…Sanırım kendimi iyi hissettiğim günlerde ben bir öğretmenim. İnsanlara fırsatları nasıl görebileceğini ve onlardan nasıl faydalanabileceğini öğretiyorum. Topluma karşı cömert davranarak başkalarının hayatında nasıl olumlu etki yaratabileceğimizi öğretiyorum. İnsanlar arasında yankılanan hikayeler ve yayılan fikirler paylaşıyorum. En nihayetinde anlamı olan işler yapmaya çalışıyorum (04.2017 / SG Yazıma ekli kolajda orijinal sesi ile var)…Bir şeylerin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerek (ya hiçbir şeyin değişmemesi için bir şeylerin değişmesi gerek; Ekim 2020 Le Monde Diplomatique) > 216 kemik yerinden oynamalı (10.2008 Syngillerden FY)…”
Babaannenin çiçekleri; Dondurmacı Musto Dede; H.Akben ve S.Godin (https://www.youtube.com/watch?v=qtwUnhv-LyQ): “Eğer uyanırsak ve konuşursak…” / Geleceğe ilişkin gerçek cömertlik, tüm olanı yaşadığımız ana vermektir (A.Camus) > “Zincirsiz Maymunlar” ve zihnimi yoran “Aavarelin Avanesi”
Merhaba
İzmir’de deprem oluyor. Canlarımız yitiyor (114). Feryatlar yükselirken ve aynı anda çaresizliğin fısıltısını duyabilmek için sessizlik istenirken çöken binanın enkazı üstünde şov yapan soytarılar yüreğimi daraltıyor. Uzun süredir kullanmadığım kırmızı fısfısımı cebimden çıkarıyorum. Doktor Salim bu benzetmemden dolayı bana kızıyor: “Soytarı deyip geçme…” diye sözcüğün uygunsuzluğu için beni uyarıyor; adeta azarlıyor. Salim haklı gibi gelse de bana internete bakayım dedim. Arapça kökenli olan “Soytarı” sözcüğü için TDK nun açıklaması: – 1.Söz ve davranışlarıyla halkı güldürüp eğlendiren kimse, ve 2. Maskara Hileci, yaltak kimse, kaşmer. Bu tanımın ilk bölümünde bir işe yararlılık, bir fayda, bir olumlu sonuç var. Peki ya ikinci bölümde ! Tam da enkaz üstünde emirle şov yapan kişiye göre. “Avarelin Avanesi (AA)” den biriydi. Benim görebildiğim üç kişiydiler. Hepsi birbirinin aynısı bakıyorlardı. Gözlerde fer, yüzlerde nur göremiyordum. Sevimsiz bakıyorlar; acının empatisinden çok sahte bir acının yapaylığı yüzlerinde eğreti duruyordu. Ne yazıktır ki bugün Türkiye benzeri seçim sürecini yaşayan okyanus ötesinde de aynı soytarılık sürüyor. Bunlar aynı tornadan çıkmış ya da klonlanıp evrene dağıtılmış insan görünümlü robotlar mı ? Silkinip ekranlardaki görüntülerden sıyrılmaya çalıştım. nereye baktıkları, nasıl baktıkları bilinmez boşluğa bakanların meymenetsizliğinden sıyrılmak için yıllar öncesine gitmek istedim. Çatıya çıktım. Kitap raflarıma seçmeden bakmaya başladım. Zihnimdeki kare silinmiyordu. Mezarının başında tükürmesin diye bekleyen tomalara yönelip Bayan Arman’ı ve hemen ardından da rahmetli hocam Arman Kırım’ı düşündüm. Güncelimde bir “Mor İnek” arar oldum. On beş sene öncesinden birbiriyle uyumlu üç kitap seçip aşağıya indim. Kasım ayının ilk hafta sonunda camlı bölmede güneşli bir havanın sıcağında yazmaya çalışıyorum.
