Yaşam Büfesinde “Ses gelmiyor”

“…Zangoç klisenin tepesinde çanı temizlemektedir. Mahzenden çıkan papaz şarapların azaldığını görmüştür ve zangocun içtiğini tahmin etmektedir. Başını yukarı kaldırıp zangoca sorar: “Şarapları sen mi içtin ?” Zangoçtan ses gelmez. Bir da sorar : “Şarapları sen mi içtin ?” Zangoçtan yine ses gelmez. Biraz sonra zangoç aşağıya inince “Sana kaç kere sordum. Neden cevap vermedin ?” diye sorar. Zangoç gayet sakin bir şekilde “Yukarıya ses gelmiyordu ki…!” der. “Nasıl olur da ses gelmez ? Olmaz öyle şey” deyince papaz zangoç “Siz çıkan yukarı papaz efendi ve ben size sorayım. Bakalım ses geliyor mu ?” der. Papaz buna inanmasa da çatıya çıkar ve zangoç “Rahibeyi kim düdüklüyor ?” diye papaza sorar. Papazdan ses gelmez. Zangoç bir daha sorar: “Rahibeyi sen mi düdükledin ?“. Papazdan yine ses gelmez. Aşağıya inen papaza, zangoç “Neden cevap vermedin ?” diye sorunca papaz: “Haklıymışsın…” der “Ses gelmiyormuş”...”

Karavandaki Adam “Kötülüğün Portresi 2”: Dr.Jekyıll “Bir bedende iki ruh; Kötülük doğuştan mıdır ? > Kötü adamın iyi olması için umut var mıdır ? Ben Hakan Koç’u sevdim (https://www.youtube.com/watch?v=03WGRwHCcz0&vl=tr)

 

Merhaba

Yaşam becerilerini geliştirme yolculuklarının çerçevesini ve prensiplerini sunan SSTC nin en önemli kriterlerinden biri “olumsuzu duymazdan gelebilmeyi” becermektir. Ancak bunu akılda tutup olumluya çevirmek için neler yapılabileceğini düşünmeyi sürdüreceksin. Çünkü bu duymazlığı ömür boyu sürdüremezsin. Birkaç kez duymazdan geldikten sonra domatı kesiklide ev hapsine almadan önce mutlaka bir cevap vermelisin. Bugün artık hayvan terli yemiyor ve sen “indirmeli” dedikten bir gün sonra yeni adamın “indirmecem ve hatta daha da artırıcam” der ve bunu yaparsa sen etrafa dönüp “gördünüz mü artık bizim adamımız bana bile kafa tutuyor. Çünkü o özgür ve özerk; haydi gelin bize yatırım yapın” demekle gelmezler. Çünkü onlar da artık Ziya Paşa’nın Terkib-i bend’indeki bir beyiti İngilizce’ye çeviriyorlar (kolajımın sonundaki 2017 yılındaki meclis kürsüsündeki konuşmanın bir kısmı). Belki de siyasal yaşamda bunun bir adım ötesi kendi söylediğini duymamaktır. Ağzından çıkanı duymayan kulak sahibi olmak ne zor bir durumdur. Ölü balık gözleri, ruhsuz sözleriyle yaşamın sarp yollarında dikenlere takılmış olanlara “sabır reçetesi” sunarken “salkımla talkımı karıştırıp”, mehmetgilleri unutmadan “rabbena hep bana” diyenlerin kulakları sağır olmalı; östaki boruları tıkalı olmalı ki ne içten ne de dıştan ses gelmemeli. “Ağzından çıkanı kulağın duymuyor mu ?” sorusunu duymadan cep delik cepken delikken, bomboş yamalı bohçadan medet umanlara gel de inan; gel de güven…Geçen gün Sözcü’deki köşe yazısının başlığının “Aklımızla alay etmeyin” olduğunu gördüm Necati Doğru‘nun. Benim çocukluğumun edepsiz taşralı aklım bunu “don’t fuck my mind” olarak algıladı. Her paragrafın sonundaki cümlelerdeki vurgu zihnime kazındı:

