Yaşam Büfesinde “Dirhem”

“…Gök gürültüsünden çok korkan serçe “Kırk dirhem yağım eridi” demiş. Bunu duyan arkadaşı “Sen kendin kırk dirhem gelmezsin” deyince serçe “Herkesin dirhemi kendine göre” diye yanıt vermiş…”

Haz ve Ötesi 6 (Dirhem) > Berber Recep, Eski dostlar ve paylaşılan değerler (1986)

Merhaba

Neden böyle bir öyküyle başladı yazım ? Akdeniz sahillerimizde artan orman yangınlarının yüreğimdeki sızısı, yıllar sonra Marmaris’te 2013 yılında buluşan ZM68 in yeniden paylaşılan grup fotoğrafındaki kompozisyonu bir daha aynen yaşayamamanın hüznü varken içimde “neden dirhem ?”…

Seksene yaklaşırken, yıllarda, karşı kıyı görünürken günlerde, ne elin ayarı, ne dilin kemiği, ne de gözün gördükleri yeterince net değil… Ne karada sopasız yürüyüşteki çizgi düz, ne de sadece ıslanmak için de olsa karadan elli metre ileriye gitmeyen deniz sefamdaki gidişim düzgün. Artık bir şeylerin eskisi gibi yolunda gitmediği gerçek ve daha dikkatli olmak gerektiği de ortada. Rutinlerine daha fazla odaklı yaşamalı insan, yetmiş yılın yarattığı alışkanlıkların oluşturduğu tuzaklara düşmemek için. Hala “neden dirhem ?” konusuna giremedim.

Geçen ay arabamın vizesi için randevu aldığımda e-devlet notlarında bir sıkıntı görmedim. Sağolsun Netdirekli Çağlar arabamı götürdü ve biraz sonra telefon etti “Trafik cezası borcu varmış”. Ve yine sağolsun oğlum Kerem nedir, nedendir diye düşünmeden sistemde görülen iki trafik cezasını ödedi (345 + 217TL) ve vizeden geçtim. Ancak aklıma takıldı “nedir bu cezalar ?” diye ve sordum, soruşturdum. Öğrendim ki birisi otoyolda radara yakalanma diğeri de Konya/Ereğli’de sisli havada sis farlarını yakmama cezası imiş. Ben ve arabam sözü edilen tarihte (22.03.2020 günü ki korona nedeniyle sokağa çıkma yasağının başladığı gün) Konya/Ereğli’de bulunmadık ki sis farlarımız yanmıyormuş olsun. Çeşme Sulh Ceza Hakimliği kanalıyla Ereğli Sulh Ceza Hakimliğine itiraz dilekçemi verdim, ekleriyle birlikte. Bakalım beklediğim olumlu sonucu alabilecek miyim ? “Boşuna uğraşma bundan bir şey çıkmaz” dese de çevrem, bu da benim “dirhem”im olsa gerek !