Camlı Bölme (Limonluk)
Enstitü yıllarımda (1970-1985) akşam üzeri mesai bitiminde koşar adımlarla banliyö trenine yetişmeye çalışırdım. Bunun için Enstitünün (Bornova BZMAE) arka kapısından çıkar “Ziraatçılar Apartmanı” önünden geçerdim. Köşedeki yeni binanın zemin katındaki doğuya bakan camlı bölmeye hayran kalırdım. Burası idealimdi. Enstitümün kurucusu rahmetli Nihat beyin (İyriboz) çalışma odasıydı. Kendisini tanıma fırsatım oldu. Seksen dokuz yıl önce (15.02.1931) kurduğu enstitünün uzun yıllar müdürlüğünü yaptıktan sonra DP den milletvekili olmuştu (1950/60). Lakabı “Deli Nihat“tı ve buradaki “deli” sözcüğü aslında doğrular için inat ve ısrarla herkesi delirten, çalışkan ve disiplinli bir yapı için söylenen bir övgü sözcüğü idi. Kırklı yıllarda, savaşın yokluk ve zorluklarında çalışanlarını Avrupa’ya gönderip eğiten biriydi. Her sabah enstitünün kapısı önünde durup elindeki ağaç dalı sembolik bir sopayla geç kalanların sırtlarına vurduğu söylenirdi. Bunu yaparken yaz günleri üstündeki giysinin şort olduğu ve başına da Panama şapkası taktığı anlatılırdı. Çalışanların maaşlarından kesintiler yapıp hemen hepsini Bornova’nın en güzel yerlerinde ev sahibi yaptığı da ayrı bir “Gönüllü Mecburiyet (MOB)” örneğinin verimli sonucuydu. Bu nedenle “Büyük Park“ın yanındaki Bornova’nın en güzel caddesine “Çiftçiler Caddesi” adı verilmişti. Müdürlüğünde çalışanların masalarını duvara döndürüp her birine günlük ödevler verdiği kimi zaman şikayet gibi anlatılırdı. Aslında rahmetlinin bu tutumu Dr.Maslow‘un “Yaşamda hergün eğitim, herkes öğretmen ve her birimiz sürekli öğrenciyiz” sözlerine “cuk oturuyor“du. Siz “Cuk Oturmak” ne demek ve nereden türemiş bilir misiniz ? Hele bir de Alsancak silolarında “Ambar Böceği” mücadelesi için unutulan ilaç torbası için verdiği bir ceza öykülendirilirdi ki tam rahmetli Nihat beye göredir.
“…Kırklı yıllarda ilaç milaç hak getire ve silolardaki böcekler de buğdayları yiyip bitirmekte. Nihat bey bahçeden toprak alıp eletir ve içine biraz BHC koyup karıştırır ve adına “ambar ilacı” diyerek bir çuvala doldurtur. O zamanlarda Enstitünün tek bir kamyoneti vardır. Silolarda deneme yapıp bu karışımın işe yarayıp yaramadığını göreceklerdir. Bunu yapacak olanlar da daha sonra Zeytin Zararlıları Laboratuvarı uzmanları olarak tanıdığım rahmetli Reşat ve Metin beylerle Hasan Bey (Köy Çocuğu)dir. Kamyonetin önüne Nihat bey biner; kamyonetin kasasında diğer arkadaşlar Alsancak siloya gelirler. Tam denemeye başlayacaklardır ki ilaç çuvalı Enstitüde unutulmuştur. Nihat bey kızgındır ve kamyonetle Bornova’ya döner. Diğer üç ziraat mühendisi arkadaş yürüyerek Alsancak’tan Bornova’ya gelirler (10 km) ve çuvalı sırtlarına yükler Nihat Bey. Yürüyerek çuvalı sırtlarında Alsancak’a taşır arkadaşlar…”
Bu gerçek öykü özellikle “Kontrol Listesi (Check-list)” nin önemini anlatmak için dilden dile dolaşıp benim yıllarıma kadar gelmiştir. “Avarelin Avanesi” ile rahmetli Nihat beyin “hata/ceza” ilişkisi ve orantısı hakkındaki bu öykünün ne ilgisi var ? diye düşündüğünüzde…
Bilinçaltı ve Bilinç
