Yaşam Büfesinde “Son Dönemeç”

“…Yaşadığım (öğrendiğim) şeylerin başarıya belirgin ölçüde katkı yapacağına tam olarak inanmam için daha hâla yapmam gerekenler var. Sonu gelmeyen bir süreçtir bu. Büyüdüğüm yerde hiç yol yoktu ve her yere nehir yoluyla ulaşırdık. Herhangi bir yolculuğun herhangi bir anında kayıkçıya ne kadar yol kaldığını sorduğumuzda hep aynı cevabı alırdık: “Satu tanjung lagi“; yani “Bir dönemeç kaldı“. Yaşamdaki anları, dönemeçleri tüm kanıtlar toplandı diye değerlendirmeye kalktığımızda, “Haydi Abbas, vakit tamam” dediğinizde bir dönemeç daha olduğunu görürsünüz. Muhtemelen o son dönemeci asla geçemeyeceğiz. Fakat umarım…”

 

Pandemi kısıtlarında Çeşme’de özlem dolu “carpe diem” güzellikleri

Merhaba

Üç gün önce mükemmel bir beraberlik yaşadık. Özlemlerimizin zirve yaptığı bir anda Kerem dayısını alıp Çeşme’ye getirdi. Böylece pandemi kısıtlarında bir yıldan beri göremediğimiz dayımız ve iki oğlumuzla, Bülo beraberliğinde keyifli bir beş saatimiz oldu. Aksilik bu ya “Hüseyin’in Masası“nı beyaz görüp hafif diye düşünüp de “Ya Allah !” diye sırtladığımla “Ha s*ktir” deyip yere indirmem bir oldu. Heyhat ! Olan olmuştu. Tık eden belimin alttan bilmem kaçıncı omurundan dışarı çıkan sinir sıkıştı ve oracıkta kaldım. Böylece keyifler biraz hasar görse de beş saatin verdiği haz içinde ayakta durarak da olsa güzelliği yaşamam ve kayda geçirmeme engel olmadı çektiğim acılar. Daha önce de üç kere benzerini yaşadığım için “Nasıl olsa geçecek; bir günde ya da bir haftada, sonunda ölüm yok ya” diye düşünüp dert etmedim. Dikkatli davranmak, korse takıp, Vol… jel sürmek ve her küçük hareketi test edip ağrıyı dürtüklemeyecek yolunu bulmak ve ağrıyı minimize eden kıvrılma şekliyle uyuyabilmekle geçen duyarlı yirmi dört saat sonrasında çok şükür şimdi daha iyiyim. Bir süre daha dikkatli olmam gerek; çünkü kendini hissettiren sinyalleri hala aktif. “Bu da geçer yahu ! Henüz dördüncü dönemeç ufukta görünmüyor” diye düşünüp “Dönemeçler” başlıklı bir yaz yazmak düştü dün gecenin bir vaktinde. Bakalım nasıl şekillenecek ?

Yazımın girişindeki mavili-kırmızılı kısım “Son sözler” kısmından alıntı olup öğrenme yolculuklarımda yaşayıp deneyimlediğim anılarla kayıtlarımda yeri olan bir kitaptan alıntılanmıştır. Kitabın yazarıyla 2002 yılında Hollanda’nın Noordwijk kentinde birlikte olmuştum. CINOS‘un üçüncü evresinde iki İsviçreli ve bir İngiliz şirketinin birleşmesi sonunda oluşan Syngiller kırmızı ince çizgide sıkıntılı günler geçiriyordu. Sıkıntılar birleşmenin doğal sancıları ise de yerel algılarda kimi zaman “Synleşme” ile “Sinleşme” birbirine karışıyordu. İşte bu koşullarda adına “Go To Market (G2M)” dediğimiz bir kavramla “Haydi gel köyümüze geri dönelim”in İngilizcesi ile “Satış Gücü > Sahra Gücü > İş Gücü“ne evriliyordu. Kitabın yazarı Neil bey de bu evrilmenin içine “Satış Odaklı” yaklaşımlarla “FFE” etkinliklerini yerleştiriyordu. Aslında Dr.E.K.Stronk‘un 1925 yılında ortaya koydu kavramları milenyumun pazar dinamiklerine güncelliyordu. Kitabı 2005 yılında Türkçe’ye çevrilmiş ise de 1999 yılındaki basın haberlerinde “SPIN Tekniği” ile başarılı büyük satışların algoritması Türkiye’deki eğitimlerde de yerini bulmuştu. İşte Borneolu Bay Rackham kitabının finalinde “Son Dönemeç” in hiç bir zaman var olmayacağını, öğrenme, üretme ve eğit(il)me üçlüsündeki döngünün fertil olarak sürekli gelişme içinde yaşanacağını söylüyordu. Neil bey haklıydı.