İkinci ceza da ilginç. Arabamı servise götürürken yardımcı olan (Çeşme’ye gelip arabamı alan ve bakımın yaptırıp geri getiren) Netdirektli arkadaş Seferihisar kavşağında 142 km/h hızla radara girmiş. Korona nedeniyle Çeşme’de olduğumuz için ceza bildirimi Mavişehir’deki evimin posta kutusuna yapıştırılan notla haber verilip muhtarımıza bırakılmış. Bir aylık gecikme sonrası bu cezayı (288+14.40) bankaya yatırmıştım. Bereket dekontunu ajandama yapıştırmışım. İkinci ceza da buymuş. Sevgili Kerem ve ben ne olduğunu bilmeden bunu da mükerrer ödemiş olduk (345TL). Şimdi bunu geri alabilmek önemli benim için; çünkü benim seksene yaklaşan yıllarımın öğretisinde ve rutinlerimin “dirhem”inde bu konu en azından “akıl takıntısı” açısından öncelikli. Bunun için iki defa Taşıtlar Vergi Dairesinin olduğu Şirinyer’e gidip gelmem gerekti. İki sefer arasında Netdirekt var. Vergi dairesi önünde yüz kişilik kuyruk var. Bereket akıllı davranıp danışmaya gidip durumumu anlatınca sırada beklemem gerekmedi ve evrak kayıttan sonra ikinci katta “itiraz ve düzeltme” masasına gittim. İşim uzamadı. Genç hanım “sizin itiraz ettiğinizle ödediğiniz ceza farklı” dedi. Yine de beni “TPC” masasına gönderdi daha detaylı bilgi almam için. Elimde üç beş kağıt Netdirekt’e döndüm. Netinli Ali’nin ısmarladığı pideyi yiyip de karnım doyunca gözüm açıldı ve belgeler arasında bağ kurabildim. Meğer aynı cezayı bana iki kere ödetmişler. Hemen tekrar Şirinyer’e gittim. Bu kez genç hanım elimdeki banka dekontunu daha dikkatli inceledi ve sorunun kaynağını buldu. Meğer banka dekontuna aracımın plakası “35” yerine “34” olarak yazılmış ve ödediğim ilk ceza Taşıtlar Vergi Dairesi yerine İstanbul’da Nakil Vasıtları Vergi Dairesinin hesabına geçmiş. Bir form verdiler. Doldurdum. Derdimi anlattım. IBAN numarası verdim. Formu ekleriyle birlikte evrak kayda götürdüm. Elime bir kayıt numarası verdiler. Şimdi hesabıma 345 TL gelecek diye bekliyorum. Artık “neden dirhem ?” sorusuna gelsek mi !

Saat 14.30 da Şirinyer’de işim bitti. Saat 15.30 da Alsancak’ta randevum var. Aradaki bir saatte ne yapacağım ? Gürçeşme yoluyla Zeytinlik tarafına yöneldim. Hiç değişmemiş. Hala elli yıl önceki yollar ve binalar. Ülkü Sineması kavşağına gelince sağa kıvrıldım. Baktım “Hamam Sokağı”nda trafik yoğun, Albayrak Sineması önünden devam edip yirmi dokuz yıl yaşadığım sokağımı (1159) görmek istedim. Oraya varıncaya kadar geçtiğim birkaç sokak aynı görünse de evlerin hepsinde romanlar vardı. Romanlara yabancı değilim. Zeytinlik / Tepecik arasında geçen yaklaşık otuz yılda fakülteye giderken (1963/68) Hilal’den trene binmek için hemen her gün romanların mahallesinden geçtik (ben ve rahmetli Latif). Yetmedi enstitü yıllarımda da (1970/85) çoklukla servis otobüsüne binmek için aynı roman sokaklarından gidip geldim. Ancak ya elli yıl önce benim gözlerim olguları daha güzel görüyordu ya da gerçekten de olgular daha güzeldi. Ya da şimdilerde paradigmamın oluşumunda Karşıyaka ve Çeşme olgularının etkisinde algılarımı şekillendiren alt yapı değişmişti. Sokağıma gelinceye kadar her ev ve her insan gözüme daha bir fazla… göründü. Sokağıma gelince algılarım eskisine döndü. Sanırım taraf tutuyorum. Bizim ev iki katlıydı. Yığma kargir binaydı. Şimdilerde dört katlı olmuş. Nasıl olmuşsa ! Diğer evler aynıydı. Birkaç fotoğraf çekip bakkal dükkanımızın olduğu 1148 sokağa gittim. Yolun doğu tarafındaki binaların çoğu yıkılmış ve yeşil alan olmuş. Aslında hiçbir şey olmamış; ne yol genişlemiş ne de gerçek anlamda yeşil alan olacak bir görünüm oluşmuş. Bizim dükkan (Parmaksız Saim’in “Aile Evi”ve eklentileri), Muzaffer abinin ve Etem Ağanın kahvesi ve diğer dükkanlar yok olmuş. Batı yanındaki dükkanlar duruyordu ve bunlardan “Cevdet’in berber dükkanı” aynen duruyordu. Oraya uzandım ve içinde tek başına oturan berberi gördüm. Cevdet değildi. Daha önce de yazım Cevdet’in abisi “Necmi Abi”yi 1963 yılında rahmetli Latif’le Ankara’ya üniversite kaydı için gittiğimizde tanımıştım. Bizi evinde misafir etmişti. Kendisi Polis Armoni Mızıkasında saksafon (!)  çalıyordu. Daha sonra İzmir’e geldi. Belediye bandosunda yer aldı ve düğünümüzde orkestramız oldu. Her neyse. Dükkanda gördüğüm berber, Necmi abinin kardeşi berber Cevdet’in çırağı imiş vakti zamanında. Cevdet dükkanı ona devretmiş; adı Recep. Korona korkum depreşse de girip de traş olayım istedim. Recep ne yapacağını nasıl davranacağını bilemedi Karşıyakalı bir bey gelmiş diye. Ben genellikle berberde hiç konuşmam; berberlerim de (Alaçatı Hayri, Zeytinlikli Cevdet) benimle pek konuşmazlar. Bu Recep susmak bilmedi. Hani bir Türk hikayesi vardır. Arabistan’da geçer. Küçük çocuk ayakkabı tamircisinin Türk olduğunu anlar ve konuşur da konuşur ya işte onun gibi. Recep da aynı onun gibi Afyonlu oluşundan, Yeşilyurt’ta oturuşundan, Eylül ayında oğlunu everecek olduğundan, çevresinde konuşacak kimsenin olmayışından, oğlunun Manisa Celal Bayar Üniversitesinden mezun olduğundan ve baştakilerden şikayet etmekle birlikte “Z Kuşağı” ile internetin etkisi altında benden daha da umutlu olduğundan durmaksızın söz etti ve anlatırken yüzündeki maskeyi çenesinin altına indirince bir ara korondan daha çok korkmadım değil… Şimdi “neden dirhem?” zamanı…

