“… “Güzellikleri görme yeteneğini kaybetmeyenler, asla yaşlanmazlar” demiş Franz Kafka. Öncelikle bakıp da gören göz, duyup da dinleyen kulak ve diğer duyu organlarıyla, daha niceleriyle hepsini doğru yolda tutabilen vicdan gerekli…Böyle dediğimde Vicdan ve Müjgan’ın kaç numarada olduğunu soruyor “Ahbap Çavuş Avanesi Bugünün Saraylısı Dirty Dozen’lar…Öte yandan sahaftan aldığım iki kitabın sayfalarını rastgele çeviriyorum ve “Yaşlanmayan Yaşlılar”ın sonlarına doğru şu satırlara odaklandığımı görüyorum: Her insanda gizli kalmış, gelişmemiş güçler ve yetenekler vardır. Kendini bilen yaşlı insan bunları bulur, değerlendirir ve geliştirir. Böylece kendi varlığından kaynaklanan özellikler kazanarak (yaşam gölünün karşı kıyısı görünse de) kişiliğini belirgenleştirip güçlendirir. Tüm evrende olduğu gibi, insan kişiliğinde de karşıtlar ve çelişkiler vardır…”
Merhaba
Ocak ayının ikinci yarısında İzmir’de hava gerçek kış soğuklarını yaşatıyor. Böylesi gerekli aslında, istenmeyen “survival”lar için. Soğuk, gerçek soğuk olmalı ki “overwintering” dediğimiz kışı geçirmeyi zorlaştırsın ve bilgi, becerisi ya da tutumuyla kışı sağ salim geçirebilecekleri bize göstersin. Yazıma eklediğim filmin bir yerinde sözü edileceği gibi her zaman “kolaylaştırmak” pek doğru değil (hızlanırken de 3 hafta yerine 5 günlük hızın yaratacağı algılara dikkat etmek gerek). Azıcık zorluk olmalı ya da zorlaştırılmalı ki “Gerçek Potansiyeli” ya da “Gizli Potansiyel Güç” kendini göstersin. Böylece hem “farkı fark edebilelim” hem de herkes hak ettiğini bulsun. Tıpkı 1998/99 yılındaki Malatya kayısı bahçelerinde olduğu gibi zor koşullar oluşursa yerleşik ve yeni çözümler gerçek değerlerini gösterirler. Bunu yazımın sonlarına doğru açıklayacağım. İşte tam bu yerde Huancho Dauren’nin “Bilgenin Kanatlı Sözleri”nden bir cümleyi anımsadım: “Zorlukların orta yerinde mutlu olabiliyorsan eğer aklın gerçek potansiyelini görürsün”. Gerçekten görür müsün ? Görmek için zorlukların orta yerinde olmaya razı mısın ? Farkı görecek gözlerin var mı ? Sözcük “gözler” olunca S.Covey’in on öğretici filmden birinde geçen “Liderler yolun ötesini görür” sözündeki gözlerin var mı ?
Netgillerin ikinci kolu yedinci yılını doldururken yeni genel müdürünün yönetiminde kurumsallaşma sürecini hızlandırıyor. Her biri kendi uzmanlıklarıyla katkıda bulunan dört kurucu ortakla birlikte 2019 yılının sonuçlarını iki gün önce keyifle değerlendirdik. Gerçekten de interaktif bir toplantı oldu. İki bölümlü toplam iki saatte beklentilerin pek çoğu ortaya kondu, tartışıldı ve görüş birliğine varıldı. Gelecek yılın hedeflerinin ve uygulama koşullarının sunulup tartışıldığı ikinci bölümde değişimin üç ana bileşeni için görüşmeler bir sonraki toplantıya kaldı. Bunu da önümüzdeki hafta en yakın zamanda sonuçlandıracağız. Bu görüşmelerde “yönetici” olmanın iki zorlu koşulunun üstesinden gelirken tarafları mutlu edecek noktada buluşmak pek de kolay değil doğal olarak. Hep söylediğim “Yönetici vs Lider” arasındaki en temel fark için inancımı bir kez daha yazayım.