Bilinçaltı bir karar verir, seçim yapar ve bu satırları yazar; daha sonra bilinç bu karara, bu seçime bir kılıf uydurmaya çalışır. Rahmetli Nihat beyin cezasına ait öykü, köşedeki camlı çalışma odasından klavyeye düştü. Camlı bölmenin uyarıcı etkisi ise yıllar önce Nihat beyden özendiğim camlı bölmenin benzeri içinde ve daha doğal bir ortamda Çeşme’de bu yazımı yazıyor olmanın şükür ve şükran ifadesi olmasıdır. Bu nedenle bilinç diyor ki “daha ne ister insan ! Sahip olduğum değerlerin farkına vardığımın bilinçaltı seçimiydi bu yaklaşım”… Peki ya karıncanın bilinç altı ve GAT‘a inanıyor görünürken atmaları gereken küçük bir adımın önemini görmeyenler ve de “Sessiz Öküzler”... Bu üç kopuk konuyu iki sözcükle aynı potada (veya salata kasesinde) buluşturmaya çalışayım: Niyetin Safiyeti
Niyetin Safiyeti (Karınca ve Öküz)
Depremden hemen sonra yardımlar İzmirli olmanın ayrıcalığı ile çeşitli kanallarda, riskleri göze alan gönüllü platformlarla artarak sürerken kurumsalların yanında bireysel adımlar da atılıyordu. Oğlum ve eşi birlikte bir platform oluşturup instagram hesabı açıyor. Amacını belirtiyor ve kendisi henüz bir lira bile yatırmadan bakıyor ki doksan bin liraya yakın para toplanmış sosyal medyanın etkisiyle. Tam bu sırada depremin olası etkilerini görebilmek için Çeşme’den Karşıyaka (Mavişehir) ya geliyoruz. İzmir Evleri’nde kahve konuğuyuz ve oğluma kendi kişisel (kurumsal değil) katkısının ne olacağını soruyorum. Yatırılan paranın %50 si diyor ve “rol model/örnek/teşvik” olsun için “burada ve şimdi” diyorum. Daha sonra listeye bakıyorum ki oğlum elli bin lira yatırmış. Bundan gurur duyuyorum ve hemen dost bildiklerime WA gruplarımda platformun duyurusunu yapıyorum (liste vermeksizin). Sınıf arkadaşlarımızla kurduğumuz ZM68 den iki takdir mesajı alıyorum; ikisi de Alev’den (sınıfımızda iki Alev vardı; biri “Kız Alev” diğeri “Erkek Alev” ki ikisi de adam gibi adam; kadın gibi kadın). Üç doktorumuz var WA dan samimi paylaşımlar yaptığımız hiçbirinden geribildirim yok. CINOS‘tan esintilerle ve anılarla bağımız olan ona yakın arkadaşımdan responslar alıyorum ve kurumsal katkılarını dile getiriyorlar. Birisi var ki en sıkıntılı dönemleri kırmızı tulumlar içindeki ortak inanç ve eylemlerle birlikte atlattığımız onca kritik anları yaşayan ondan ses yok; tık yok ve şimdi Hz.Ali‘nin sözünü duymazdan gelebilsem 1995 yılı Temmuz ayında Ahtapot’un özel bölmesinde satış primlerimizden topladığımız (5) kayda değer katkıyı açık seçik yazardım ve yazarken “dipsiz kuyuya atılan taş”tan hayıflanırdım. Bir diğer dostum da depremden zarar gören bir dostu için bu platformdan destek isterken ve isteğiyle platformun faydalı olduğunu ortaya koyarken neden karıncanın “niyetin safiyeti” ile ilgili sözlerindeki mesajı duymazdan geliyordu ki…Oluşan inisiyatifin faydası olacağına inanıyorsun ki bu faydadan yararlanmak ve “almak” istiyorsun ve fakat “vermek” yönünde ne bir eylem ve ne de bir niyet ortaya koymuyorsun… Oldu mu ya ! Bu dünya GAT dünyası ve katkı için ortaya çıkan fırsat sadece kapıyı tıklatıyor ve camdaki kırlangıç mevsim bahara döndüğünde tekrar geri gelmeyecek…