Traş bitti. Hesabı ödeyeceğim. Recep’e sordum “kaç lira ?” Recep “Ne verirsen ver” dedi. İşte hiç sevmediğim şey. Az da versem çok da versem benim canım sıkılır. Etrafıma bakındım. Listede “saç traşı 20 TL” yazıyordu. Cebimden çıkardığım paralar “50+20”TL idi. Elliliği uzattım; Recep diğer yirmi yeter dese de “sen bundan 30TL al” dedim. Recep de öyle yaptı. Ancak çekmecesinde geri verecek yirmi lira yoktu. Cüzdanından 20 TL çıkarıp verdi. Demek ki o günün ilk müşterisi bendim. Cüzdanındaki para önceki günlerden kalandı. Recep’in listesindeki 20 TL ile benim verdiğim 30TL benim (bizim) “dirhem” imizdi. Bu anıyı ve yüreğimde şehrin varoşlarındaki yaşamın dayattıklarıyla bugün, Netgiller ve türevlerinin, Burdur’un kuyularının, Sidney’den San Diego’ya uzanan mestlerin etkisinde Çeşme ve Karşıyaka standartlarının çatışmalarındaki “dirhem farkları”nı görmek acıtıyordu. Bu olguyu oğullarımla paylaştığımda “100TL verseydin” geribildirimi alınca yine “herkesin kendine göre olan dirhem”i düşündüm bu sabah deniz kenarında elimdeki kitabı tekrar tekrar okurken. “Neden dirhem ?” için “kariyerimin üçüncü dönemeci”nden iki örnek daha vereceğim. Önce elimdeki kitaptan (Gündelik Bilmeceler; TÜBİTAK 1996) küçük bir pasaj…