“…siz reformcu olamazsınız. > …düşmanlaştırmak, iftira atmak, şeytanlaştırmak yerine anlamaya çalışmayı siz beceremezsiniz. > … kucaklayıp barışacağınızı söylüyorsunuz, inandıramazsınız. Lafı çevirmeyin. Bir adım atın… > Halkın aklıyla alay etmektesiniz. Önce bir af dileyin…” Bu Necati bey de pek safmış doğrusu ! Ne affı abicim ! Rahmetli Özal’ın prenslerinden birini ayağından vurup da hakim karşısına çıkan mafya lideri (ki bugün gündemde yer alanın kayın pederi olur) “rüşvetin belgesi mi olur p*zevenk !” demişti. Bugün de Ahmet’in bir açık oturum programında tehdit mektubundaki “seni kazığa oturturum” yazılı cümleyi “bu bir tehdit olmayabilir” diye savunan kıçının kılı ağarmış bir adam (!) savunuyorsa ve daha dün sahneye çıkıp da “adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” diyen konu sorumlusu baş otorite sessiz kalıyorsa… Ziya paşa az bile söylemiş, bu burnu uzamayan Pinokyolara…

Biri, yetkin ve sorumlu bir ses söylediklerine inanırcasına bağırıyor: “Adalet yerini bulsun; isterse kıyamet kopsun”. Ben de yargının sonuçlarında görebildiğim uygulama farklılıklarına ve taraf tutmaya benzer sonuçlara bakınca soruyorum: “Hey oraya ses geliyor mu ?” Ne bir şeylerin hakkaniyetle yerini bulacağına inanıyorum ne de yerini bulsa da bulmasa da kıyametin kopacağına. O da bunu bildiği için “ya kıyamet koparsa…” diye bir endişe taşımıyor. On beş Temmuzdan sonraki gerçek suçluları yakalamada ve/veya aralarına sıkıştırılan cadı avında kıyamet nasıl kopmadıysa kıyamet bundan sonra da kopmaz.

Köylü toplanıp Nasrettin Hoca’ya bir soru sormuş: “Hocam kıyamet ne zaman kopacak ?” Hoca soruya soruyla karşılık vermiş: “Büyük kıyamet mi yoksa küçük kıyamet mi ?” Köylüler “Kıyametin büyüğü küçüğü olur mu hocam ?” diye şaşkınlıklarını dile getirmiş. Hoca “Olur” demiş ve sözüne şöyle devam etmiş: “Karım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet kopacak”. Hoca haklı. Hoca dürüst. Bugün bu sistem içinde, bu kafa yapısıyla ve liyakatın yok olup gittiği düzende, böylesi beceriksiz muhalefet yapısında, “anayasa konuştuk” demekten bile ürken, korkan, sinen grupların olduğu yerde adalet yerini bulsa da bulmasa kıyamet kopmaz. Her şey pervazların değiştirilmesi ya da boyanması ile maskelenen bir yenilikçilik görüntüsü altında tam bir çöküş. Bir yanda “kim korkar hain kurttan” misali korona korkusunun kanıksandığı bir yaşam tarzı, diğer yanda yaşamı sürdürmenin ekonomik çaresizliği ile kolonları çatlak binalarda bile oturmaya razı insanlar, tüm bunlara bakıp da örnek olmak için en küçük bir adım atmayan muktedirler…Ve tüm bunlardan nemalanan, mamalanan milletin orasına burasına koyma meraklısı mehmetgiller. Kimin için kıyamet ? Büyük mü küçük mü kıyamet ? Bu sorulara yanıt aramıyorum. “Hey ! Oraya ses geliyor mu ?

Yedi (değil sekizmiş)uçak, breh breh breh ! Sen neymişsin be abi… Ayranı yok içmeye tahtıravanla gider s*çmaya sözünün modern versiyonu meğer yedi uçakla pikniğe gitmeleriymiş IBANcıların geçen gün haberlerde meclisteki konuşmalara bakınca gerçek olduğunu anladığım. On liralık IBAN bağışlarıyla Bayraklı’daki deprem çadırlarındaki yaşama çare arar gibi yapanların bu savurganlık değirmenine su nereden gelecek ki !. Sanırım bir tek kulağımın arkası kalmıştı mehmetgillerin şeyleriyle şey etmediği; yakında onu da parsel parsel verirlerse mehmetgiller milletin orasına burasına derken alt takımlardan yukarılara uzanacaktır. Bence duvara dayanarak yürümek gerek. Bu tür virüslere ağza takılan maskenin faydası olmaz. Maazallah boş bulunursan yandın demektir.