Hz.İbrahim’i ateşe atmışlar. Karıncanın biri ağzında bir damla suyla ateşe doğru gidiyormuş. “Ne yapıyorsun ?” diye sormuşlar “Ateşi söndürmeye gidiyorum” demiş. Gülmüşler “Bir damla suyla söndüremezsin ki…”. Karınca yoluna devam ederken “Olsun” demiş “”Niyetim belli olsun”…Bir diğer karınca da ağzında küçük bir dal parçasıyla ateşe doğru gidiyormuş. Ona da sormuşlar “Hayrola !”. Karınca “Ateşe odun atmaya gidiyorum” demiş. Ona da gülmüşler “Senin bu odun parçan ateşi arttırmaz ki…” Bu karınca da “Olsun” demiş “En azından niyetim belli olur”. Karıncayı kuş olarak da düşünebilirsiniz.
İşte bunun gibi birisi olumsuz gibi (seemingly negative), diğeri “olumlu-olumsuz” ve ikisi olumlu dört örneğim var yardım platformu duyurumdan sonra hissettiklerimin etkisi altında. Biri “sessiz öküz”. O bunu hep yapıyordu ve demek ki değişen bir şey yok. Bir zamanlar “biliyor musun benim inbox’ımda yanıtlanmamış 275 mail var” derken bunu “kendisinin ne kadar önemli biri olduğunu ve yanıtlamaya zaman değil değer bulmadıklarını” anlatmak için dillendiriyordu. Ben de kendisine sayın İbrahim Aybar (o vakitler R.Mais‘in CEOsu idi)ı örnek gösterirdim. Sayın Aybar “benim inbox’ımda hiç bir mail yoktur ki aynı gün akşamına kadar yanıtlanmamış olsun”. Her neyse ! İşte bu sessiz öküz, hâla bıraktığım yerde otlarken demek istiyor ki “seni duymuyorum, seni önemsemiyorum ve iligenmiyorum”. Sürpriz mi ? Hayır. Galata Köprüsünün altındaki kör dilencinin gözü neden açılmadı ? Doğuştan mı yoksa sonradan mı ? Doğuştan körsen ve sonradan görme isen baksan da bakamazsın, sevimsiz bakan, nursuz bakan, meymenetsiz bakan olursun. Bu kumaştan bu kadar elbise çıkar; terzi ne yapsın ! Yine de bizim SSTC kitabımızda “olumsuz/negative” diye bir şey olmadığından ben bu sessizliği “olumsuz gibi” grubuna aldım. Diğeri ise hem platformun yardımcı olabileceğine inanıyor ve hem de inancını gösterecek küçük de olsa bir adım atmıyor. Herkesin heybesinde, bohçasında mutlaka verebileceği bir kırıntı vardır. Bu nedenle bunu da “olumlu-olumsuz” olarak sınıflandırdım. Eğer ben bugün duygularıma esir olmasaydım ve bu duygularımı blogumda ima edecek şekilde de olsa yazmayıp da ajandamın sayfasına aldığım notla yetinseydim kuşkusuz daha iyi bir şey yapmış olurdum. Laf aramızda SSTC nin prensipleri de bunu böyle yap diyor. Yine de “ignore negatives” uyarısına kulak asamadım. Ne de olsa yaşam gölünün karşı kıyısı göründüğünden ve artık yaşam büfesi önündeki sırada ilerlemek gibi bir derdim olmadığından “kekeme değilsen söylemek kolay, yapmak zordur” diye düşünüp kendimce bir bahane bulmaya çalışmakla yetinmeye (avunmaya) çalışıyorum…
Gelelim İki Olumluya (Mor İnekler)
İçimdeki hangi sezgiye güvenerek bilinmez Sökeli HES Üçlüsüne ve Karaburun’dan mesajlar aldığım Alaşehir’li bir meslektaşıma da yardım platformunu duyurdum. Sökeli HES Üçlüsünün sözcüsü olarak (!) SZ dan anında yanıt aldım: “Bu telefon numarası bende kayıtlı değil, kimsiniz ?” diye gelen mesajı kısaca yanıtladım: “Merhaba S… Mustafa Copcu ben”. Ve sadece bir dakika sonra “Merhabalar. Aaa ne güzel. Nerdesiniz siz, Çeşme mi ?“. Mesajdaki içtenliği görüyor musunuz ? Ve yanıtımdaki şu başlangıcın ne önemi olduğunu anlayabilecek misiniz ?