Ben de haftaya yetmiş yedi olacağım yaşam gölünün karşı kıyısı görünürken attığım kulaçlarda ne zaman, nerede, nasıl oluşacağını Allah’ın bildiği “Dördüncü Dönemeç“i göremeyeceğimi bile bile geçen üç dönemecimi belirlemeye çalıştım. Dördüncü dönemeci neden göremeyeceğim ? Çünkü o dönemece geldiğimde ben, artık biline ben olmayacağım. Neyse ! Allah geçinden versin diyelim ve öncül ve ardıllarıyla “Üç Dönemeç“e gelelim.

Birinci Dönemeç (19.09.1965 / Yaşam Büfesinde Sıraya Girmek / İknanın Etosu: İknacı Mustafa Öztunç)

Elli sekiz yıl önceydi; 1963 ün sonbaharıydı. Lise bitmiş, üniversite hayatım başlamıştı. Yaşamım daha düzenli ve uzunca bir sürece girmişti. Beş yıl okuyup yüksek ziraat mühendisi olacaktım. Nezuş’la beraberliğimiz beşinci yılına girmişti. Aile baskıları altında, kaçamak buluşmalar yüze çıkmaya başlamıştı. Aile baskısı daha çok benim için geçerliydi. Nezuş çalışıyordu ve daha özerk bir biçimde yaşam ustası oluyordu benden daha hızlı. Benim ailemde “okumazsan sana bir eşek alırım; briket taşırsın” diye Sakız Bakkaliyesi’nin karşısındaki eşekleri gösteren babanın “kırbaç etkisi” vardı. Gerek babamın baskısındaki ataerkil aile yapımız; gerekse yerli (yörük) taşralı olmanın katı kuralları beraberliğimizi daha eleştirel yapıyordu. Nezuş’un “Saray Bosnalı” aile yapısında hoşgörü çok daha yüksekti. Biz “C Serisi” içe, Nezuş’un “D Serisi” dışa dönüktü. Henüz aileler birbiri ile temas kurmamıştı. Sabah okula/işe giderken beraberliğimiz troleybüsün en arka koltuğunda rahmetli Lâtif’in kaçamaklara yardımcı olduğu desteklerle hemen her gün sürüyordu. Beş yıl dile kolay; bir şeyler olgunlaşıyordu. İsteklerimiz “More And More” isteklerle artıyordu ve bir akşam üzeri enginar bahçesinin kuzey kapısından eve doğru gelirken babam bizi, ikimizi el ele gördü. Bir şey demedi; görmezden gelir gibi yaptı. Aslında bildiği ama görmediği bir konuydu. Görünce bir şeyler somutlaşmış, kanıtlanmış oldu. Belki de babam bu beraberliği yasallaştırmak ya da etik kılmak için bir sorumluluk hissetti. Akşam yemeğinde konu en hızlı şekilde dile getirildi. Babam sadece ve doğruca “Sizi evlendireyim” dedi. İtiraz etmemi beklemiş miydi bilmiyorum. Körün aradığı bir göz, Allah verdi iki göz. Biz hiç bir zaman evlenmeyi konuşmadık ki…Daha söz, nişan nedir bilmeden nerde çıktı birdenbire evlilik diye geçmedi aklımdan.

