Yaşam Büfesinde “Bre.Kurban”

“…Şair Haşmet, Osmanlı döneminde kurbanlık almak için Beyazıt Meydanında dolaşırken Şair Fitnat Hanıma rastlar. “Maşallah hanımefendi” der Haşmet, “Nasılsınız, ne yapıyorsunuz ?” Fitnat hanım “Bir kurbanlık almaya çıktım efendim” der. Haşmet “Kabul buyurursanız” der hafifçe eğilerek, “Bendeniz size kurban olayım”. Fitnat hanım “Kusura bakmayın bu bayram boynuzsuz koç kurban etmek istiyorum” der (*)…”

Soma (1945-58)’dan Zeytinlik-Tepecik (1958-87) yoluyla Karşıyaka ve Çeşme’ye (1986-2024) uzanan yıllarda pre’siyle post’uyla az çekmedim “bre.kurban”lardan (Basiretim bağlandı ve bayram sabahı geleneksel bayram sofrası yemeği sırasında video çekmeyi unuttum “Bre.Kurban2024 Telaşıyla”

Merhaba

Yirmi beş yıl sonra ilk defa evimizin bahçesinde yine bir kurban kesmek vacip oldu. Bunun öncül ve ardıllarını yaşanmışlıklarla öykülendirip yazmaya çalışacağım. Bu ara her nasıl olmuşsa WordPress’de yaşadığım bir sıkıntıyı tee Elazığ yollarından Işıkkent’e ulaşıp da sevgili Suat’la çözüme ulaştıran Netdirektli Kırgel’e salimen İzmir’e dönüşler dilerken İsveç yolları için hazırlık yapan Suat’a da ayrıca teşekkür ediyorum.

Fitnat hanım, Haşmet’e boynuzla takılırken rahmetli babam kurbanlık alırken önce kuzunun yüzüne bakar ve yüzünde sevimlilik arardı. Sonra da sırtını okşar, kemik ve et durumunu değerlendirip kuyruğunun büyük olmasını isterdi. Çünkü henüz Kıvırcık ile tanışmamıştık Soma’da. Kurbanlıklar Dağlıç veya Karaman türü olurdu ki kuyrukları tıpkı hamur işleriyle beslenmiş Anadolu kadınlarımızın geniş kalçaları gibi heybetiyle babamı cezbederdi.

Haşmet’in boynuzları (!), babamın aradığı sevimlilik bir yana Soma’dan pek bir anı yok kurban ve bayramıyla ilgili yaşanmışlıklarımda; daha çok Zeytinlik 1171 sokakta başlıyor çilem. Her Kurban Bayramı bayram olmaktan çıkıp eziyete dönerdi benim için. Taşra (Soma) daki yaşam koşullarına beş benzemezliği bir yana şehrin daha sıkı disiplini vardı ellili yıllarda bile. Buna rağmen “inadım inat, kı*ım iki kanat” der gibi rahmetli babam bayramdan en az bir hafta önce alırdı kurbanlık kuzularını (kendisi ve rahmetli annem için iki tane). Anılarımı ve çektiğim eziyetleri “pre.kurban, bre.bayram ve post.kurban” olarak gruplamaya çalışacağım.

