“…Duygular hiçbir zaman tamamen baskılanamaz. Örneğin genellikle olduğu gibi en mantıklı çalışanların bile geri bildirimleri yapıcı bir şekilde alamamalarının nedeni budur. Duygular üstün olduğu için, insanlar ilk önce kötü haberi duyar. Kerimler olumlu ve olumsuz mesajları dengede tutabileceklerini zannetmemelidirler. Olumsuz mesajlar çok daha fazla güce sahiptir ve olumlu mesajların oluşturduğu güveni tek bir defada yıkabilir. Aslında, duyguların üstünlüğü nedeniyle belki de en cesaret kırıcı ve potansiyel olarak yapabileceğin en tehlikeli şey, Tosunun başarısız olduğunu ifade etmektir. Bundan sonra kurumunuzda takdir etme sisteminin başına kimi getirdiğinize dikkat edin. Bu sistemin başındaki Kerimler, bütün olumsuz mesajların dolaştığı duygusal mayın tarlalarında çok duyarlı olmalıdırlar…”
Merhaba
Yarın yeni bir hafta başlıyor. Doğudaki şehitlerimiz ve İstanbul’da selden ölenlerle bu hafta Çeşme’nin güzelliği pek içime sinmedi. Ölenlere rahmet kalanlara sabır diliyorum. Bu ortamda duygusallığımın arttığını hissediyorum. Bölük pörçük kareleri toparlamakta güçlük çekiyorum. Aklımın bir köşesinden, 12 Ağustos’ta Serpil Köyünde (Isparta-Eğirdir) çektiğim video karelerindeki genç elmacı Mustafa Korkmaz’ın söyledikleri tepiniyor. Önce şöyle dedi adaşım, “çiftçilerimiz okumuyor; halbuysem hepsi yazıyor“. Elmacılar bir felaket yılı yaşadılar ve karaleke denen hastalık salgın yapınca kimi çiftçiler yirmiden fazla ilaçlama yaptılar. Yaşam büfesinde sıraya geçmenin çerçevesini veren SSTC nin ikinci gününde odaklandığımız “soru sorma becerileri“ni de Abdil beye sergileme adına bir örnek vermek amacıyla “sen başarını neye bağlıyorsun ?” soruma, dolaylı yanıtı da aynen şöyleydi “not tutma alışkanlıkları yok“. İrkildim. Kendimize döndüm. Meslektaşlarıma, iş arkadaşlarıma baktım. İçimdeki duyguları bastırmakta zorlandım ve ruhuma doğru akan sitemim “kim okuyor; kim not tutuyor ?” oldu. Bu noktaya erişince çatıya çıkıp notlarıma döndüm. Üç defterimi seçtim. Bunlar;
- Teknik danışmanlıkta ustalaştıp (!) kafa tutmaya başladığım 1992 ajandam;
- Satış-Bölge müdürlüğünde deneyim kazanıp yönetmede etkinleştiğim (!) 1995 ajandam;
- Global birleşmeyle pazarlamacı olduğum ve sınır tanımayan seyyah olarak en çok haz duyduğum 1998 ajandamdı.
Hergünü dörde bölerek zaman kullanımımı ölçülebilir kılmaya çalıştığım ajandalarımın sayfalarına yapıştırılmış gazete kupürlerindeki mesajları bugüne taşımaya çalıştım. Bunlardan ilki Sayın D.Gökçe‘nin bir zamanlar Yeni Yüzyıl Gazetesi’ndeki köşe yazısında dile getirdiği “tefecinin öyküsü” idi. Bunun fotokopisini baş Kerim’e göndermiştim. Üstüne bir de not eklemiştim: “İnşallah birgün, bizim için de torbadaki çakıl taşlarından biri beyaz olur”. Yukarıda dediğim gibi teknikte ustalaşınca, hem yapma dedikleri pull çalışmaları (talep yaratma) yapıyor ve hem de prim vermediklerinde bar bar bağırıyordum. Üstelik vermedikçe daha çok yapıyor ve gözlerinin içine sokuyordum. Biliyordum ki torbadaki çakıl taşlarının ikisi de kara ve beyaz çekme şansım yok. İnancıma göre, yine de, mutlaka, beyazı bulacaktım. Zaman ve mekanda buluşamasak da beyazı sonunda buldum. Ve beni bugünlere getiren ustalık yolculuğunda hergün pişerek, hatalardan öğrenerek heyecanlarım sürekli yüksek kaldı. Şimdi de güncelleyip paylaşmaya çalışırken, yolculuklarda kolaylaştırıcı olmaya çalışırken kimilerini anlamakta güçlük çektiğim fıkralı yorumları da almaktayım. Onlara da teşekkürler. Neyse. Sayın Gökçe, köşe yazısındaki öyküsünü onunla sevmeye başladığım E.D.Bono’nun “lateral thinking/Yanlamasına düşünce” isimli kitabından almıştı. Bay Bono’nun pekçok kitabını alıp defalarca okudum; mesajlarını alıp kullanmaya çalıştım; 1997 Ocak ayında İstanbul-Dedeman’daki çok özel toplantıda iki üst Kerimi aşıp sahneye fırladığımda da Bay Bono’nun “Sur/petition” isimli kitabına odaklanmıştım. Ertesi sene Mersin’de baş yardımcı Kerimsiz kaldığımız yıllık toplantıda da siyahlarla sahneye fırladığımda da Bay Bono’nun “Altı Düşünce Şapkası” uygulaması yapıyordum.