Bu noktadan sonra beraberliğimizi yüzükle taçlandırmak için bize bir önder, bir akıl hocası, bir otorite, bir “iknacı” gerekiyordu. Babam dahil akrabalarımızdan bunu yapacak, bu yola çıktığımızda sağ salim, selametle menzili maksude ulaştıracak kimse yoktu… Gibi gelirken annemin aklına önderimiz rahmetli Saatçi Mustafa (Öztunç) geldi. Beni ve ailemi çocukluğumdan beri biliyordu. Nasıl oldu da aklına yattı bilmiyorum. Onu ikna etmede ağlamak, sızlamak yoktu. Bunu “Mübarek, hayırlı bir iş olarak” gördü. Ve söz kesildi. Tam 1964 başlarında nişan yaparız derken Nezuş’un babası “Kel Salih” aniden vefat etti. Buna rağmen 04.04.1964 de 1159 sokakta Mehmet’in pikabında doktor Mehmet’in aldığı 45lik plaktaki türkümsü şarkının eşliğinde nişanlandık. Söz kesildiğinde mezun olunca evlenmek üzere dört sene beklemeye söz verdik. Ancak bir buçuk yıl sürdü. Nişanın sağladığı serbest beraberlikte daha da olgunlaşan ilişkilerimizin yanında esas olarak babamın bastırmasıyla evlilik öne çekildi. Yaşam Büfesi önünde “Sıraya Girme” gayretinde bir daha gördüm ki “sen yeter ki iste; yürekten, niyetin safiyetiyle iste, ısrar ve tutkuyla iste, kırk kere iste” mutlaka bir gün oluyor. Ben ve ilişkilerim yükselirken tek geçim kaynağımız olan “Sakız Bakkaliyesi” kendini yenileyemediği ve sermayeyi kediye yüklediği için iflasın arifesini yaşıyordu. Öte yandan birinci sınıftan ikinci sınıfa birincilikle geçince, devlet bursum da olmayınca dekanlık beni aday gösterdi ve karşılıksız burs veren kuruluş (Maktaş/Piyale Makarnacılık) beni uygun gördü. Burs kazandım. Birikmiş üç aylık burs toplamı 0lan 750 TL ile neler almadık ki evliliğe hazırlık olarak. Ve talebe burslu Mustafa ile Nezuş evlendiler (19.09.1965). Değmeyin keyfimize. Ne tek taş yüzüğümüz oldu; ne bal ayımız ne de diz çöküp de “benimle evlenir misin ?” deme kültürümüz oldu. Bulgar somyası ile Kavaflardan alınmış maun yatak odası takımı ile formika sehpalarla evlilik her şeye rağmen tadına doyum olmayan bir mutluluktu talebeyken bile. Hâla da aynı mutluluğum türevleriyle birlikte artarak, şükür ve şükranla, dualarımızla sürüyor.

İlk dönemeç beklenmedik bir şekilde önümüze çıkmıştı. Daha doğrusu düz giden yola, ebeveynlik için kestirme bağlantılarla dönemeci biz yaratmıştık. Çok sıkıntılarımız oldu. Hiç pişmanlığımız olmadı. Bir yıl sonra ilk bebeğimiz “Ümit” oldu (05.07.1966). Yazıma eklediğim kolajda Ümit’in 55 yaşında hala çocuksu ruhu ile ailemize nasıl neşe kaynağı olduğunu göreceksiniz. Hepsi öyle ve C13 Plus bulunmaz bir “CD Serisi“. Böylece ilk dönemeci başarıyla dönünce “Yaşam Büfesi Önünde Sıraya Geçtim(k)“. Şimdi önemli olan fakülte bitince askerlik tamamlanınca aileme olan minnetimizle sırada kalabilecek miydik ?

İkinci Dönemeç (30.09.1970) / Yaşam Büfesinde Sırada Kalmak / İknanın Patosu: İknacı Mustafa Akuğur