“Yönetici işleri doğru yapar; lider ise doğru işleri yapar (lider yönetici doğru işleri doğru yapar)”. Bunun anlamı yöneticinin elinde bir “işler listesi” vardır, bütçeler gibi. Liderin ise inisiyatif kullanma sınırları geniştir. Ara yönetici her zaman tampondur. Öyle zamanlar olur ki yönetici verdiği kararla, yaptığı eylemle ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilir. Yöneticinin elindeki araçlar ve uygulama alanı çoğu zaman sınırlıdır. Bu nedenle tekrar yazıyorum: “Yöneticilik engebeli yolda araba kullanmaya benzer; arabayı da yolu da seçemez”. Bu nedenle Netgillerin ikinci kolunda “Satış ve İş Geliştirme Direktörlüğü”nden “Genel Müdür”lüğe yükselen genç yöneticinin 2020 yılında işleri her zamankinden kolay olmayacaktır. Zorluklar ilk anda “tehdit” gibi görünse de yılın sonunda yaşanan bu zorlukların üstesinden gelme çabasıyla onu ustalık yolunda hızlandıran birer “fırsat” olduğunu anlayacaktır.
Park Yaşam’da toplantı için katılımcıları beklerken kitaplıktan bir kitap seçtim. Beyin ne ararsa onu buluyor. Onca kitap varken neden “7 Dahi Ceo (Jeffrey A.Krames)” kitabını seçtim ? Neden rastgele sayfaları çevirirken 119 ncu sayfadaki şu cümleye takıldım ve toplantının açılış konuşmasında bu cümleyi okudum ?
“…Bir şeyler değişti; büyük şeyler, önemli şeyler, ne olduğu tam olarak belli olmasa bile de bir şeyler değişti…”
Hayret bişe ! Ben bu sözleri Ali İhsan’ın seçimin acısı içinde yüreğinden (!) çıkan orijinal kendi sözleri sanmıştım. Yanılmışım. Meğer onun söyledikleri, 2006 yılında, seçimden 12 yıl önce yazılmış bir kitapta aynen varmış. Bu sözler kitapta seçilmiş yedi CEO dan biri olan Andy Grove (Intel) a ait ve “Stratejik Dönüm Noktaları” başlıklı bir bölümde. Netgillerin ilk kolu on birinci yılına girerken kararlı (istikrar) bir büyüme/gelişme süreci içinde “en iyi bildiği konuda” varlığını kârlılıkla sürdürüyor ve kurucu ortakların gözleri arkada değil. İkinci kolunda ise şirketi tüm yönüyle kararlılık döneminin başlarında teslim aldığı genç otorite henüz bilgisi yanında beceri ve tutumuyla kendini kanıtlama aşamasında. Bu nedenle 2020 yılı onun için kritik bir yıl özellikle verilmeye hazır olan kimi ek değerler için “niyet ve zihniyeti”ni doğru yansıtabilmek ve hissettirebilmek için. Ara yönetici olmanın en temel sıkıntısı benimsemediği yönde olsa da alınan kararlar sonucundaki kimi mecburi uygulamalar için “Ben yapmadım; o yaptı” deme şansının olmadığını çok iyi bilmektedir.
Gelelim “zorlukların orta yerinde gerçek potansiyel”in ne demek olduğu konusunda yazımın girişinde sözünü ettiğim 1998/99 Malatya kayısı bahçelerine. Ne olmuştu yirmi yıl önce ?