  1. Pre.Kurban

Önce elimde yular kurban pazarlarını dolaşırım babamın peşisıra. Ellili yıllarda (ortaokul öğrencisi), altmışlı yıllarda (platonik aşkını yaşayan ve ergenliğin etkisiyle isyanları oynayan lise öğrencisi, evlenmiş bir adam ve hatta baba olmuş üniversite öğrencisi Mustafa olarak) ve yetmişli yıllarda (askerden dönmüş Enstitüde devlet memuru olmuş mühendis olarak) babamın ardında kurban pazarlarını dolaşmak bir dereceye kadar pek fazla sorun değildi; canım hiç istemese de… Esas sıkıntı kuzu alındıktan sonra başlıyordu. İki kuzu ve babamla ben, çeksen gelmiyorlar, itsen gitmiyorlar. Babam da bir kamyonete taşıma parası vermez ki… Bir fotoğraf anımsıyorum ve altındaki kısa yazı da şöyle “Amcanın niyeti kötü değil !”. Görüntüye gelince; kuzu gitmekte direnince amca kuzunun arkasına geçmiş, arka ayaklarını havaya kaldırıp iki eliyle tutmuş ve bütün vücudunu kuzuya dayayıp itmeye çalışıyor; sanırsınız ki tecavüz ediyor. Gitmiyor kuzu işte sen ne yaparsan yap. Halbuki daha sonra satış-pazarlama tekniklerinde öğreneceğiz ki “ya itersin (push)” ya da “çekersin (pull” veya daha doğrusu hem itersin- hem çekersin; çünkü babamla ben iki kişiyiz ve organize olup itme ve çekme gücünü kullanırız. Kullanıyoruz; kullandık. Ne çare ki kuzu santim oynamıyor. Esas etken sürüsünden ayrılmak istemiyor. Sonuç olarak şöyle veya böyle, kan, ter içinde kalsam da kuzu mutlaka eve gelir ki bugün yazarken bile çektiğim sıkıntıların anı etkisiyle yüreğim kabarıyor. Zeytinlikteki evde kuzuyu evde bir hafta misafir etmek pek sıkıntılı değildi. Sadece gecenin bir vakti sesi duyulmazsa kuzunun çaldılar mı acep diye çıkıp bakmak gerekirdi evin dışındaki alçak duvarlı, üstü açık ve küçük beton zeminli sözde bahçemsi yere. Ne zaman ki Zeytinlik’ten Tepecik 1159 sokaktaki eve taşındık işte esas zulüm o zaman başladı. Kuzular bir hafta evin bodrumunda bayramı bekleyecekler. Dört basamakla inilen bodrumun tavan yüksekliği bir metreden az. Doksan derece bükülerek girebilirsin ve ya kafanı vurursun ya da kuzunun boynuzunu yersin veya ikisini de becerirsin. Mevsim yazsa kuzuyu bir hafta beslemek pek sorun olmaz. Kavun karpuz kabuklarını mahalledeki yemciden alınan kepekle karıştırıp verirsin. Mevsim kışsa yazın yenilen kavun-karpuz kabuklarını güneşte kurutup kışın kurbana kuru yem olarak verirsin. Yeter mi ? Kış ya da yaz fark etmez, hemen her gün kuzuları bodrumdan çıkarıp mahallede gezdirirsin. Çünkü enginar bahçesiyken yeni imara açılmış olan evimizin yakınlarındaki boş alanlarda hâlâ kuzuların otlayacağı yabani otlar vardır. Bodrumdan çıkış derttir; giriş de. Şehirde kuzu çobanı olmak öyle kolay değildir. Çoklukla da rahmetli annem yardımcı olurdu kuzuları otlatmada. Bazen rahmetli arkadaşım Lâtif (EZM68Prof.Dr.LÇ) lerin evlerinin yanındaki askeriyeye ya da Ethem Ağa’nın bahçesinin sınırlarına götürürsün kuzuları. Çekilecek eziyet olmasa da (hele bir de talebeyken evlenmiş olarak, bir lokmasını bizimle paylaşan) ebeveynlerimize duyduğumuz minnetin gereği olarak kabullendiğimizdir bu bayram eziyeti. Evimizde kurban kesmenin pek fazla sıkıntısı olmaz; evimizin arka bahçesi ağaçlarıyla suyuyla amaca uygundur; yeterlidir. Ancak bodrumu yıkayamazsın; suyun gidecek, tahliye deliği yoktur. Bu konuya “post.kurban” bölümünde devam edeceğim. Bu kurban öncülleri (pre.kurban) bölümündeki en önemli konulardan birisi de “kasap” tır ki bereket işin bu önemli bölümünde bana görev düşmedi bu bayrama kadar. Belki de rahmetli babam benim kasap bulacağıma inanmadığından ya da bulsam bile kasap üzerinde etkili olup da bayram namazından hemen sonra ilk kesim olarak kasabın bize gelmesine ikna edeceğime inanmıyordu. Laf aramızda haksız da sayılmazdı babam eğer böyle düşünüyor idiyse. Babam her zaman en usta kasabı bulurdu ve kasap geç kalmadan öncelikle bizim kurbanlarımızı keserdi. Bugün bunu sağlamak için ben sadece vereceğim (daha fazla) parayla ikna gücüne inanıyorum ki babamın hiç bir zaman fazla para verdiğini görmedim; hatta bila bedel (meccanen), Allah rızası için kurban kestiklerine inanırdım. Yine de ara sıra seçilmiş kasapla “aman gelsin ha !” benzeri bir etki için kasapla diyaloga girmişliğim vardır zaman zaman.. Şimdi gelelim bayram sabahına