Koronanın korkusuyla İzmir’e dönmüyoruz. Kışı Çeşme’de geçiriyoruz. Yaşamı kolaylaştırmaya, sadeleştirmeye çalışıyoruz (Simplified Our Life (SOL)).. Evden çıkmıyoruz. Maskemizi takıyoruz. Mesafemizi koruyoruz. Temizliğe dikkat ediyoruz (MEsafeMAskeTemizlik> MEMAT). Ancak yine de aklıma mukayyet olmakta zorlanıyorum. Bir yanda acı reçete ile tasarruf isteyen asrın lideri; diğer yanda ekonomi pik yaptı diyen aynı zat ı muhterem ve birkaç gün önce askıya ekmek asan koltuk değneğine kızan yine aynı kişi. Anlamakta zorluk çekiyorum. Dr.Apti bilemedi tansiyonum neden bir yükselip 13 oluyor, ardından düşüp 9 da beni yoruyor. Hangisi daha oynak ? Benim tansiyonum mu; yoksa otoritenin söylediği ülkemin ekonomik görüntüsü mü ? Acı reçetelik miyiz; yoksa el şeyiyle ile gerdeğe giren hovardalar mıyız ? Hangisi gerçek, hangisi rüya ? Dr.Jekyll‘i düşünüyorum. “Karavandaki Adam”a kulak vermek istiyorum. İki genç (25 yaşlarındaki Oğuz ve Hakan) felsefi düşüncelerini kısıtlı olanaklarıyla paylaşmaya çalışırken “Kötülüğün Portesi” ile dikkati ilgiye çevirmeye çalışıyorlar. Ben Hakan Koç‘u izledim ve sevdim. Yolları açık ve aydınlık olsun. Onun ilk filminin başlangıcını kolajıma ekledim.

Eskiden, yetersizliklerin fukaralıktan sayılmadığı ve gelişme sürecinde katlanılan “elle gelen düğün bayram” yargısıyla doğal görüldüğü dönemlerde “Ayran Aşı” bir öğün yemekti. Yoğurttan ayran yapılır; içine bayat ekmek doğranırdı. Kaşıkla ekmekler ayrana bastırılıp ıslatılır ve daha sonra hepbirlikte kaşıklanırdı. İşte Hoca da yer sofrasındaki bakır tasın içindeki ayrana ekmek doğruyormuş. Karısı da hocanın doğradığı ekmekleri kaşıkla bastırmak yerine alıp yiyormuş. Hoca da bakmış ki ayran ve ekmek kendine kalmayacak karısının alnına elindeki kaşığı yapıştırmış. Hocanın karısı şak diye yere yığılıp ölmüş. Hoca yerde yatan karısının yüzüne bakmış ve “Ne doğrarsın, ne basarsın. Kaşığı yiyince de küsersin” demiş. Bence küsmek sana yakışmıyor.

Multifokal gözlük kullanıyorum. Çoklu geçişli. Beni yormuyor. Doğru mercekle, doğru uzaklığa baktığımda her şey netleşiyor. Doğru mercekten bakarsa gözüm hem önümdeki kitap hem de uzaklardaki Sakız Adasının silueti net gözüküyor. Ancak yakına bakmak için başımı yukarıya kaldırmam gerekirse bu durumda uzak merceği yakına bakış rotama düşüyor ve gözlük işe yaramadığı gibi daha da flulaşıyor dünya. Bazen duyduklarım için de aynı şey oluyor ve sesler bir gürültüden öteye gitmiyor. Avarelin Avanesinin aklı (ya da ayakları) suya erdi diye düşünüp inanmak istiyorum. Ertesi gün “aynı tas aynı hamam; hep aynı nakarat” sürüyor. Umudum iyice köreliyor. Bu nedenle tek sözcükle karşılığı “Ölüm” olsa da “MEMAT” sözcüğünü “Ses Gelmiyor” başlığı altında yazıma konu yapmaya çalışıyorum. Eklediğim kolajdaki “Yaşamı Sadeleştirmek (SOL)” yaklaşımımla Çeşme’de günlerimi “sahip olduğum değerlerin farkına vararak yaşamak” görselinin içeriğini bir sonraki yazımda açıklamaya çalışacağım.

Sağlık ve esenlik dileklerimle yolunuz açık ve aydınlık; yaşamınız kolaylık içinde olsun. Sadece sizin ellerinizde. Siz yeter ki isteyin.

Öykücü