Okul bitti ve hemen askere yazıldım. Önce Polatlı’da altı ay ve daha sonra da Erzurum’da “Dört Copcu (MNÜE)” olarak on sekiz ayım(ız) geçti (95 nci dönem topçu teğmen). İlk gurbeti yaşadık. Annemin bizim için verdiği özveriyi gördük. Evlilikten dört yıl sonra Erzurum’un soğuğunda aile olmanın sıcaklığını daha bir fazla hissederek “bal ayı” nedir öğrendik. Zorlukların orta yerinde mutlu olmanın ne demek olduğunu 1965 den bu yana çok iyi öğrenmiştik. Bu nedenle Erzurum’un eksi yirmilerdeki soğuğunda günler, aylar keyifli ve keyifle sıcacık geçti. Ve askerlik bittiğinde birden işsiz güçsüz ne olacak halimiz endişesi içimizi kaplayınca terhisten bir ay önce izinli geldiğimde Ankara kapılarını zorlamaya başladık. Yol yordam bilmez, talebeyken evlenip, baba olmuş olmanın dar alandaki paslaşmalarıyla okumaktan gayrı çaresi olmayan ve her şeye rağmen “network” nedir bilmeyen içe dönük Mustafa ile gözü kara babası rahmetli Fahrettin’in Ankara kapılarındaki gücü ne olabilirdi ki… Soma’daki Köfteci Fahrettin’in müşterisi iken dost olan hakim Ali Rıza Beyin kapısını çaldık elimizde bir teneke zeytinyağı ile akşamın bir vaktinde… Hemen DÜÇ genel müdürü olan arkadaşını aradı Ali Rıza bey ve karşı taraf askerlik bitince gelsin Ceylanpınar’da göreve başlasın dedi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Hergele Meydanı‘nda bir garip otelde konaklayıp İzmir’e döndük; biraz ümit daha fazla ümitsizlikle. Erzurum’da tabur komutanım olan Fikret bey (sağ ise Allah selamet versin; vefat etmişse mekanı cennet olsun ki bizim için tam bir baba gibiydi askerliğimin bir yılında. Son altı ayda tabur komutanı Sadık bey olmuştu) Ankara Merkez Komutanlığına tayin olmuştu. Kendisine uğramamı istemişti. Uğradım. Beni hastaneye sevk ettirip bir ay istirahat alacaktım ve böylece Eylül 1970 içinde Ankara’da iş bulma yollarını zorlayacaktım. Hastaneye sevk için Merkez komutanlığına gittik ve elimiz boş dönüp ben İzmir yerine tekrar Erzurum’a yolcu oldum. Böylece tekrar ordugah etkinliğini yaşadım ve Allahü Ekber Dağlarında Eylülün son haftasına kadar umutsuz bekleyişlerle bu kez çilemi doldurdum.

Eylülün son haftasıydı. Sakarya’daki Ziraat Mühendisleri misafirhanesinde kirli yataklar üzerinde sevgili Erol Yalçın‘la buluşmuştum. Kendisi Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğünde (ZMKGM) Antalya Biyolojik Mücadele İstasyonu’na tayin olmuştu. Bana taktik verdi. Ben de onun verdiği taktikle ertesi sabah  ZMKGM nün kapısı önünde beklemeye başladım. Karşıdan bir adam geldi; ilkokula giden oğlunun elinden tutarak. Ben de peşine takılıp binaya girdim. Meğer gelen Personel Daire Başkanı (!) Mustafa Akuğur imiş (yıllar sonra kendisinin sevgili Tomris’in dayısı olduğunu öğrenecektim). Kapısının önünde sıramı beklemeye başladım. İçeride kıran kırana bir pazarlık vardı. Genç ziraatçı yalvarıyordu “Ne olur en azından Sivas olsun” diye. Mustafa bey de diretiyordu “Sivas’ta yer yok; ancak Tokat olabilir” diye. Bu pazarlığın sonucu ne oldu bilmiyorum. Erol’un bana dediği “İstediğin yeri ilk tercih olarak söyleme; ilk tercihini kesinlikle vermiyor”. Ben de içeri girince ve Mustafa Bey kim olduğumu ve özelliklerimi (o zamanlar cv nedir bilmezdim) dinledikten sonra nereyi istediğimi sordu. Ben de “Manisa” dedim ki pazarlık sonrası ben de Antalya isteyip Erol’la beraber olacaktım. Özelliklerimi anlatırken “birincilikle mezun olduğumu” söylemiştim. Bana dönüp “Neden Bornova’yı istemiyorsun ?” dedi. Şaşırmıştım ve safiyetle “Bornova’yı isteyecek torpilim yok ki...” diyebildim. Sözlerini kısa ve net olarak sürdürdü: “Sen şimdi git; bana birincilikle mezun olduğuna dair belge gönder. Ben senin torpilin olacağım; seni Bornova ZMAEnstitüsüne tayin edeceğim. Tayin haberini Basmane’deki Zirai Mücadele Başkanlığında telsizden alacaksın; orada bekle” dedi. Dediklerini yaptım. Hemen İzmir’e döndüm. Dekanlık sekreteri bay Şimşek’in sevkiyle öğrenci işlerindeki Mustafa’nın da yardımıyla hemen istenen belgeyi aldım ve gönderdim. İki haftalık heyecanlı bekleyiş ve hemen her sabah evdekilerin “seni aldatmışlar; sen yine bir Ankara’ya gitsen” sözlerinin bozduğu moralle Basmane’ye doğru umutsuzca yola çıktım. Nihayet iki hafta sonra ve 30.09.1970 tarihi itibariyle enstitüye tayinim çıktı ve böylece on altı yıl süren Yaşam Büfesi önündeki sırada kalma serüvenim başladı. Sırada kalırken öğrendiklerim, ürettiklerim, projeler, doktora çalışmam, kongreler, bildiriler vb güzelliklerle geçti ikinci dönemecin ardılları. O gün karşıma Mustafa Akuğur çıkmasaydı ve belki de yanında çocuğu olup da beni kendisine gösterip “Bak bu abi gibi sen de birinci ol” diyerek bir empati (İknanın Patosu) yi göstermeseydi ve ikinci dönemecin iknacısı olmasaydı bugün bu günlerin nimetlerini süsleyen C13 bereketi olur muydu ? Bu bereketin olgunlaşma sürecinin sonunda neler bekliyordu ?