Sözünü edeceğim bu örneğin ana mesajı dışında olgunun önemini ve anlamını bitki koruma alanında uzman olan ziraat mühendisleri daha iyi anlayacaktır. Yirmi yıl önce CINOS (Ciba / Novartis / Syngenta) oluşum ve gelişme dönemlerinin ikincisini “NO Dönemi”ni yaşıyorduk. Teknik ve satıştan sonra pazarlamanın alt bölümü olan bir göreve getirilmiştim: MDM (Market Development Manager – PGM / Pazar Geliştirme Müdürü). Yeni bir ilacın Kayısı-Monilya Hastalığı ile mücadele için lansman çalışmasına başladık. O güne kadar pamuk pazarına odaklı ve pamuk zararlılarına çözüm sunma konusunda ürün ve hizmet olarak zengin portföyü olan deneyimi güçlü usta bir şirkettik. Malatya’ya hiç gidenimiz yoktu. Malatya ve kayısı hem coğrafik olarak hem de “Marketing Mix Concept / Pazarlama Karması” olarak bize uzaktı. On iki yıl önce (1998) Mart ayında Malatya’ya gittim. Bitki koruma pazarının ana oyuncuları olan tarım ilacı bayilerinden ikisi (Salman ve Ali) pazarın yarısından fazlasına sahiptiler. İkisi ile de kontak kurduk. Odaklandık. Zamanlama kötüydü. Bir yıl önce pazara triazol grubu bir fungisitle girmek isteyen ciddi bir rakip şirket, yoğun hastalık baskısı altında (veya hastalık ile karışmış don zararı altında) başarılı olamamış ve rivayet olunur ki iki bin kayısıcı ile mahkemelik olmuştu. Bu nedenle çözüm sunan ziraat mühendisi bayiler yeni bir ilaca karşı temkinli olmanın ötesinde tepkili idiler. Öyle ki genel müdürümüzün sınıf arkadaşı olan Ali “T**er bile gelse almam” diye tepkisini açıkça göstermişti. Malatya kayısılarında Monilya hastalığı alt pazarının “Pazar Dinamikleri”ni incelerken özellikle dağıtım kanallarının (bayile ve kooperatifler) “kabul faktörü”nü belirlemek için yanımda satışın bölge müdürü ve satış elemanı da vardı. O kadar etkilendiler ki lansman çalışmasını bir yıl ileriye ötelemek istediler. Yeni ilacımıza (CRS) ruhsat (resmi tavsiye izni) alma çalışmaları içinde olmadıklarından, ilacımızın performansını yazılı raporlar, yıllık toplantıdaki sunumlar dışında yerinde, bahçede görmedikleri için hem rakibin uğradığı durumdan hem de bayinin tepkisinden korkarak ilacımızın performansına olan inançlarını da yitirmek üzereydiler. Halbuki Teknik Bölüm (TT bu konuda fanatik derecesinde idi) açıkça ve inançla “CRS kayısıyı ayağa kaldırır” diyordu inat ve ısrarla. Buna dayanarak Manisa’nın bağlarında geliştirdiğimiz Sultana’dan yola çıkarak Malatya’nın zorlukları için “MAC Project” diye bir “Çiftçi Destek projesi” hazırlamıştım. Bu projenin ön kapak içine Tekniğin bu sözlerin yanına eklediğim fotoğrafta başını masaya dayamış, uyur gibi görünen bir kooperatif yöneticinin fotoğrafını koyup sormuştum: “Nasıl ayağa kaldıracağız ki ?” diye sorup “soruların gücü” ile kabullerini geliştirmeye çalışıyordum. İşte tam bu noktada ilk defa girdiğimiz ve ciddi bir tepkiyle karşılaştığımız “Malatya Kayısı Pazarının Oyuncularını Ayağa Kaldırmak” sözüyle ilintili bir fıkrayı anımsadım.