2.Bre.Kurban

Bu yılın Ramazan Bayramına kadar hiç bir bayram namazını caminin içinde kılmadım(k). Ya Tepecik’te İşçiler Caddesinde yere serilmiş gazete ve evden getirilmiş bir kilim üstünde ya da Çeşme’de Yalı Mahallesi Camiinin avlusunda kıldım bayram namazını. Çünkü namaz vaktine yakın evden çıkıp camiden ilk çıkanlardan olup eve erken dönmek amacımızdı. Şimdi olduğu gibi cep telefonları yokki ellili, altmışlı, yetmişli ve seksenli yıllarda; o nedenle kısa aralıklarla kasabın evine gidip “hadi gel gari amca” demek düşerdi bana bazen. O sırada kesim yapılacak yer (çukur kazmak) hazırlanır; kap kaçak derlenirdi. Bir yanda mangal yakma telaşı başlar; bir yanda da kavurma yapmak için ayaklı yuvarlak tahta (ki anılarımda daha çok hasat sonrası buğday ayıklayıp, yarışta ellerim titreyince “ben kendim mi yapıyorum kızzzz !” diye isyan ettiğime tanık olan yer masası / sofrası (!) ve aynı zamanda yufka açmak veya yere oturup da yemek yerken kullandığımız) sofra örtüsü üstüne kurulup bıçaklar sıralanırdı. Kuzunun ayaklarını bağlamak ve kesim sonrası derisini yüzmek için asma ipi ile gözünü bağlamak için tülbent ve de birkaç büyük nylon torba ile kesim eziyeti başlardı. Rahmetli babam kasabın gelişindeki kısa da olsa gecikmelere fazlaca kızardı ki Nezuş de bu yönde babama çekmiş. Bu yıl da beni sabahın köründe ağıla gönderdi; biraz sonra yazacağım. Ve nihayet kasap gelir ve kesim başlar. Bu aşamaya ait son bir anımı 1999 yılı Çeşme’de evimizde kestiğimiz son kurbanlara aittir ki onu da öykülendireceğim.