Üçüncü dönemeç (01.05.1985 / Yaşam Büfesinde sırada ilerlemek / İknanın Logos’u : İknacı Alev Kutay)

Okul bitti; askerlik bitti ve enstitüde araştırıcı olarak on altı yılın sonlarına doğru bir şeyler yetmez oldu. Bakkal Fahrettin ömrünün son günlerinde maaşlı devlet işçisi oldu ve oradan da emekli olarak güvenceli bir yaşamın standardı içinde günler mutlu mesut sürüyordu. Talebeyken evlenen çocuklar minnet duygusu ile devlet memuru olmanın olanaklarında bile kopmadılar ve yaklaşık on yıl ebeveynleriyle birlikte yaşadılar. Hani derler ya “dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz“, işte bu deyişin doğruladığı kimi sıkıntılar yaşasalar da özellikle Nezuş’un hoşgörüsü ve sevgi ağırlıklı dışa dönük konuşkanlığının bağışlayıcı etkisi altında kopmadan, kırılmadan geçti bu on yıl. Emekli babanın maddi durumunun rahatlaması ile kiracılardan biri çıkarıldı ve annemle babam, altlarında ablam ve eniştem olmak üzere Zeytinlik’teki evin üst katına yerleştiler. İlişkilerimiz olgunlaştı; enstitüdeki çalışmalarım olgunlaştı. Babam rahatsızlanmaya başladı. Damar sertliği ve sürekli sigara ile hareketleri daha bir kısıtlandı; yarı felçli durumda annemin desteği ile bize muhtaç olmadan sürüyordu yıllar. Babamın desteğiyle 1977 yılında “Mavi Anadol“u aldım. Fazla uzaklaşmadan, benzin parasını düşünerek yakın çevremizde hafta sonları piknikleri ile yaşamımıza az da olsa renk geldi. İlk defa senelik izin yapıp 1982 de Kerem bir yaşındayken Alanya’ya uzanan ilk tatilimizi yaşadık. Ertesi yıl Tübitak Projesinin desteği ile Gönen’e uzanan yolculuğumuzu da Edremit dönüşlü kısa bir tatile çevirmek de ilklerdendi. Seksenli yılların  başları 12 Eylülün etkileri altında yaşanırken ben 1983 yılında TÜBİTAK Teşvik Ödülü aldım. Babam rahatsız derken annem bir günde kalp krizinden ölüverdi. Mekanı cennet olsun. Annem bizim arkadaşımız gibiydi ve özellikle Nezuş’un öğretmeniydi. Sevgi bolluğunda yaşayan Nezuş’a sabrı öğretmesi bugünün C13 güzelliklerinin esas temel taşı oldu. Bu gelişmelerin ışığında laboratuvar şefi olsam da Gönen’e çeltik yanıklık hastalığını kışı geçirmesini (overwintering) araştırmak ya da ilaçlı savaşımı geliştirmek için yaptığım yolculuklarda ya Gazanfer Bilge’ye binmenin korkusu ya da misafirhane istemenin ezikliği altında durgunluk sürecine girdim. Üretemiyordum. Bir şeyler denk geldi; üst üste geldi.