Herneyse. Bay Bono ve Sayın Gökçe ikilisinin sanırım çok yakın etkileşimleri oldu ki bir başka köşe yazısında (YY/ 02.09.97) da şöyle diyordu Bay Gökçe:
“… Şöyle bir olay düşünelim. Balık avlamaya gidiyorsunuz ve yanlış yem, yanlış iğne ve yanlış oltayı yanınıza aldığınızın farkına varıyorsunuz. Bunun farkına vardığınız andan itibaren eğer elimde doğru yem, iğne ve olta olsaydı çektiğim zorlukları çekmezdim; çok daha başarılı bir balık avcısı olurdum, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Yani aletleri suçluyorsunuz. Tabii unutkanlığınız için kendinizi de. Alternatif aletler olunca, eski aletler suçlanır.
Peki, eğer yanlış yem,iğne ve oltayı aldığınızın farkında olmasaydınız ? O zaman burada bu şekilde balık tutmak amma zormuş diye düşüncektiniz. Elinizdeki aletleri suçlamak aklınıza bile gelmeyecekti, eski yaklaşım diye bir düşünceniz olmayacaktı.
Şimdi bir de düşünün ki elinizdeki yem, iğne ve olta herkes tarafından bilinen tek yem, iğne ve olta olsun. Herkes onları kullanıyor. Herkes balık avlamakta zorlanıyor. Herkesin yorumu “Balık avlamak zor iş abicim !”. Bu durumda aletleri suçlamak kimin aklına gelirdi ki ? En fazlası, kendinizi suçlardınız, bu işi pek beceremediğiniz için. Birine şikayette bulunursanız da bu konuda balık avlamayı daha iyi bilen birinden biraz eğitim almanız tavsiye edilirdi. Aletlerin kötü olduğu, suçun malzemede olduğu kabul edilmezdi.
Peki şimdi “düşünce” araçları ve yaklaşımları gözönüne alalım. Acaba sorunlar önümüze yığılmaya başladığı zaman, farklı düşünce tarzı ve yaklaşımlar olabileceğini kabul eder miyiz?…”
Bay Gökçe’nin 12 yıl önce “Sokrat’tan Sezai Madra’ya” başlığıyla yazdığı yazı mükemmel yaklaşımlarla sürüyor. Bugün umutlarımı bağladığım üç kişinin ruhsal yapısında bu örneğim benzer izlerini görüyorum. ilgilenen olursa fotokopisini pdf formunda iletebilirim. Yazımın başlığına gelmek istiyorum. Çatıya çıkmışken yakın zamana da bir göz atmak istedim.