Kasaptan genel olarak boynu ayırıp kalan kuzuyu dörde bölmesi istenir. Özellikle tembih edilir, uyarılır: “Aman ha usta, sakın sağ kolu delmeden kes …!”. Çünkü kuzunun bu bir çeyreklik ön kol (arka kol yok zaten arkadakilere ayak deniyor) ile yaklaşık bir ay içinde herkese uyan bir günde “Sura ” denilen geleneksel yemek yapılacaktır. Bu “Sura”yı da hiçbir zaman sevemedim. Çünkü hemen her seferinde bir aksilik yaşanır ve bu özellikli ve emek yoğun yemeğe ait ritüelin mutlaka bir biçimde keyfi kaçar. Kurbana ait hiçbir sakatat atılmaz. Kelle ve ayaklar soyulur; bir kenara konur. Bana da bir sepetin içinde işkembeyi taşımak ve uygun bir arsanın bir köşesinde işkembeyi boşaltmak düşer. İşte en sevmediğim kısmıdır kurban kesim gününün. İşin pisliği ve kokusu bir yana nereye döksen oraya yakın bir komşu haklı olarak itiraz edip ağız dalaşına döner tartışma. Bereket o vakitler bir “Tartışma Kültürü” ya da “Tartışmada Süreç Yönetimi” vardı. Şimdilerde olduğu gibi hemen itiraz eden tabancasını çekip vurmazdı işkembe boşaltanı. Ağız dalaşından öteye geçmezdi ki ben onu bile yapabilecek yapıda değildim; sessizce “Haklısın amca; idare et bu seferlik !” gibi mülayim tavırlarla uzaklaşırdım. Eve gelince işkembenin temizlenmesi daha çok annemin görevi olurdu. ….. Yine de anlatımda “post.kurban”a geçtim. Sileyim bari; sildim. Unutmazsan bu konuyu da üçüncü bölümde anlatacağım. Şimdi yine kurban kesim gününe döneyim.

Kurban kimin adına kesiliyorsa (babamın kuzusu babam adına; anamın kuzusu anam adına) o kişi mangalda ızgara edilerek pişirilen sağ böbreği yiyerek (sözde) bayram günü tutulduğu varsayılan orucunu açmış olurdu. Ardından bir yanda kavurmalık etler kesilirken bir yandan da kömürü kor hale gelmiş olan mangalda kızaran et, ciğer yenirdi. Dağıtılacak etleri ayırma telaşı sürerken yaklaşık iki saat geçer ve kavurma yeme zamanı gelirdi. Kavurma üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek yenirdi. Kahvaltı sofrası hazırlanırdı. Çay, özel ekmekler, peynir, zeytin, zamanıysa domates (o vakitler sera ve kışın domates yeme lüksümüz yoktu en azında taşralı ya da Zeytinlikli olan biz Copcular için) ve kuru erikten hazırlanmış marmelat olurdu soframızda, kavurmanın yanında. Ve aynı günün öğleden sonrasında ya da ertesi günde başlardı bana “post.kurban” eziyeti… O sırada rahmetli annem kuzuların kuyruk yağlarını küçük parçalara keser ve büyükçe bir bakır tencerede (kazan veya kazancık) pişirir, eritir ve kavanazolara koyardı. Bu kuyruk yağlarını özellikle kış sabahları kızartılmış ekmeğe sürerek, tereyağ gibi yerdik taaa ki Nezuş evimizde baskın oluncaya kadar.

3.Post.Kurban

Kavurma yenir; duş alınır, bayramlık elbiseler giyilir ve el öpülürken kahveler içilirdi. Sonra hısım, akrabaya verilecek kurban etleri paketlenir ve 1977 yılına kadar troleybüse binilir ve Güzelyalı’ya kadar uzanan bayram ziyaretlerine çıkılırdı. Bu da ayrı bir eziyetti. Elde torbalar ve bazen kanları akarken, iki çocukla toplu taşıma araçlarında yola revan olmak zor işti. Önce Hatay veya Esentepe yolu (Nezuş’un annesi, ablaları, yeğenleri) sonra Güzelyalı’nda üç ev (üçü de rahmetli Saime Abla, Erol’un annesi Mürüvvet hanım, Coşkun beyin annesi).