“Senden bana kalan özlü söz (sanırım 1993 yılıydı. Bir yanda Topalak, öte yanda örtü altında gelişen körpe pamuğa saldıran Yeşilkurt ve bir de sağlık sorunu ve…) when it rains it pours (yazmama rağmen otomatik düzeltme ile benim “pours” olmuş mu “poyraz” … Daha da güzel olmuş ve karşı tarafa hatamı düzeltmek için-ki böylesi yazım hatalarını düzeltmeyi ben önem vermek olarak algılıyorum- bir fırsat doğmuş)… 27 yıl sonra ve koronalı ve depremli 2020…Ne değişti ?”
Yanıt, diyalog aynı içtenlikle sürdü: “Her şey aynı. Sağlığınız iyi mi ? Normalde kışları neredesiniz ?”. İki güncel fotoğraf (ben ve Nezuş) ekinde “Görüntü böyle ve iyiyiz çok şükür. Görüşmek umuduyla selamlar”. Altı dakika sonra yanıtı güncel konuya dönük olarak geldi: “Çok sevindim tekrar iletişime geçmemize. Nasıl katkıda bulunabilirim yardım sandığına ?“. Bizim platform oldu mu “Yardım Sandığı” ve bence bu yaklaşım algının düzeyini gösteriyor. İnsanlar sanıyorlar ki yardım etmek için, yardımcı olmak için günlük yaşamın ötesinde varlıklarında özel bir fon olmalı ve sanki Avarelin Avanesinin yaptığı gibi bir başkasının gibi olan kaynaktan yardım verilmeli. Kimi zaman ruhumdaki isyanlarla Somalı taşra çocuğunun edep sınırlarını zorlayan özlü sözlerine (!) uzanıyor tepkilerim ki işte tam bu noktada “Avarelin Avanesi“nin hep yaptığı “el y***la gerdeğe girme” varınca pusulanın doğu yakasındaki “creating edge/üst sınırı oluşturma“nın utancını hissediyorum (yine de yapmaktan geri durmuyorum). Önemli olan “rahatlık zonunda” böylesine yüz lira vermek değil, önemli olan “bugün sigara içmeyeceğim ve bunun karşılığı olan on lirayı vereceğim” diyebilmek ki böylece “kazan-kazan (win-win)” durumu yaratarak hevesi, heyecanı içinde, ruhunda hissedip kalıcı etkilere kavuşabilmek. Bunu yapamayan öylesine sessiz öküzler var ki bazen hemen tam yanı başımızda ki yaşamımızın içinde ömürlerini veren bunlar bu tür bir yardım işinde bir kuruşun bile kursağımızdan geçmeyeceğini bilirler. Bence bu durum sadece bir ruhsuzluk hali ve yaptıkları da “karanlığa küfretmek“ten öte değil. Sevgili SZ na banka hesap numarasını gönderdim ve bir gün sonra
“Mustafa Bey selamlar. Dün yönetim kurulumuz İSO kampanyasına elli bin lira vermeyi kararlaştırdı. Eğer kabul ederseniz kendi adıma kampanyanıza bin lira ile katılmak istiyorum” mesajını gönderdikten sonra yardımını yaptı. İşte bu kadar. Bana göre Rahmetli Nİ, Sökeli SZ da, Alaşehir-Karaburunlu İD de benim gözümde birer “Mor İnek” ve yazımın girişindeki mavili kısım “Mor İnek” kavramının yaratıcısı Seth Beyle 2017 yılında yapılan bir röportajdan alıntıdır. İki genç bilişim uzmanımız (Barış Özcan ve Hakan Akben) Seth beyle görüşürler ve görüşmeyi Youtube’da yayımlarlar.