Bir gün Richard Feynman (1918/1988; https://tr.wikiquote.org/wiki/Richard_Feynman) ve babası korulukta yürüyorlarmış. Genç Richard babasına “şu kuşun adı ne ?” diye sormuş. Babası “sana bunu söyleyebilirim ama bunun sana ne yararı olur ?” Biz bir ad koymuşuz, Çinliler başka bir tane. Bilimde önemli olan isimler değildir. Kuşlar kanatlarını nasıl kullanıp uçarlar ? Yavru kuşlar nereden çıkar? Kuşlar evrim sürecinde ne gibi değişiklikler geçirmişlerdir ? Önemli olan bu gibi soruların cevaplarıdır. Gerçek bilim budur.” diye cevap vermiş. Kitabın önsözünde “hangi soruyu sormak gerektiğini bilmek” ve doğru soruyla doğru yola girdiğinizde çözümün kendiliğinden geleceği görüşü ağırlık kazanmış. “Neden dirhem ?” ve “Herkesin dirhemi kendine göre” için 1986 yılından iki anım var paylaşmak istediğim.

Aradan 35 yıl geçmiş. Enstitüden istifa edip CINOS’un ilk evresi olan Ciba-Geigy’de yer almıştım 1985 yılının “Bahar Bayramı“nda… Bir yıl sonra gündemde iki önemli fungisitin (RMZ ve TPS; fungisit, bitki hastalıklarıyla mücadele etme ilacı) Türkiye’de satılabilmesi için ruhsat alması gerekliliği önüme düştü. Biri bağda (üzüm); diğeri de tütünde zirai mücadele araştırma enstitüsü uzmanlarınca tarla denemelerine alınması ve biyolojik etkinliğinin saptanması gerekiyordu. İlaçlardan biri sistemik diğer ise karışım (sistemik+kontak) yapıdaydı. O yıllarda hem sistemik ve hem de karışım ilaçlara karşı ciddi bir direnç oluşmuştu. Bilinmeyenlerin korkusu baskındı. Bu nedenle yeni kavramlarla bu direnç by-pass edilmeye çalışılıyordu (lokal sistemik, translaminar gibi). Ne var ki daha güçlü sistemik etkiye sahip olan pekçok ilaç bu direnç oluşmazdan önce piyasaya girmişti. Pazara bilinç oluşmadan önce, erken girmiş olan rakipler, içlerinden yüzümüze karşı “Atı alan Üsküdar’ı geçti; geçmiş olsun” olsa da ya da “geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” dese de “sempatik ikmal” ile süreci hızlandırmam gerekliydi.

Tütün çok hassas bir konuydu. Denemeye alınacak ilaçlar daha fazla parametre ile inceleniyor ve etki ve kalıntı dışında “tat-içim analizleri” ile Tekel uzmanları devreye giriyor ve ürünler daha derinlemesine test ediliyordu. İlacın kontrol etmesinin beklendiği, hedef hastalık olan “Maviküf” Şark Tipi tütünlerden daha çok, sulanıp, gübrelenen ve boyu posu insanı aşan Amerikan Tipi Tütünlerde görülüyordu. Enstitü uzmanları (AK/EO) deneme yapmayı kabul ettiler. Onları iki haftada bir arabamla alıp Manyas ve Gönen’deki tütün fideliklerine, deneme tarlalarına ve kurutma tesislerine götürdüm Nisan ayından Ağustos sonuna kadar. Her turda en az iki gece Gönen’de konaklıyorduk. On altı yıllık enstitü hayatımda en sıkıntılı şeyin seyahat için araç ve hatta benzi bulmak ve konaklama için kamu kuruluşlarından yer ayarlamak olduğunu yaşayarak yakından biliyordum. Bu nedenle önümde iki seçenek vardı. Ya arkadaşlarımla Gönen kaplıcalarında (Yıldız Otel) rahat iki gece geçirip onlara da rahat yatak yüzü gösterecektim ya da enstitü yıllarımda olduğu gibi Tahirova Alman Çiftliğinin misafirhanesinde onlarla beraber alt üst ranzalarda yatacaktım ki Tahirova’nın ranzaları bile biz kamu çalışanları için lüks sayılıyordu. Hangisi doğru olurdu ? Ben hangisini seçtim ? Neden ? Bu yazıyı yazmadan hemen önce kahvaltıdan sonra Nezuş’la bu konuda kısa bir sohbet yaparken 35 yıl sonra bile seçimim konusunda aynı görüşte olmadığını açıkça ifade etti. Ben çiftliğin ranzalarını seçtim. Neden ? Benim “dirhem”im mi bu kadardı ? Hayır. Açıklayacağım.