Ve “post.kurban”ın ertesi yıla kadar süren bodrumdaki hayvan kokusu çilesi: Ağıldan farkı olmayan hayvan kokusu ertesi yıl kurban bayramına kadar aynen sürer. Haydi biz orta katta oturan kurban sahibi olarak buna katlandık da zemin ve üstümüzde oturan kiracılarımıza çektirdiğimiz koku çilesi çektirmek hak mı, reva mı ? Ev sahibi hükmü ve “yersen” etkisi her zaman, her yerde baskın. Hemen her seferinde bir aksiliğe kurban olan Sura Yemeği ritüelindeki keyifsizlik…

4.By-pass’tan önceki son kurban (1999)

Babamın 1987 yılında ölümünden sonraki on iki yılda Çeşme’deki evimizin bahçesinde babamın öğretilerine tümüyle uyarak biz de iki kurbanla (ben ve Nezuş adına) kurban kesmeyi sürdürdük. Sonra oğullarımız evlendi (1992 ve 1997) ve yine de ritüellerimiz sürdü. Her nasıl olduysa 1999 yılında evimize yakın ağılı olan Çoban Erol’dan dört kuzu aldık (Mustafa, Nezuş, Ümit ve Eray adına). Kuzuların sayısı fazlaydı ama heybetlerine bakınca aynen şöyle düşünmüştüm: “Babam bu kuzuları kurban olarak aldığımı görseyi herhalde beni döverdi”. Bayram arifesinde Erol kuzuları getirdi. Kapı (!) boşluğu uyduruktan bir tahta perde ile kapanan depoya koyduk kuzuları. Kasap zamanında geldi. Birinci kuzuyu (MC) kesip astık, ikinci kuzuyu (NC) keserken üçüncü kuzu depodan kaçtı. Bahçeden çıktı. Kuzu önde biz arkada, kasap yüzme telaşında kuzu yakalamaya çalıştık. Kuzu tepeye kaçtı, koşturdum yokuş yukarı; kuzu ters dönüp yola indi, koştum kan ter içinde ardından. Bu kovalamacaya oğullarım da katıldı. Biraz sonra gücümüz tükendi, mecal kalmadı. Kuzunun inadı bizi yendi. Vazgeçtik yakalamaktan. Dördüncüyü kestik (ÜC) ve kurban bayramı geleneklerimizi sürdürdük. İki gün sonra Çoban Erol kuzularını otlatırken bize uğradı ve “Mustafa abi senin kuzu ağıla geri döndü” dedi. Biz de kendisinden rica ettik ve bizden yirmi kilometre ötedeki Barbaros’taki Çocuk Köyü’ne götürüp kesmesini istedik. Sağolsun öyle yaptı. Her şey nasip meselesi. Ertesi yıl by-pass olunca bir yıl önceki kuzu kovalamacada ne büyük hata yaptığımı anladım. O tarihten sonra evimizde kurban kesmedik. Zaman zaman çocuklarımızın isteği ile satan çobanın ağılında kurban kesip etlerini alıp getirdiğimizi anımsıyorum. Ancak bu güne dek emeklilere verilen bayram ikramiyelerini hiç bir zaman kullanmadık. Ben Lösev’e, Nezuş da Darüsşafaka’ya bağış yaptık. Allah kabul etsin.

5.Bre.Kurban 2024

“İkinci Zar” başlıklı yazımda açıkladığım gibi bir korku yaşadık kısa bir süre önce. Bunun etkisi de olsa gerek ki (biraz da Nezuş’un bu konuda her zaman hevesli oluşuyla) evimizde kurban kesmeyi istedik yirmi beş yıl sonra. Buna da Kerem/Zeynep öncülük ettiler. Yıllarca danaya girerek kurban inançlarını eyleme döken Keremgiller bu kez ek olarak bizim evde de bir kurban kesmeyi istediler (veya kabul ettiler). Ve işte güncel pre.siyle bre.siyle ve azıcık da post.uyla 2024 kurban öyküsü…

Kuzu aramak: Önceden Albayraklar kanalıyla tanıdığımız Alaçatılı çoban-kasap artık bu işi bırakmış. Sürüsünü otlatırken kapımızın önünde tanıdığımız Reisdereli Kenan’ı aradık ve kurbanlık hayvanı varmış ama bize ısrarla kısır koyununu satmaya çalıştı. Kabul etmedik. Ne zaman başımız sıkışsa başvurduğumuz Reisdereli Demirci Hüseyin’i aradık. Bize Çoban Rıza’nın telefonu verdi. Aradık ve Rıza ile akşam üzeri Reisdere’de buluşmaya karar verdik. Akşam üzeri buluşmak için telefon ettiğimde meğer Kenan’ı aramışım Rıza diye ve buluştuğumuzda kırk yıldır tanıdığımız komşumuz sayılır Çoban Hasan’ın ağılına gittik Kenan’la. Sürüden bir koç seçtik. Tam babamın seveceği tipte hem sevimli hem de boylu poslu. Pazarlık bile yapmaya gerek kalmadı. İstediği fiyatı kabul ettik. Koçu bize ayırdı Hasan. Ne kadar ısrar etsek de kapora almadı Hasan ve almayışını şöyle açıkladı “Canlı hayvan bu; ölür kalır sonra paranı sana nasıl geri öderim ?”. Bense bayram sabahına kadar Hasan veya oğlu Adem ya kuzuyu başkasına satmış olursa diye gereksiz kuruntuyu yaşadım. Her neyse kuzu işi tamam. Şimdi kasap bulma telaşı başladı. Kim kesecek kuzuyu ? Hasan kesemez. Hasan’ın ağılında kesilemez (pis ve akarsu yok). Şimdi dert iki oldu: Kasap ve taşıyıcı. Arabama koymaya da kıyamam ki… Günlerce çıkmaz kokusu. Kenan keserim dese de önce sattığı onu aşkın kuzuyu kesecek sonra bizim kuzuyu ve öğleden sonrayı bulur. Babam öldü gitti ama etkisi kaldı yadigar. Nezuş babamdan titiz ve “İlle de kasap bayram namazından çıkınca ilk bizim kuzuyu kesecek”. İşte böyle bir kasap arıyor. Market işleten ve hele bayramda işi başından aşkın Nahit’ten istedi “Nahit keserim , kellesini ayırır bırakırım ötesini siz yaparsınız”. Öyle kolay mı ? Ümit yapar mı ? Bu sorunun yanıtı sadece “Hayır” olmadı, beraberinde belki Nahit insafa gelir diye eklenen bir cümle ile az kalsın bayram tadımız kaçacaktı. Bereket ki “CD Serisi”ndeki “D:Dörtbudak” ın “Hoşgörü” etkisi ağır bastı ve sıkıntı bir anı (ve belki de bir ders olarak: En iyi söz söylenmemiş olandır) olmaktan öteye geçmedi. Nahit kasabımız olamadı; normaldir, olamazdı da… Albayrak oğlu Türker bile çırpındı kasap bulmak için. Bulamadı. Ümit’in “Malçik’in Dünürü” olarak telefon kayıtlarına geçen Kasap Doğan kabul etti ama kuzuyu Hasan’ın ağılından alıp Doğan’ın ağılına götürmek gerek. Doğan’ın ağılı nerde ? Pervanelerin yanındaymış. Nezuş’la keşfe çıktık arife telaşı içinde. Dağ tepe aştık ve ağılı bulamadık. Alaçatılı ve Ada Balık’ın sahibi Fethi’den rica etti Nezuş ve Reisdereli Sado’yu aradılar arife günü Alaçatı Pazarından dönerken ve karşılarına Cemile’nin oğlu Ayhan çıktı. Ayhan kabul etti. Hem erken kesecek ve hem de kamyonetiyle Hasan’ın ağılından kuzuyu alıp kendi evine taşıyıp avlusunda kesecek. En iyi seçenek buydu. O sırada kapımızın önünde kışlayan Netdirek teknesini denize indirmeye gelen vinçe iş yaptırmaya çalışan Sefer Usta kurbanı kesmeye yatkın oldu ama söz de vermedi. Arifenin akşam üzerine doğru Kenan elinde bir telefonla geldi. Reisderenin emekli imamı Mustafa hoca kuzumuzu kesmeye razı olmuş. Sadece bizim kuzuyu kesecekmiş ve arabasıyla bize gelecekmiş. Telefon ettik; hocayla (kasap) anlaştık. Şimdi bütün mesele kuzuyu bayram sabahı Hasan’ın ağılından alıp bize getirecek aracı bulmak gerek. Birkaç gün önce öğleden sonra güneşine siper olsun diye sipariş verdiğimiz panjuru takmaya geldi dost Hüseyin ve oğlu Batuhan. Panjur montajı sürerken kurban konusu sohbet konusu yaptım ve Batuhan “Ben kuzuyu size getiririm Mustafa Amca” demez mi … İşte şimdi üçlü tamamlandı. Kuzu Çoban Hasan’da hazır, Kasap Mustafa Hoca bize gelecek ve Batuhan da kuzuyu getirmemize yardımcı olacak. Bundan iyisi Şam’da kayısı…

Bayram namazından çıkıp geldim. Saat daha sabahın sekizi olmadı. Nezuş sabırsız. Baskısına dayanamadım. Ağıla gittim. Hasan ve oğlu Adem’i ödeme yapıp kuzuyu almak için beklerken Batuhan’ı aradım. Kasap hoca Mustafa telefon etti. Namazdan çıkıp, alet edevatını alıp bizim eve gelmiş ama evi bulamamış. Nezuş’a telefon ettim ve yola çıkıp hocayı karşıladı. Biz gelinceye kadar hocayı ağırladı. Herşey yolunda gitti. Hasan ve oğlu geldi; Batuhan geldi. Kuzuyu getirdik. Hoca kasaplığını yaptı. Yüzdü; kellesini bile. Parçalama işine gelince “Hop hocam bu kadar yeter” desem de “Ben başladığım işi yarım bırakmam” diyerek fazlaca parçaladı ve bu sonuç da yeni “post.kurban” olarak güncel yerini aldı, Nezuş’un eleştirileriyle. Olacak o kadar ! Ben daha nice azarlar işittim sesli ya da sessiz imalarla “kurban”ın pre.sinde, bre.sinde ve post.unda… Bu nedenle kör satırın parçalarken yarattığı kemik kıymaları için söylenenler vız geldi, tırıs gitti. Ne var ki bugün kurbanın haftası ve bir başka konuda “kendimden kuşku duymaya başladım”. Bunu da sonraki yazılarımdan birinde “Terkeden Eşyalar” başlığı altında öykülendireceğim.

Sözün özü; anam, babamla yetmişli yıllardan, 1999 anısıyla, 2024 yılının kurbanına uzanan yaşanmışlıklarımda “Kurban Bayramı” pek bir bayram değildir benim için. Her şeye rağmen geleneklerimizi en azından “Kavurma Kültürü” ile sonraki kuşaklara aktarmak ya da küçük bir iz bırakmak adına bir vesile bayramlar ve hiç bir şey olmasa bile bir şey olmuştur diyerek bu yazımın bir izi kalacaktır yıllar sonrasına.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü


(*): Fitnat Mehveş Hanım (d. 27 Kasım 1842- ö. 1911), Osmanlı divan edebiyatının son dönemdeki önemli bir kadın şairidir. Çok sayıda gazeli bulunur. Edebiyatın yanı sıra hattatlıkta da ünlüdür.

Şair HaşmetHaşmet bin Abbas, (ö. 1768, Rodos), Osmanlı divan şairidir. Latifeleri, hicivleri ile tanınan bir şairdir. Devrin ünlü şairi ve devlet adamı Koca Ragıp Paşa‘nın himayesinde yetişmişti. Ragıp Paşa ve Fıtnat Hanım ile yakın dostluk kurdu. Şiirleri ile olduğu gibi bu üçlünün arasındaki günümüze kadar ulaşan şakalaşmalar ile de hatırlanır.