Hakan bey Seth beye soruyor: “Geleceği şekillendiren yıkıcı teknoloji mi yoksa medya mı olacak ?” Üç yıl önce sorulmuş olan bu soru bugün Koronalı günlerde eskisinden çok daha önemli. Çünkü Korona kısıtlarında her ikisi de her zamankinden çok daha fazla etkili oldu, günlük yaşamın içinde daha çok yer aldı. Böylece bir yanda devletçe desteklenen kapitalizm (milletin orasına burasına koyanın yarım milyara yakın borcunu affederken deprem sonrası İzmir’e sadece 25 milyon TL gönderen otoritenin yaptığı işte bu) diğer yanda medyanın gücü ile etkisinin daha fazla ve daha hızlı kılan dijital teknoloji “yeni normali” şekillendirirken “Azzz Sonraaa…” “Avareli Avanesi” nin esamesi okunmayacak. Hakan beyin sorusunun seçmeli oluşu bir yana bence her ikisi (Medya ve Teknoloji) birlikte kazanarak ve bu çemberinde dışında kalanları eleyerek yükselişlerindeki hızı artırarak ve uyumda zorluk çekenlere daha fazla “Cehalet Primi” ödeterek baskın olacaklar. Buna rağmen Seth bey yanıtında daha temkinli (dikkatli, ölçülü, önlemi elden bırakmayan) ve sözlerini şöyle sürdürüyor:
“…Doğru yönün ne olup olmadığı konusunda yorum yapabilecek kişi olduğumu düşünmüyorum. Kendi yolunu aşmaya istekli olan kişilerin kısa vadeli etkileri olacağı kesin. Umut ettiğim şey insanların defalarca kere kandırılmış olmasını anlaması (avarelin avanesinin bir daha kandırıldık dememesi). Eğer bu rüyadan uyanır ve konuşmaya başlarsak…” ve Seth bey sözlerini “empati” odaklı olarak sürdürüyor: “…Her şey empati ile başlar. Her şey diğer insanlara yardım etmek istemekle başlar. Eğer iç görü seni oraya götürürse çok iyi. Ancak iç görüyü kendi isteklerin için kullanırsan…” Kim korkar hain kurttan ! Acı patlıcanı kırağı çalmaz ve rahmetli Özal’ dediği gibi (Anayasayı deldiğinde): “Bir kere ile bir şey olmaz; alışırlar, alışırlar (ve haklı çıktı)”…
Dün yazmaya başladım. Bitiremedim. Bugün KIZgillerin Kapadokya’dan dönmesini beklerken Duru’nun ön ayak olması ile güzel bir kurufasulyeli Çeşme pazarı yaşadık. Hava düne göre daha sıcaktı; güneş parlaktı. Duru ve arkadaşları çimlerde yaz gibi oynadılar. Bu sırada yoldan geçen Ali Rıza bey benden banka hesap numarası istedi. Depremzedelere yardım platformuna katkı sağlamak istediğini söyledi. Böylece olumlu responsların sayısı üçe yükseldi.
Biraz anı, biraz sitem ve Mor İnek anılarıyla güzel bir pazar gününden sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü
NOT: Yazıyı 08.11.2020 pazar günü bitirmeme rağmen uygun bir kolaj bulabilmek için blogumda bir gün sonra 09.11.2020 pazartesi günü yayımlıyorum.