Aynı yıllarda (1986) ikinci kritik öneme sahip ilacın da bağda (üzümde) denenmesini istiyorduk. Prosedürün öngörülerine göre geç kalmıştık. Bir yıl kaybetmeyi istemiyorduk. Bir şeyler yapmalı “sempatik ikmal” ile bir şeyleri hızlandırmalıydık. Ben daha SSTC nedir bilmiyordum. İki İsviçreli doktor (Dr.Heye / teknik; Dr.Kaeding / Pazarlama) bizi (teknik ekip) İstanbul’a çağırdı. Bir odaya kapattı (!). “Haydi bakalım 3 tane açık, 2 tane kapalı ve 1 tane de fayda ekli soru hazırlayın” dedi. “Nol’cek bunlar ?” dedik. “Yarın gidip bakanlık temsilcisine soracak ve ilacı bu yıl denemeye aldıracaksınız” dediler. Halbuki biz zaten bu işi başlatmıştık. Şimdi önemli olan enstitüdeki konu uzmanındaydı. Onların dediklerini yapsaydık “pişmiş aşa su katmış” olacaktık. Her neyse soruları hazırladık ama onları ignor edip (duymazdan, görmezden gelip) konuyu geçiştirdik. Bu kez de özellikle Dr.Heye konu uzmanını “Fransa’ya götürüp ilaçladığımız bağları gösterelim” dedi. Konu uzmanının “satın alma dürtüsü” neydi ki Fransa’ya gitmek istesin ? Onun beklentisi bitirmekte olduğu doktora çalışmasının yazımı ve basımı için destek bulabilmekti. Çok daha basit ve kolaydı onu memnun etmek. İşte bu örnekte de “kişinin dirhemi kendine göre” idi.

Üç örneği “dirhem” çerçevesinde toparlarsam; Recep’e 20 yerine 30 değil de 100TL verseydim ilk anda belki daha çok memnun olur ancak daha sonra mutsuz olurdu bence. Zeytinlik’teki berberliğin rutinindeki 20 lira yerine Karşıyaka’nın yansıması olan 100 lira onu kendi dirhemi konusunda daha kalıcı mutsuzluğa iterdi. Sohbet sırasında benim Zeytinlik’ten gidip Karşıyakalı olduğumu biliyordu. Tütüncüleri çiftliğin misafirhanesinden çıkarıp özel sektörlü olmanın otel konforuna götürseydim beni artık kendilerinden biri olarak değil firmacı olarak görürler ve yokluğumda kamu/özel sektör kıyaslaması ile mutsuz olurlardı. Halbuki çiftlikte birlikte ranzalarda yatmakla “yok aslında birbirimizden farkımız” yargısına ulaştıran aynı “dirhem” ölçümüz olduğunu korumaya çalıştım. Projenin sonuna kadar bu olumlu etki art niyetsiz sürdü. Bağda da aynı şey oldu. Aradan 35 sene geçmesine rağmen geçen gün görüştüğümüzde “aynı dirhemli dost” kılıcı, dost kalıcı olmanın olumlu etkilerini hissettim.

Sözün özü; doğru zamanda, doğru yerde, doğru konuda ve doğru kişide “herkesin kendine göre olan dirhemin” en küçük ortak katında buluşursan ve maske ve mesafeni korursan pandemi koşullarında bile işlerin kolaylaşır”.

Sağlık ve esenlik dileklerimle ve “Su Terazisi”nin ana konusu olan toplumdaki eşitsizliklerin azalması umuduyla yolunuz açık ve aydınlık olsun.

Öykücü