeyimizde zor olacağını düşünüyorum. Gönderilen yardım maddeleriyle, 20’şer liralık desteklerle zor.. Karamsarım. Artık hükümetin şatafatlı, itibarlı yatırımlardan, Kanal İstanbuldan , 1000 lerce konut yapıp emeklilere dağıtma planından vazgeçmesi gerekecek. Belki de IMF desteği istenecek. Bu durum AKP nin seçime asılmasını bile etkileyebilir. Kısaca çok sıkıntılı bir döneme giriyoruz. Bakalım bu durum seçim vaatlerini nasıl etkileyecek…Sabah saatlerinde başlayan baş ağrımdan ancak kurtuldum. 2020 depreminde ağır hasar gören binadan elinde kalp ilaçları ve pijamayla kaçan biri olarak ben çok etkilendim. Düşüncelerim karamsar olabilir ama bekleyip göreceğiz, ülke nasıl onarılacak…Allah korusun, başka felaketler bizi yoklamasın inşallah…”
Ve Ağustos 1999 dan (HS)
“…Maalesef ülkemiz çok kırılgan bir deprem kuşağında… belli aralıklarla yıkıcı yakıcı depremler yaşıyoruz… Ancak depreme karşı alınacak önlemler herzaman gözardı ediliyor…Zira deprem önlemleri alt yapısal yatırımlardırve uzun dönem için planlanmalıdır… oysa siyasal iktidarlar sadece bugünü yada bu seçimi düşünerek plan yaparlar.. depremde en büyük sorunlardan biri koordinasyonsuzluktur… kimin nerede neyi nasıl neyle yapacağı planlanmamıştır.. Şimdi deprem bölgelerine yardım yağacaktır… ancak bunların önemli bir bölümü ihtiyacı olmayanlara gidecek bit kısmı israf olacaktır..1999 depreminde memleketine tlf edip ‘atla gel burda herşey bedava’ diyenleri duyduk… 60 yaşındaki adamın elinde sonra satarım diye aldığı kolilerce çocuk bezi bulunduğunu gördük… acılarıyla kavrulan insanların para ve eşyalarını alanları gördük… acıyla evini arsasını satmak isteyenlerin elinden bunları yok pahasına toplayanları gördük… daha neler neler… eminim bazı aç gözlü, görgüsüz insanlık noksanları bunların çok daha fazlasını yapacaktır… bir de yaşamın zor olduğu bölgede göçmenlerin de çok olduğunu düşününce yerli halkın durumu anlatılmaz acı ve zorluk olacak…”
ve Adana’ya doğru giderken Nur Dağında tıkanan sevgili MI dan gelen kısa yanıt: “…Ve tüm bu paylaşımlarınızı okuduktan sonra, derin bir iç sızısı ile, derin bakışlar ve yutkunmak, ve sözsüz kelimeler, daha ne denilebilir ki…”
Bu arada esas yapmam gereken sesli mesajını tek tek dinleyip yazmak olmalı kurulan köprünün üstündeki diyalogun gelişmesini anlayabilmek için (yazıyı yayımladıktan sonra olabilir).
Ve bir adım daha ilerleyip doğrudan iletişime kapı açmak istiyorum:
“…Merhaba. Nur dağını aşıp Adana’ya vardın mı ? Daha önce bir mesajını paylaştığım sınıf arkadaşım Hulusi sana bir mesaj yazıp bana göndermiş; çünkü seni ismen biliyor ben anlattım diye ama senin telefonun Hulusi’de yok. Şimdi sana Hulusi’nin mesajını ve telefon numarasını gönderiyorum.