“…Adamın iç organları adamın kendilerini hoyratça kullanımına isyan ederek emekliliklerini istemeye başlamışlar. Her organdan ayrı bir ses çıkmış. Oluşan gürültü ile kimin ne dediği anlaşılmıyormuş. Beyin yüksek bir yere çıkıp “Herkes sırayla konuşsun. Kim konuşmak istiyorsa elini kaldırsın ve ayağa kalksın görelim” demiş. Önce mide elini kaldırıp söz istemiş. Beyin izin vermiş. Mide “Ne bulursa yedi. Acı demedi, ekşi demedi beni mahvetti. Çok yedi. Yatmazdan önce yedi. Ben onunla baş edemedim. Emekliliğimi istiyorum” demiş. Beyin midenin şikayetlerini haklı bulmuş ve emekli olmasına karar vermiş. Daha sonra ciğerler elini kaldırmış ve söz istemiş. Beyin ona da izin vermiş. Ciğerler “Sigara içti; beni mahvetti. Pis havayı soludu; tozlu yollarda beni kirletti. Artık çalışamıyorum. Beni de emekli edin” demiş. Beyin onu da emekli etmiş. Arka sıralardan bir el kalkmış ve cılız bir sesle “Ben de emekli olmak istiyorum” demiş. Beyin “ayağa kalkarak konuş” demiş. Cılız sesin sahibi “ayağa kalkabilsem emekli olmayı ister miyim ?” diye serzenişte bulunmuş…” Bu fıkra beni bir önceki yazımda Kanadalı Şükrü’nün “yaşlılığın dördüncü emaresi”ne götürdü. Bir blog yazısı bu kadar uzarsa ve daldan kala atlayıp bu denli karmaşık olursa kim olur bilemem !
Yine de şu Malatya Kayısı öyküsünü tamamlayayım. “Altın Kayısı Oteli”nde oturduk. Her şeye rağmen 1998 yılında pazara girmeye karar verdik. Projemizi kabul ettirdik. Finansal ve yapısal desteklere kavuştuk. Başta Salman ve Ali olmak üzere sayıları onu bulan seçkin bayilerle “partnership ilişkiler geliştirip” “Tarla Performansı / Demo” için işbirliği yaptık. Eşgüdümü sağladık. En potansiyel son kullanıcılara odaklandık (Gedik Ailesi ve Allah rahmet eylesin Ahmet amcanın sezon sonundaki sözleri: “Yaktın bizi Mustafa Bey” deyişinde bir fırsatı kaçırmış olmasının “keşke”si vardı). O yıl bir de “epidemi” oldu mu ? Bildiğiniz gibi epidemi, salgın demek; tıpkı bu yıl yaşanan “Domuz Gribi” gibi. Rahmetli babamın dediği gibi gerçekten de epidemi, yoğun hastalık baskısı altında “Ak g*t kara g*t” belli oldu. Yıllardır kullanılan ve pazarın hakimi olan carbendazim grubu dayanıklılık (ya da duyarlılık azalışı) oluştuğu için; triazol grubu fungisitler soğukta yeterince çalışmadığı için etkili olamadılar; bunların kullanıldığı kayısı bahçeleri mahvoldu. Kayısının çiçeklerini yakan, çiçekten dalcıklara geçerek ağacın gelecek beş yılını etkileyen Monilya hastalığı altında bu iki grup ilacın kullanıldığı ağaçlar sıcak suyla haşlanmış gibi uzaktan bile kahverengi olarak görülüyordu. Bizim ilacımızın kullanıldığı ağaçlar ise yemyeşildi ve o yıl verimlilikte kendilerini gösterdiler. Sözün özü; gerçek performansı gösterecek zorlu koşullar yoksa iyinin ortadan farkını görmek çok kolay değil. Koşullar zorlaştıkça mükemmeli iyiden ayırmak bile kolay. Biz bu şansı yakaladık. Yakaladığımız bu şansın gelecek yıl projeksiyonlarında (0.75 t dan 11 tona çıkarılması gibi) nasıl dikkate alınmasını “tavuk sersemken s***lir” deyişi ile Mersin’de göstermeye çalıştım E.D.Bono’nun “Siyah Şapka”sıyla…
Sadedee gelelim ve Netgillerin ikinci kolunun 2020 yılı plan ve projeleri için QWERT klavyesinin yaratılmasının esbabı mucibesiyle “ustalık yolculuğu”ndaki engellerin, zorlukların kazandıracaklarını anlamaya çalışalım.
Sağlık ve esenlik dileklerimle zorlukların orta yerinde mutlu olarak ustalık yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü