“… Size hiçbir dilek verilmemiştir ki gerçekleştirmek için gerekli olan güç de beraberinde verilmemiş olsun (>acta non verba / laf değil eylem; oturuyorsan kalk, ayaktaysan yürü, yürüyorsan koş);… Ayna olmazsa yüzümü dostlar olmazsa özümü göremem (>medicine cura te ipsum / doktor sen önce kendini iyileştir; kendini sorgula, farkındalığını geliştir ve seni motive nedenleri bul);… çıktığın yolda engeller yoksa o yol seni hiç bir yere götürmez (> quae nocent docent / yaralayan şeyler öğretir; öğretici şeyler acıtır);… Yaşadığınız her gün hak ettiğinizin bir fazlasıdır (> carpe diem / hayat kısa öyleyse…”
Çeşme Bahçelerinde Koronasız günlerdeki şükür ve şükranlarımızla CD nin DNA sında öne çıkan “Sevgi ve Sabır Karması”
Merhaba
Geçen on yılımın Haziran aylarına baktım ve bugün sahip olduğum “zihin penceremle” kimilerinde pasajlar seçtim ve gördüm ki..
- 10 yıl önce (2010; www.copcu.com; 30.06.2010; yaşam büfesinde ruhun pusulası): Geçen hafta Adana’da mükemmel üç gün geçirdim. Kazanımlarıma dayalı mutluluğum beklentilerimin ötesindeydi. Üstelik oğlum Kerem’in otuzuna adım attığı doğum gününde uzaklardaydım. Ne var ki; öylesine güzel mesajlar aldım ki hemen aklıma iki temel düşünce yerleşti: 1. Çocuklarınızı onların da duyabileceği şekilde takdir edin; korkmayın şımarmazlar. 2.Bu güzelliğin bulaşıcı olmasını sağlamak için gerekirse kişiselliğin sınırlarını aşın; bu açılımda kimi zaman gerilse de ilişkiler mutlaka bir “kelebek etkisi” yaratacaktır…
- Dokuz yıl önce (2011; www.copcu.com; 11.06.2011; yasam büfesinde öykü ve algı): En son herkesin bir hikayesi var kitabının ismini de biraz önce görünce dün yazdığım elektronik postamın altındaki dipnota takıldı aklım. “Beyin ne ararsa onu bulur” demiştim 2004 deki Mısır sunumumda. Salı günü de sevgili dostum AK/BÖ Adana’da, 2004 yılı sonlarında, Mısır sonrası “Akıllı Tarla Yönetimi” başlıklı toplantıdan algılarını bir kez daha paylaştı benimle. O bu ziyaretten mutluydu. Ben bir dost yüzün içtenlikle paylaştıklarından mutluydum. Mısır’dan sonra “cesur adamlar/bravemen” ve “inancı yitirmek/loosing faith” ikilemiyle pazarın zor koşullarında “beden ölçülerim”le algıları şekillendirmede dikkati, ilgiyi geliştirip istek ve eylemi güçlendirmede öykülerle etkin olmaya çalışırken anlattığım öyküler on iki yıldan bu yana söyleniyordu. Daha ne ister insan…
Özel sektörün aile şirketi nitelikli birinde genel müdür danışmanı (!) adı altında “SSTC Prensipleriyle Sahra Güçlerini Etkinleştirmek” amaçlı Anadolu turlarım sürüyordu. Adana’daki potansiyel değerler “tavşana kaç tazıyı tut politikası” ile “kararsızlık” içinde zaman dolduruyordu. Patent sınırlarını bir boşluktan yararlanıp aşarak pazara giren “Amiralli İlaç” için yoğun çabalar sürerken Kırıkhan’ın 47 derece sıcağında kırmızı tulumlu adam “Emir Royal” da gece yarısına yakın düşünmeye başladı. Ne işi vardı buralarda ? Üstelik 28 ay önce ilk görüşmeyi yaparken “çok parası olanın çok paraya ihtiyacı var; çok param yok ve çok paraya ihtiyacım yok. Bu nedenle para için hiç bir işinizi yapmam ancak yaptığım işin parasını alırım” diyerek yola çıkmıştı. O halde para için değilse ve artık “otorite kim ?” sorusunun doğru yanıtını da bulamadığı bu karmaşa içinde yer almanın anlamını sorguluyordu çok sevdiği otelin odasında uykuya dalmazdan önce. Yarını beklemedi ve hemen üç kişiye “otorite kim ?” başlıklı bir elektronik posta gönderdi. Üç gün sonra “güzel bir veda” ile yolunu ayırdı. Bundan böyle (16+24+2=) 42 yıl sonra “bilginin zekatını” vererek “mum dibine ışık verecek; vermeli” diye düşünerek Netgillere yoğunlaşacaktı. Öyle de yaptı…
- Sekiz yıl önce (2012; www.copcu.com; 25.06.2012; yasam büfesinde hapsedilmiş niyet): Üçüncü kuşağa ben ABİDE diyorum ve özellikle “İD” bölümünde genç kızlarımız daha bir “aile tutkalı” bu günlerde. En küçüğü Dr.Özgen’in kollarından inmedi. Ortancası hepimizle didişti durdu. Kimi zaman “eşeği kaybettirip” buldurarak sevindirse de “kelebek etkisi” ile hangi bilinmezlerin koruyucu şemsiyesi altında yüreklerin gelgitleri anılarımızı süsledi hafta sonunda. Bu kez bahçede müziğin sesi yükselmedi ve jandarma misafirimiz olmadı ama daha nice olasılıklardan korudu (özellikle Nezuş’un) yardımlarımız. Ben bu oluşuma “glück und unglück/şanssızlık içinde şans” diyorum ve hep anımsayacağım hafta sonunun öğretilerini tutum ve tavırlarıma yansıtacağıma söz veriyorum. İşte bu kararım yazımın girişindeki “niyet”in elektromanyetik etkisini çağrıştırdı ve çatıdaki çeyizlerimden Lynne McTaggart’ın “Niyetleri Gerçekleştirmek” isimli kitabını (Intention experiment/ http://www.youtube.com/watch?v=QciaPhtYw90). Yeniden okumama neden oldu. Bu kitabı 18.09.2008 de Çanakkale’de satın almışım ve 138 nci sayfasına atfen ilk sayfasına kırmızı kalemle şu notu düşmüşüm : “ Niyet, dua ve şifa: Tanrı niyeti eyleme dönüştürür“. İnanıyorum ve bu inançla yola devam ediyorum…
Sekiz yıl önce bizi C13 kılan Duru ile zenginleştik. Ortanca oğul doktorumuz profesörlükle birlikte yurt dışı açılımları arttı. Bugün o çabaların ardılı olarak hem mesleğindeki “COPCUs Tekniği” ile hem de Korelilerle birlikte Mest’leşerek Sidney’den San Diego’ya uzanan sürekli seyahatlerle umutlarını yükseltiyor. Büyük oğul yönetici mühendisimiz Bursa’da başarılarının olgunluk dönemi meyvelerini keyifle yerken gelecek günlerin hangi açılımları sağlayacağının pek farkında değildi. Netgillerdeki küçük oğul CDN başarısının yanısıra Bergama’nın Yunt Dağı rüzgarına bakarak hayal kuruyordu. Ben de Netgillerin gençlerine bakıp “misyon ve vizyon” ikilisi için alt yapı hazırlıklarına başlıyordum. Dün doktorumuzun “sağlık turizmi” için sözünü ettiği “doçent” olmamın olası faydasından heyecan duyduğumu da buraya not düşmeliyim. İnşallah. Why not ?
- Yedi yıl önce (2013; www.copcu.com; 17.06.2013; yaşam büfesinde cehennemin kapıları): Bu arada “Babalar Günü” hediyesi olarak “LG PB60G” i görünce yedi yıl önce sevgili İrfan’la ve Habeş dostumuz Seyfü dostluğunda yaşadığım bir anı canlandı gözümde. Boyun fıtığının en azgın dönemiydi. Oturamıyordum. Ağrıyı nasıl azaltırım diye kıvranıp acayip hareketler yaptıkça ustalık yolcuğu rehberimiz Dr.R.Davis’in şaşkın bakışları artıyordu. Yaklaşık yirmi yıl sonra yeniden SSTC Ustalık Yolcuğu tazeleme yolculuğuna çıkmıştım. İsviçre’de Cenevre’nin bir banliyö kasabasındaydım. Leman Gölü kenarında bir butik otelin küçük toplantı salonunda seçilmiş sekiz kişiydik. Günlük güneşlik bir hafta yaşamıştık öğrenirken, bildiklerimizi güncellerken… Gölün karşı kıyısındaki seçkin bir restorana tekneyle gitmiştik. Klasik SSTC öğretisindeki standart kalem satma başlangıcı yerine bu kez Shakespare’ e kuş tüyü kalem yerine dolma kalem satmaya çalışıyorduk. Bütün mesele ürüne ve kendine değil müşteriye odaklı yaklaşmak; varsaymamak; gerçekten dinlemekle ilgili temel prensipleri pekiştirmek gibi konuları yeniden ele alıyorduk. Otelin ikinci katında göl manzaralı, açık pencere ile gün ışığı altında açık zihinlerle daha etkili öğrenmenin aracı LGPB60G benzeri küçük, ansi lümeni yüksek bir projektöre hayran kalmıştım. “Ah benim de böyle bir aletim olsa…” diye hayıflanmıştım. Yürekten isteyince insan ve sabır da gösterebiliyorsa demek ki bir gün mutlaka sahip oluyormuş insan düne çocuklarımın hediyesini görünce anladım. Bu nedenle önerim: ”Lütfen hayallerinize, dileklerinize dikkat edin, bir gün gerçek olabilirler”. Teşekkürler oğullarım ve kızlarım. Daha ne ister insan ! Binlerce şükür…
Boyun fıtığının dayanılmaz ağrısı altında Leman Gölü kenarındaki bir hafta 1987 den beri öncelikli olarak rutinlerimde yer alan ve bana “SS: Self Style” kazandırmış olan SSTC Prensiplerini güncellemek bana ayrı bir keyif vermişti: “Ağrı ve Hazın Karması” … Kısa bir süre sonra Syngillerde satış müdürü olan İA daha sonra sektörümüzde yabancı bir firmanın Türkiye Müdürü (CEO) oldu. Hakedilen bir kariyer yolculuğu idi. Yolu açık ve aydınlık olsun. Sadece anlamakta zorluk çektiğim sevgili Alev’in “el verip” de bana aktardığı SSTC neden yardımcı eğitmen olarak öğrenme yolculuklarıma aldığım kişilerin (TÖ/VÇ/İA/KA/ÜG) hiç birinde beklediğim “ownership” etkisi yaratmadı ? Aslında farkına varsalar da varmasalar da mutlaka tavır ve davranışlarına yansımıştır. En azından “soru sorma becerisi” ve “dinlemenin önemi” açısından ilgi alanlarından “odaklarına” geçmiştir. Sadece “F451” benzeri bir “L4/Leave A Legacy / Bir miras bırakmak” adına umduğum etkiyi göremediğim için üzülüyorum. SSTC prensipleri modası geçen türden yaklaşımlar değildir. Üç temel prensibinin içinde güncel olgularla doldurmak çok fazla bir beceri gerektirmek “inanç güçlü” olursa. Çatıda arşivimi dijital ortama aktarırken iki dosyayı hala atamıyorum: SSTC ve LCWS orijinal dosyaları; Basel’dan zimmetli olarak verilmiş olan.
- Altı yıl önce (2014; www.copcu.com; 25.06.2014; yaşam büfesinde qrte tokatlayan): On üç yıl önceydi. İkinci global birleşmenin ilk yılıydı. Yüzelli yıllık “CI” döneminin gelenek ve öğretilerine rağmen CINOS’un “NO” suna henüz kurum kimyamız oluşmadan İngiliz kültürüne karışan İsviçre gelenekleri bizi Syngiller olarak yeniden şekillendirmişti. Üstüne üstlük ülkemde de yeni bir kriz filizlenmişti. Ocak ayında ilaç-tohum beraberliğinde “sinerji” arayışları da pek etkili olmamıştı. İstanbul etkisiz yeni kadro ile erişilemeyen değerlerinin merkezden gelen baskıları ile tam bir panik içindeydi. Boyalı top atan tabancalarla Antalya’nın turistik yerlerinde oyun oynayarak liderliği canlandırmaya ve ekip çalışmasına can katmaya çalışıyorduk. Bu arada CEO “neden hep beni vuruyorlar ?” diye sormaktan kendini alamıyordu. Gemi mühendisinin pazarlama becerileri yetmiyordu. Birleşmiş Milletler oyunu ile rekabet ve iç dayanışmayı yaşama aktarmaya çalışıyorduk. Teorik olarak anlamlı görünen oyunlarla öğrenmek iyi güzel de CINOS’un “S” inde ne olacağı belirsiz ekibe (!) ne ruh ne de motivasyon katıyordu bunca masraflı gayretler… Dördüncü günün gecesinde dansözün önünde diz çöken CEO ya yalvardım “ne olur yarın bana bir saat süre verin bir sunum yapayım“. Nasıl olduysa boşluğuna denk geldi ve kabul etti. O gece tüm hazırlıklarımı yeniden çerçeveledim. Gary Hammel’in “strateji devrim”dir kitabından alıntılar yaptım. Kendimi “aktivist” oklarak tanımladım. Şöyle diyor bay Hammel “aktivist yıkar ama yapmak için yıkar”. Bu “aktivist” sözcüğünü yeni dönem beklentileri için kullanırken “niyet ve zihniyet” ile destekledim; COPCU sözcüğü ile akrostiş yapıp beş temel kavram ve her birinin girişine birer küçük fıkra/öykü yerleştirdim. “COPCU” nun ilk “C” sini “Creativity / Yaratıcılık” olarak ele alıp yukarıdaki fıkrayı anlattım ve Syngillerin herbirinden “cesaret, atılım, açılım, çaba, gayret…” istedim. Oldu mu ? Hayır…
Altı yıl öncenin (2014) on üç yıl öncesindeki (2001) anıların dile getirilmesinden amaç ne olabilirdi ? Bugün o satırlara tekrar baktığımda “hazır reçeteler” yerine kurumun kendi özelindeki değerlerle öğrenme yolculuğuna katılması gayretimi düşünüyorum. Yeni milenyumun ilk yılında ülkesel kriz artıyor; Boğazın serin sularına bakarak şampanya içenlerin Zap Suyunu aşmaya çalışanların sıkıntılarını boyalı tabancalarla gidermeye kalkmaları nasıl bir aymazlıktı şimdi daha iyi anlıyorum. Malatya’da en büyük müşteri ekonomik gelgitlerin yarattığı “nalıncı keseri etkisi” ile bir adım geri çekilirken Syngillerin iki adım geri gitmesi anlaşılır gibi değildi. Halbuki “cesaretle, inançla ve SSTC nin müşteri responslarının ele alınması prensipleriyle” iki adım ileri gitmesi gerekiyordu. Neden korkular umutları bastırıyordu ? Boğazın serin sularına bakanlara güven azalıyordu. Bir yıl sonra Malatya’da öğle yemeği sırasında Ali Ş. “ aramızda kan davası yoktu ki…” diyerek kriz yılında ne beklediğini ve neden kendinden kaçtığımızı anlamadığını ifade ediyordu. Kriz yılları fırsat yılıydı ve tıpkı epidemi yıllarında çözümlerin gerçek değerleri arasındaki farkın ortaya çıkışı gibi…
- Beş yıl önce (2015; www.copcu.com; 24.06.2015; yaşam-büfesinde-zirve-kayması): Birkaç gündür kendimi toparlayamıyorum. Pazar günü Babalar Günü diye kitaplığımdaki Leo Buscaglia’ya yöneldim. Dört kitabı var raflarımda ve dördü de 1994 de alınmış. Yirmi bir yıl önce hem iş hem de buna bağlı gelişen ev yaşamım en kritik süreçlerden geçiyordu. Defalarca yazdım. Hem ülkesel kriz ve hem de satışın sorumluluğunda ilk yılımdı. Macaristan’da katıldığım ikinci IPM toplantısından satışın açmazları nedeniyle zona olup sedye ile dönmüştüm. O günlere bakınca Pakistan, Mest ve Yunt Dağı projeleriyle akıtılan terler artsa da kazanımlardaki “cost/benefit” oranlarının yüksekliği ile teselli bularak en uzun günün arifesinde 23 yıl olan Ümit-Pınar beraberliğinin (20.06.1992); bugün yolun yarısına bir kala Kerem’in yeni yaşının (24.06.1981) yaşamımıza kattığı güzelliklere müteşekkiriz ve duacıyız. Allah nazardan korusun…
Beş yıl önce neden 1994 ün anıları yeniden öne çıkıyordu ? Alicante‘de atılan ilk adımdaki (1993) IPM den “FST” e uzanan sunumumda “Horoz” lu finalin etkisi ertesi yıla sarkmıştı. Alicante’de görevim teknikti ve satışçılara sorarsanız “bekara karı boşamak kolay” diyerek IPM/ICM nitelikli açılımların satışa olası tehditlerine tepkilerini görüyordum. Ertesi yıl satışın ve satış yönetimin bölgesel sorumluluğunu üstlenince bu kez “teknik ve satışı bütünleştirme“nin önemini anlıyordum. Evli ya da bekar konu “karı boşamak” değildi; konu etkili ve verimli olmaktı. Bu düşüncelerle CINOS’un ilk evresinin ikinci yılımda (1986 Ekim) Les Barges‘da yaşadığım güzelliklere hayranlığım uzun yıllar sürmüştü. Bundan sonra “pulların satışa katkısı” kabul görünce Singapur/HongKong turu ile açılan yollar Alicante ve Budapeşte ile birbirine bağlı olarak gelişmişti. Budapeşte’de “satışı incitmeden tekniğin uzun vadeli planlarına işlerlik kazandırma” çabasına ek olarak özellikle TKKların para ödememek için gösterdiği direnç karşısında gurbet elde zona olup eve sedye ile dönmüştüm. Bunları düşününce büyük oğulun Pakistan yolculuğu ondan çok benim gözümü korkutuyordu. Üç yıllık Pakistan hasarsız (!) geçmiş ise de sonraki Tacikistan yaşamında kalp krizi ve by pass yaşanması korkularımı yaşama aktaracaktı. Bu sıkıntıyı anında giderme gayretini ortanca ve küçük kardeşin anında uçağa atlayıp Tacikistan yoluna çıkmaları da “TRIBROSIS”in en somut örneği olacaktı. Gözüm arkada değil. Binlerce şükür… Tam bunları yazarken TRT Nağme‘de “Bir yaz sabahı gözlerimin ufkuna doğdun…” şarkısı çalmaya başladı (03.06.2010/12.15). Bu şarkı beni sevgili rahmetli Süleyman’a götürdü. Yazıyı bırakıp Nezuş’la Süleyman ve Hüseyin kardeşlerin anılarını söyleşmeye başladık. İkisi de rahmetli oldu. İkisi de bekar olarak rahmetli oldu. Ben fakülteye başladığımda Hüseyin Akademi’de son yıllarını okuyordu. Kendisi ile Kemeraltı girişindeki Uğurlu Börekçisinin yan sokağındaki süpürgeci dükkanında görüşürdük. Deniz diye bir arkadaşları vardı. Süleyman da Çınarlı Meslek Lisesinde okuyup Halil Rifat’da bir bekar evinde kalırdı. O günlerin anılarını paylaşıp da keyif alacak kimse kalmadı Nezuş’tan gayri. Hüseyin Soma Belediye başkanı oldu ve trafik kazasında vefat etti. Mekanı cennet olsun. Süleyman elektrik mühendisi oldu ve bir süre Almanya’ya eğitime gitti. Orada rahmetli Latif (Prof.Dr.L.Çağlayan) le sık sık buluştu, görüştü. Eğitimi süresinden önce bitti. Rivayet olunur ki “ben papaz olucam” benzeri bir deyişle sisteme baş kaldırınca apar topar yurda geri çağrılmıştı. Soma’da elektrik santralında görev aldı ve genç yaşında ölünceye kadar bu görevde kaldı. Süleyman ve ailesi hepsi tatlı insanlardı. Yüzlerinde gülümseme hiç eksik olmazdı. Babası rahmetli “Kara Ahmet” manavdı ve bir süre, eski loncada kurnaz “Tatar Süleyman“la ortak sürdürdü işini. Amcası “Kara Hasan” kahveciydi ve o da tatlı, hep gülen biriydi. Bunlara bakınca “adaletin bu mu dünya…” nın sözlerini anımsıyorum. Hey gidi günler hey !
- Dört yıl önce (2016; www.copcu.com; 03.06.2016; yaşam büfesinde sefa ve cefa): Fakir fakir oluncaya kadar çok sefa sürermiş; zengin zengin oluncaya kadar çok cefa çekermiş…Hem şehir suyu ile balkon yıkıyorlar, hem hortum durmadan akıyor ve ellerinde süpürge de yok bir fırça ile yarım saattir aynı yerde geyik muhabbeti ile vakit öldürüyorlar…Ahmet beyin kapısının önündeki kumda oynayan Duru başını kaldırmadan bana “dedeciğim sen çok güzelsin” deyince şaşırdım. Nesi güzel ki ! Her sabah aynada kendi yüzümü sevmez oldum. Bir yanda yetmişi hızla aşıp giden yılların kırışıklıkları, diğer yanda Ocak’tan bu yana 67 den 61 e düşürülen kiloların yarattığı daha kara ve derine batmış gözler, nesi güzel ki ! Belli ki söylemek istediği başka şey. Sordum “Duru sana göre bende güzel olan ne, şu suratın nesi güzel ki ?“. Duru sadece dört yaşın safiyetindeki torunum değil, çatıdaki iş çerçeveli öğretici oyunlarımzda çoklukla ya benim patronum ya da ben hemşire o doktor yani her zaman benim amirim. Duru başını kaldırmadan, kum oyunundaki temposunu hiç bozmadan “dedeciğim seni çok seviyorum” dedi. Demek ki ilk tümcedeki “güzellik” ifadesi aslında “sevgi“ymiş. Daha ne ister insan ?…
Güzelliği “sevgi” olarak anlatan Duru’nun mükemmel ifadesi kadar ve 2020 yılında “sevgi”yi DNA a bağlayan babasının takdire değer değerlendirmesi…Çok güzel. Geçen gün haftalık destek paketi uygulamalarını zenginleştirerek Çeşme’ye gelen KIDZ Dörtlüsü ile birlikte şans bu yana NNDörtbudak ve NÇHimmetoğlu’da biz de buluşunca Duru yine iki sözcükle kalpleri fethetmişti. Masada kibriti görünce ateş yakma isteği depreşti. Tıpkı benim çocukluğum gibi. Ben de çocukken ateş yakmayı severdim ve vazgeçirmek için annem: “Ateşle oynama yoksa gece yatağa işersin” derdi. Doğruluk payı var mıdır ? bilmiyorum. Önemli olan elini ve etrafı yakmamak. Bunun için gerekli önlemi almak için yanıma bir kova su alıp yolun kenarında ateş yaktık. Duru ile Çağan her ikisi de ateşin başında sohbetle keyifli dakikalar yaşadılar. Çağan da iki yıldır İsviçre’de çocuk olarak tek başına (sayılır) okullu. Yabancı bir ülkede yabancı bir okulda iki yıl kim bilir anlatılır, anlatılmaz nice örneklerle öğretici olmuştur ve belki de öğretirken acıtmıştır da… Ateşin başında onlarla aynı tandansta uzunca sayılacak bir süre birlikte olunca (empatiye övgü) Duru yüzüme baktı ve sadece şu iki sözcüğü söyledi yüksek sesle, içtenlikle: “Seni özlemişim“. İşte bu kadar. Bizim Z Kuşağının erkekleri (B&E) Aslıhan’ın öncülüğündeki kızlarımızı (AID) yardımcı kılmak “BE AID“leştirmede “sosyal harcımız ID” olacak. Buna yürekten inanıyorum. İrem’in yumuşaklığı kadar Duru’nun sınır tanımaz atılımları mutlaka ABİDE’mizde “acta non verba” yı etkili kılacaktır. Daha ne ister insan !
- Üç yıl önce (2017; www.copcu.com; 01.06.2017; yaşam büfesinde izci zihniyeti): Güzel Julia sözlerini tamamlarken “Küçük Prens”in yazarı Saint-Exupery’nin şu sözlerine yer veriyor: “İnsanlara gemi yaptırmanın yolu onlara marangozluk öğretip görev ve programlar vermek değil engin denizlerin özlemini aşılamaktır”. İşte bu inanışla biz (MUNC) berbaerliği için ben de haftaya Jakarandayı bırakıp Kaktusle Çeşme-İzmir-Çeşme yollarında olacağım ve SMT ile öğrenme yolculuğunu sürdüreceğim. Yukarıdaki sözleri arif anlasa da bizim arife bizzat Julia’nın sözcükleriyle biraz daha açıklamak gerek. “…Birer birey ve toplum olarak muhakeme yeteneğimizi geliştirmek istiyorsak (işte anahtar sözcük: İstemek) ihtiyacımız olan son şey talimat verme mantığı (ki havuç ya da sopa bu mantığın motivasyon yolları) ya da boş laf ya da ihtimaller ya da ekonomidir; bunlar önemli olsa bile. Ancak en çok ihtiyacımız olan şey ise “İzci Zihniyetinin Prensipleri”dir. Hissetme şeklimizi değiştirmeliyiz (adam ruhsuz, adam tüm sinirlerini aldırmış; adam ayak üstü kırk yalan söylüyor ve ne burnu uzuyor ne de gece yarısında mumu sönüyor). Bir konu hakkında yanıldığımızda utanç duymak yerine gurur duymayı öğrenmeliyiz (adam bu yaklaşıma ağzı ile değil … ile güler ve de öyle dillendirir ki sana yaşam hakkı kalmaz). İnançlarımıza karşıt bir şeylerle karşılaştığımızda defansif olmak yerine, en azından kafa karışıklığı hissetmeliyiz (ki araştırıp doğruyu bulalım). Bu noktaya eriştiğinde bayan Julia şu soruyu soruyor “En çok özlem duyduğunuz şey nedir ?…
Jakarandayı umursamazlığım kuruttu. Kahrolduk. Şöminemize odun oldu. Ana gövdenin yanında ısrarlı gelişen (zeytinde biz ona “piç” derdik) bir sürgünü kesmeye kıyamadım. İki yıl kuru odun gibi duran bu sürgün bu yıl yeşerdi. Sürgün verdi. İnşallah seneye mor çiçeklerini yeniden görürüz. Bu arada seçim hatası ile gönüllü satın aldığım Cactus de Kerem’in desteği ile Audi’ye dönünce itiraf edemediğim sıkıntılı üç yıl da bitmiş oldu.
- İki yıl önce (2018; www.copcu.com; 30.06.2018; yaşam büfesinde duble sler): 1.3.Modern Cambazların “Duble S’ler”i (Sarayın Soytarısı): Yalakalıkta sınır tanımıyorlar. Omurgasızlar. Sırıtmaktan utanmıyorlar. Kimisi “Hadi bi takla at bakayım” diyorlar; kimisi cephanelik patlamasında şehit düşen askerin üzüntüsü altında şehrin sucuklarıyla poz vermekten gocunmuyorlar. Kalitenin bu denli düştüğü ortamda kimisi de “Şeyini şey ettiğimin şeyi” diyerek sözde dillerini kirlilikten korumaya çalışırken ruhlarındaki pisliği akıtıyorlar. Bu da yetmiyor; pazardaki yangını soğan ve patates gibi iki temel gıdadaki artışı, hem de tam seçim öncesindeki akıl almaz yükselişi boyunlarındaki kravatla, laci takımlarıyla anlamsız gülüşle “anlamakta zorluk çekiyorlar“; çünkü bir kaç önce kendileri itiraf ettikleri gibi “Şeyimde değil” nedeniyle anlamıyorlar. Biz lisede, taşranın tozlu yollarında şekillenen akıl yapımızla “anlamadım” dedi mi arkadaşımız “anlamazsın tabii; çünkü sabunluydu” derdik (anlayanlardan özür diliyorum. Bazen yetmişinden sonra bile sabır sınırlarımı aşıyorum. Bu da bir başka “Duble S’ler” den biri: Sabır Sınırı). Bir diğer yandaşı da “Ben pazardan 2 liraya aldım. Sizin 7 liraya aldığınız yer demek ki sosyete pazarıymış” demek angutluğunu gösteriyor ki Fatih’in dediği gibi “aklımızla alay ediyorlar“. Nereye kadar ?…
Gözümü kapatınca sadece kendime gündüzü gece yapıyorum. Bunu bilerek gözlerimi araladığımda gördüklerimden ürküyorum. Bugünün saraylısı ile sarayın soytarısını görmemek için yeniden gözlerimi kapıyorum.
- Geçen yıl (2019; www.copcu.com; 24.06.2019; yaşam büfesinde ökse otu): Öncelikle “@BİDE“miz olgunlaşırken karşıt görüşlere dayanma gücü ile “Tartışma Kültürü“nü geliştiriyor. Büyük amca tahrik ediyor. Küçük amca “sana İstanbul’da dediğimi unutma” diyor. Kırk yıl önce yetmişli yıllarda ziraat mühendisi olup araştırıcı olarak doktoruma yaparken ancak dokuzunca yılda (1977) dokuz yaşlı bir arabam, Anadol’um olmuştu rahmetli babamın finansal desteğiyle. Onun verdiği mutluluk ve keyfi bir daha yaşamadık. İlk olmanın, sıfırdan ilk sahip olmanın hazzı bir başkaydı. İlk defa milli olmak gibiydi. İkinci olarak yirmi altı yıl önce (1993) CINOS’un ilk evresinde kullanılmış şirket aracı aldığımda oğullarım ÜC/CC (Manisa) ve EC/Yedikule (İstanbul)da iş hayatına atılmışlardı. Ortaklaşa kullandıkları aracın verdiği hazzı pek net anımsamıyorum. Çünkü o yıllarda aynı zamanda sürekli olarak şirket aracı kullanıyordum. Kullanılmamış, ilk elden, sıfır araba alışım ise on dokuz yıl önceydi. Ford Fiesta Kerem’in boyuna özellikle de ayak boyuna pek uygun olmasa da o gün için orijinal yapısı ve özellikleriyle hepimizi mutlu etmişti. Hele bir de Nezuş altmış yaşından sonra tek seferlik sınavlarla başarıyla ehliyet alıp da Aslıhan’ı denize götürme olanağını yaratınca ayrı bir keyif de katmıştı ailemize. Sonrasında sıfır arabalarımız hızlı değişimlerle sürdü. Citroen C4Exc den Cactus’e geçiş ise pişmanlık dolu üç yılı aynasız ve ıslık çalarak geçirirken mutsuzluğum zirve yapıyordu. Bu gereksiz değişim sadece ve sadece şımarıklık sonucuydu. Hele bu günlere bakınca Allah hepimizi, Allah’ın gücüne gidecek şımarıklıklardan korusun diye dua ediyorum…
Çok uzadı. Son üç yıl için bir şeyler yazmayı erteliyorum. Sözün özü; bugün dünden güç alarak yarınlara uzanıyor ve önemli olan “carpe diem/günü yaşamak” ki bunu Mest’leşmede yeni açılımlarla, MSM’un getirisiyle İstanbul’dan Fethiye’ye yola çıkmak üzere olan tekneyle, şimdilik uzaktan kumandayla da olsa yakında Azerbeycan’da başlaması olası “yeniden etkili eleman olmanın kazandıran keyfi” ile yarınlara uzanan noktaları başarıyla birleştirme becerisi gösteren TRIBORIS‘le güçlenerek artan umutlarla yapıyoruz. Koronasız günlerde sağlık ve esenlik içinde sarılıp öpüşebilmek umuduyla “L4 Yolcluğunuz” açık ve aydınlık olsun.
Öykücü