İkinizin aynı frekansta buluşacağınıza inanıyorum. Hulusi talebeyken de sesindeki munis yapı, yüzünden eksilmeyen gülümseme ile hep olumluydu. Peki ya Yalova sonrası… Mesajda göreceksin. Selam ve sevgilerimizle…”
Sanki benim gibi üç günlük beraeberlikte bulunmuş gibi Hulusi bana gönderdiği mesajla sevgili MI’a yazıyor:
“…Sevgili M….Seni tanımıyorum. Aslında tanıyorum. Değerli bir dostum sayesinde tanıdım seni…Umutsuzlukta umut yaratan, acılara direnebilen ,yaşamayı bir görev ve bir sanat olarak görebilen ruhundan tanıyorum seni… ben mi kimim? Yalova depreminde hiç bitmeyecek gibi olan, çaresizliğin tüm duygularımızı esir aldığı o sarsıntı durulur gibi olduktan sonra … yatakta eşime sordum bir yerinde bişey varmı diye… yok dedi.. o zaman ‘biz bağışlandık, yapacak çok işimiz var’ dedim… 4. kattaki evimizden eşimi, çarşafları uç uca bağlayarak yaptığım iple yere indirdim… gün ağarınca felaketi gördük .. herkes can derdindeydi… o güne kadar yalova ve deprem kelimelerini yan yana görmemiştik bile.. meğer ne göreceklerimiz varmış… sonraki yıllarda yeniden bir yaşam kurduk kendimize.. depremzede olarak o kelimenin ardına sığınmadık … birçok önemsize ne çok önem verdiğimizi gördük.. insanların aç gözlülüğünü hırsını bencilliğini cahilliğini.. yapacaklarımızın belki çoğunu yaptık… iki kızımızı evlendirdik şimdi iki kız torunumuz var… yaşam denizdeki balık gibidir.. sen asılırsan gelir.. ödülü de büyük balıktır.. o na yaşam denir mutluluk denir. Ellerini yaşamı kendine çekmekten yorulma başın hep dik ellerin ve kalnin vermeye ve almaya hep açık olsun güzel kadın…Yolun açık olsun.. Belli mi olur bir gün kapıyı açtığımda onları yazan senmiydin dersin belki…”
Ve gece yarısına ulaşmaya çabalarken zaman MI’ın kısa mesajı niyetin safiyetini özetliyor: “Yaşam bir zanaattır, yaşamak ise sanat insan ile birlikte”, özde buluşur işte ruhen birbirini tanıyıp, gününde biraraya denk gelmek üzere… ‘insan’… Duygulandım, hissettim, sarıldım… Köprü diyorum zor iştir, mütevazi kimliğinizde bunu o derin gözlerinizde ve sakinlikle ne de güzel işliyorsunuz…”
“Yaşıyorsan bitmemiştir” dedim ya…
Ağustos 1999 da İsviçre’de Dr.Maag’dan CINOS’a katılan ikinci deneme ve uygulama çiftliğinde Dr.Sechser’in moderatörlüğündeki IRM (Insectice Resistance Management) Toplantısındaydım. Çiftlik arazisine kurulmuş Cenevre’den yaklaşık yirmi kilometre ötedeki otelin bahçesinde ufka dalıp gidiyordum ya da çevre köylere kadar uzanan kırsalda uzun süreli yürüyüşler yapıyordum. Bir yıla kalmadan by-pass olacağımın öncülü sinyallerim yoktu ya da önemsemiyor, fark etmiyordum. Akşam yemekleri çevre köylerdeki mükemmel butik restoranlarda yeniyor; öğrenilenlerin uygulamalarını izlemek için yüksekçe bir tepeden bağları inceliyor ve hangi bağın hangi ziratçının envanterinde olup tüm verilerle yapılan değerlendirmelere tanıklık ediyordum. Her biri birbirinden leziz ve fakat adı sanı olmayan şarapların eşliğinde et ya da peynir fondüyü bu kez, 1986 a oranla seviyordum. Ne zamana kadar ? “IRM Öğrenme Yolculuğunun” üçüncü gününde Marmara Depreminin acısı beni gurbet elde çaresiz yakaladı. Uzunca bir süre İzmir’le ailemle bile görüşememiştim. Dr.Sechser ve ekibi beni teselli etmek ve Türkiye ile iletişimimi sağlamak için ellerinden gelen desteği eksik etmiyorlardı. Resmi rakamlara göre bugün Güneydoğu’da yaşanan depremdeki can kaybı Marmara depreminden çok fazla, yirmibeş bin gibi ve daha da artması bekleniyor. Marmara depreminden iki ay önce Sapanca Otelinde tütün pazarının öncüleriyle yemekli- yatılı bir toplantı yapmış ve yeni bir ilacın lansmanı için keyifli saatler geçirmiştik. O otel depremde Sapanca gölüne battı, eser kalmadı. Deprem iki ay önce olsaydı bugün yaşıyor olmayacaktık. Yaşıyorsan bitmemiştir. Aynı depremde Yalova’daki Termal Otel de yerle yeksan oldu. O otelde de SSTC Öğrenme Yolculuğunu gerçekleştirmiştik sevgili Alev (EZM68AK)’in liderliğinde. Yiyecek ekmeğimiz, alacak nefesimiz varmış. Bugün varız, yarın yoğuz ve yaşıyorsan bitmemiştir.
İblis, zombi, mutant ya da her nasıl tanımlanırsa tanımlansın nursuz, arsız, hırsız ve hain bunaklarla kararan yüreğim bu diyalogla teselli buluyor; duaların gücüne sarılıyorum. Yazıma paylaşılan iki videoyu ekleyeceğim ki unutulmasın.
Sağlık ve esenlik dileklerimle.
Öykücü
(*) ITP: İdiopatik Trombosis Purpurea (Tanımlanamayan Kanamalar)