Annemin vefatından sonra babamın evdeki yalnızlığı arttı. Hafta sonların dışarıda yemek yeme alışkanlığımız gelişti. Bir süre sonra gittiğimiz restoran müzikli olsun isteğimiz arttı. Daha çok Üçkuyular‘daki mahkumlar restoranını seçer olduk. Ucuzdu. Kerem’in eline yüz lira sıkıştırıp da org çalan şarkıcıya gönderdik mi “parmağında yüzükler kolunda bilezikler…” çaldırtır ve ortaya çıkıp oynardık. Kendimizce en azından hafta sonlarında efkar dağıtmanın ucuz ve kolay bir yolunu bulmuştuk. İşte bu eğlenceler sırasında birkaç kez rahmetli Sarıoğlu ile birlikte sınıf arkadaşım Alev’e rast gelmiştik. Yıllar sonra CINOS‘un ilk evresi henüz resmen kurulmamışken ve adı Sağlık Müesseseleri iken bölge müdürü olan Alev’in nasıl aklına düştüyse Mart 1985 in son haftasında enstitüdeki odama geldi. Elinde bir araba anahtarı ile bir bond çanta vardı. “Teknik Danışman” olarak kendi ekibine katılmamı istiyordu. On altı yıllık enstitü yaşamımda bir gün olsun firmacı olmayı düşünmemiştim. Günlerden çarşamba idi. Enstitü Araştırma Komitesi başkanıydım. Komite toplantısından çıkmıştım. Odama glen proje liderleri hâla tartışmayı sürdürüyorlardı. Sevgili Alev bana cumartesiye kadar üç gün süre verdi. Üç gün sonra CINOS‘lu olmaya karar verdim.

Bu oluşumla üçüncü dönemeci de yaşadım. İkna edici olan Alev’di. İknanın üçüncü adımı olan bu dönemeçte etkili olan “Logos/Mantık” idi. Çünkü aylık gelirim iki katına çıkacaktı. Ek olarak şirket arabası kullanmak, araba kullanmada kısıtların olmaması da benim için önemliydi. Çünkü araba kullanmayı çok seviyordum; hatta bir ara tır sürücüsü olmayı ciddi ciddi düşünmüştüm. Ve 1985 yılının “İşçi Bayramı“nda ücüncü dönemeci dönüp sonraki 24 yılın ilk günlerine başladım. Başlangıcı çok kolay geçmedi. Kırk yaşından sonra firmacı olmanın gerek kıldığı esneklikten yoksundum. Kurallara uyumdaki ısrarım çok geçmeden Dr.Kaeding‘in dediği “You don’t get money from government” sözünün acısını yüreğimde hissettim. Tek söyleyebildiğim “Who is picking up the flowers ?” diyebildim ki ne o ne de ben ne demek istediğimi tam olarak anlayabildik. Yıllar yılı kovaladı. Bir yıl sonra Les Barges‘deki on altı günlük uygulamalı tarımsal savaşımın esasları eğitimi (aplikasyon teknikleri) enstitüdeki on altı yılımdan daha fazla şey kazandırdı. Bildiklerimi SSTC nin yaklaşım teknikleri, soru sorma ve dinleme becerileriyle destekleyince mesleğim dışında ilgi alanıma giren öğrenme ve ustalık yolculuklarımı etkinliklerimin odağına yerleştirip daha etkili olmanın yollarını buldum. Avrupa odaklı pek çok iş ve keyif seyahatine ek olarak Singapur’dan Brezilya’ya uzanan seyahatleri zenginleştiren, kavram ürettiğim toplantılara koyduğum ağırlıktan çok keyif aldım. Üst yönetimde görev almanın ayrıcalıklı kazanımları yanında özellikle 2005 yılında Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki tarihi bir şatonun gün ışığı gören salonundaki “Konuşma Halkası” ve “Johari Penceresi“nin öğretilerinde doyumun zirvesini yaşadım. Nereye kadar ?