Çok etkilendiğim altıncı ve yedinci “Mükemmeli Arayış Sempozyumu (MAS)” dan notlar beni bir kitaba götürdü. Belki de bu yönelişin temelinde son günlerde aklıma takılan “etik pusula” ya da ölçülebileceğine inandığım “Etik Yeterlilik Envanteri (EYE)” kavramları oldu beni etkileyen. Üç yıl önceydi. Önceki yılın tadı damağımda kalmıştı. Bir yıl önce “küçük adımlarla büyük işler başarmak” bakışında ve “Kelebek Etkisi” odağında altıncı sempozyumdan çok şey öğrenmiş; Prof.Dr.M.Yunus’u oda arkadaşından “mikro-kredi/ Gramenbank” öyküsüyle tanımış ve dinlerken ağlamıştım. Üç yıl önceki yedinci sempozyumun başlığı ise “gelecekte var olmak; ya da olmamak” idi. Hem Syn.li o günlere, hem de ABG lu bu günlere cuk oturan bir kavram. Sempozyum binasında firmalar stnadlar açmıştı. Bunlardan birisi de Soyak’tı. Soyak, standında kitap dağıtıyordu. Hem de ne kitap abicim. Bu kadar güzel olabilir. Birini kendime aldım; diğerini de kurumun kitaplığına koydum. Bir elektronik postayla da herkese okumasını önerdim. Hergün çay makinesine giderken gözucuyla kitabın konumunda bir değişiklik olup olmadığını gözledim. Nafile gayretlerim. Kimse okumadı; tıpkı elmacı Mustafa’nın geçen ay dediği gibi “okumuyorlar abicim”. Ben de bir kurumdaşımı seçtim ve dedim ki “al sen oku; hatta senin olsun”. Aldı ama okudu mu bilmiyorum. Bunca öykülendirdiğim kitabın adı: “Moral Intelligence(Etik Zeka/İŞ Performansının Artırılması ve Liderlik Başarısı)“. Doug Lennick ve Dr.Fred Kiel, tarafından 2005 de yayımlanmış. Mükemmel bir kitap.
Bugün kimi zaman yağışlanan Çeşme’nindeniz kenarında o kitabın bir bölümüne dalıp gittim. Bölümün adı “duygular” ve beni bu tek sözcük aldı, 1993 sonlarında Ankara’dan gelen bir telefona götürdü. Baş Kerim’le birlikte Bakanlık ziyaretinde olan Satış Müdürümüz sevgili İsmet Uğur, telefonda aynen şöyle diyordu “Seni bölge müdürü yapmak istiyoruz ama bir endişemiz var, çok duygusalsın“. İlk anda sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Şimdi bu anıyla kitabın o bölümünden kimi alıntılar yapıp bugüne dönmek istiyırum:
“… Genellikle, yapılacak doğru şeyin ne olduğunu biliriz (etik pusulamızı kullanarak) ve çoğunlukla doğru olan şeyi yapacağımızı biliriz (etik yeterliliklerimizi kullanarak). Peki, doğru olan şeyi yapmaktan bizi alıkoyan nedir ? Etik meydan okuma, genellikle çok yüklü duygulara neden olur. Duygularımızı nasıl olumlu şekilde kullanabiliriz ?…
Aynı doğrultuda kalmamızıın önündeki potansiyel engelleri düşünün. Yıkıcı duygular ve etik virüsler tehdit oluşturduğunda, duygusal beceriler değerlerimize bağlı kalmamızı sağlar. Duygusal yeterliliklerin etik bir yanı yoktur fakat duygusal yeterlilikler etik olarak zeki bir lider için gereklidir…
Her an dünyaya düşüncelerin, duyguların ve eylemlerin oluşturduğu “deneysel bir üçgen“den bakarız. Ne olduğuna bakmada biz hep düşünürüz, hissederiz ve yaparız ve bunları aynı anda yaparız. Tosunlar ve Kerimler olarak çoğumuz bu üç alandan birinde çalışmaktan rahatlık duyarız. Bazılarımız mantık ve fikirlere güvenen düşünen tiplerdir, bazılarımız duygularıyla karar vermeye meyilli duygusal tiplerdir ya da bazıları bir soruna yanıt vermenin yolu olarak yapmak, harekete geçmek isteyen fiziksel tiplerdir…
Kuşkusuz düşünceler güçlüdür. Düşüncelerimiz şüphesiz duygularımızı ve yaptıklarımızı etkiler. Ama duygular da bir o kadar güçlüdür. Korku bizi hareketsiz bırakacak kadar felce uğratır, öfke sağa sola yumruk sallayacak hale getirir, iyimser inançlar bize cesaret verir. Yaşamın bu deneysel üçgeni düşüncelerin, duyguların ve hareketlerin içinde karşılıklı olarak durmadan bir diğerini etkileyen sonsuz bir döngüdür...”
Yaşam Büfesindeki Deneysel Üçgeninizde başarı öyküleri yazarken yolunuz hep aydınlık olsun.
Öykücü (mustafa@copcu.com)