Dördüncü dönemeç (xx.yy.zzzz ?!* /Yolun sonu / İknacı: ……)

İnandığım bir söz var : “Nasıl başlarsa, öyle biter“. Bu nedenle kaçınılmaz son için “Always be ready” ve şükür ve şükranla… Bu yaklaşım şeklim endişe yaratmasın; amacım biran evvel dördüncü dönemeci dönmek değil; ama bunun için hem “carpe diem” inancıyla nefes aldığım her anın değerini bilmek hem de tüm sevdiklerimle beraberliğin hazzını yaşamak. Bu nedenle üç gün önce ayakta durarak (mecburen) çektiğim video karelerinden kısa kolajlar yaptığım gibi anıların mesajlarını kalıcı kılmak istiyorum. Günlük yaşamın rutinlerinde kimi küçücük anların anlamlarını yakalamaya ve asıl önemlisi kaydetmeye çalışıyorum. Şurası bir gerçek ki; yaşam gölünün karşı kıyısı görünüyor; yaşam treninin son vagonunda yolculuk dördüncü dönemece doğru gidiyor ve bundan böyle yaşam büfesi önünde sıranın önüne geçmek için herhangi bir yarış da söz konusu değil. O halde…

Birinci dönemeçte talebeyken evlenen çocuklar kendilerini ilk sorgulamalarında bu köklü değişime hazır, yetkin ve istekli olduklarını sorguladıklarını bilmiyorlardı. Beş yıl sonra “nol’cek halimiz; nap’cez, net’cez ?” diye düşünürlerken neleri ne kadar ve nasıl yapacakları içsel sorgusunun farkında bile değillerken ikinci dönemeçle açılan enstitü kapısından girip de on altı yıl içinde “ne yaptıklarını, ne yapabileceklerini, ne yapmak zorunda olup da ne yapmayı istediklerini” daha bilinçli olduklarını görüp ikinci dönemeçten üçüncüye geçmeye karar vermişlerdi. Artık bu dünyanın “al gülüm ver gülüm dünyası” olduğunu biliyorlardı. Attıkları her adımda daha sonra adına “cost benefit” dedikleri atılan taşla ürkütülen ya da tutulan kuş dengesini yakalamak için açıkça “ver ki alasın” demeyi öğrenmişlerdi. Daha sonra bu üç dönemecin öğretileri “RAW / MAS / GAT” olarak “Başarı Formülü“nde yerlerini aldılar, ve dördüncü dönemece hazırlar (en azından ben).

Yıllar yılları kovaladı ve bugün 07.01.2021 de korona korkuları altında Çeşme’nin güzelliklerini teğet geçmeden ve damat ortaya çıkmadan dayı yeğenleriyle, Nezuş abisi ve oğullarıyla ve Bülonun keyfinde Musto Dede de elinde kamerayla günün heyecanlarını arşive geçirirken şükür ve şükran dolu…

Sözün özü; doğruyu bulmak için birinci dönemeçte cesaretle aklımızı kullandık (19.09.1965) ve bulduk ; doğruyu seçmek için ikinci dönemeçte sabırla irademizi etkinleştirdik (30.09.1970) ve doğruyu sürdürmek için üçüncü dönemeçte (01.05.1985) bilgelikle gücümüzü etkili kılıp bugünlere gelerek C13Plus değerlerimizle pandemiye rağmen ayrıcalıklı olanaklarla ve sevgilerle yaşıyoruz; yaşadığımız hissediyoruz ve sağlık ve esenlik dileklerimizi dualarımızla dillendirip yola devam ediyoruz: Pruva neta… Binlerce şükür; daha ne ister insan !

Öykücü