“…Yemyeşil ormanlardan birine bir adam gelmiş. Onu gören ilk ağaç hüngür hüngür ağlamaya başlayınca uzaklardan bir başka ağaç “Neden ağlıyorsun ?” diye sormuş. Ağlayan ağaç “Artık sonumuz geldi” demiş “İnsan denen canlı ormanımızda ve hepimizi kesecek”. Uzaktaki ağaç “Korkma” demiş “Nasıl olsa o bir yabancı. Bizi yeterince tanımıyor bile. Eğer içimizden birinin ihaneti olmazsa bize hiçbir şey yapamaz”. Ağlayan ağaç “Bunları ben de biliyorum. Ancak içimizden birinin ihanetine uğradık bile. Çünkü, adamın elindeki baltanın sapı, ne yazık ki bizden”…”
Merhaba
“Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana hey ormana” derken, bunu bir okul şarkısı olarak ulu orta bağırırken ellili yıllardaki çocuk dilimizde “çocuk masumiyeti” nin nasıl ırzına geçildiğini düşünüyorum. Ve bugün her zaman olduğundan çok daha fazla, organize şekilde ormanlarımız yanıyor. Hainler yakıyor. Hainler söndürmemek için her şeyi yapıyor. Hainlerin elindeki balta değil bugün ağacı korkutan, yüreklerindeki kindarlığın ateşi yakıyor. Buna su yetmiyor. Sular tomalarda bekliyor. Yangından hemen önce yeni bir yasa çıkıyor. Yasa yanan yerleri imara mı açıyor ? Buna dünden teşne kuruluş köy evleri projesini utanmadan sıkılmadan duyuruyor. Ülkem elden gidiyor. Sınırlar kevgir olmuş; giren hainlerin yerli hainlerle beraberliği kesintisiz kılınmış. Buna iki yıl sonraki yüzüncü yılın umudu ya da umutsuzluğu da çare olacak gibi değil. Artık ne selin erozyonu, ne altıncının dağları zehirlemesi, ne ormanın yakılması etkisini yarınlara bırakmıyor. Kuzeyde sel evleri alıp götürürken hazır suyu bulmuşsun al bir keyif çayı iç demek moda olmuş. Bu moda güneye de inmiş ve yangından insanlar ölürken hazır ateşi bulmuşsun al bir keyif çayı demle demek adetten sayılır olmuş. Akıl bir yerlere kaçmış; vicdan dersen ortada yok. Asiye’nin kurtulacağı umudu hala var mı bilmiyorum…
Silkinmek ve bugünden, bugünün ateşinden sıyrılmak istiyorum. Bu “Si*indirik Yaklaşım” dan kurtulmak istiyorum desem de yalan; istemiyorum. Yine de “aklıma mukayyet olamamak” tedirginliği içinde sıcak bedenini korkuturken akıl sağlığımı yitirmek istemiyorum. “Kırılma Noktası” ve “Son Dönemeç” gibi uydurduğum “Si*indirik Kavramlar” dan medet umuyorum.
Arşivimde gezindim. Yirmi beş yıl öncesine (1996 yazı) uzandım. Bence mucizeler yaratan Mehmet’i özlediğimi hissettim. Neden mucize ve o noktaya nasıl gelindi ? Bir yıl önce (1995) bizimle beraber oldu Mehmet. Bir yıllık çalışmanın sonucunu tee Kolombiya’ya gidip anlattı. Tıpkı altmışlı yılların başlarında Almanya’ya gönderdiğimiz işçilerimiz gibi Mehmet’i daha ilk yılında ve de Kolombiya gibi bir yabancı ülkeye göndermeden önce gerekli oriyentasyonu yapmış mıydık ? Bence, hayır. Saldık çayıra mevlam kayıra diye atıverdik denize yüzmesini bilip bilmediğine bakmadan. Bu nedenle Mehmet mucize yarattı. Çukurova’nın kara kuru genç ziraatçısını alıp getirdik ve Alaşehir’de bir başına bıraktık. Bağı bilmezdi; öğrenir dedik. Bağcıyı bilmezdi; iletişim kurar, yaşar öğrenir dedik. Ege’nin kültürünü bilmezdi; düşe kalka öğrenir dedik. Biz ondan daha iyi durumda mıydık ? Pamuğa odaklı şirketimiz eksik portföyle, söylem/eylem tutarsızlıklarıyla, “hendekleri kazmadan” mış gibi hazırlıklarla bağ pazarına giriverdi. Buna nasıl karar verildi ?
Birkaç yıl daha geriye gideyim. Dr.Vorley denen bir araştırıcı “Küçük Çiftçi Projeleri (SFP)” kavramını geliştirdi (~1992). Buna “Çiftçi Destek Ekipleri (FST)” ni monte etti. Böylece üç temel üzerine konunun hem omurgasını oturttu ve hem de çerçevesini çizdi. Uygulamayı göremeden şirketten ayrıldı. Eserini Bay Ledru sürdürdü daha sistematik yaklaşımlarla. Üç temel kavramın ilki “Aplikasyon Teknikleri” idi ki 1986 yılında Les Barges’daki iki haftalık uygulamalı eğitime katılarak tüm yönlerini öğrenmiş ve sertifika almıştım (ben, Dr.ÜD ve diğerleri). İkinci temel kavram “IPM” idi. Açılımı “Bütünleştirilmiş Zararlı Yönetimi” olan IPM henüz netleşmemiş bir yaklaşımdı. Kamuda adeta “İlaçsız Tarımsal Savaşım” ya da “Biyolojik Mücadele” olarak algılanıyordu. Bu nedenle bu kavramla yola çıkarken tehlikeli sularda boğulmamak gerekliydi. Üçüncü temel kavram da “Safety/Güvenlik”ti ki esas olarak “Sağlığı Korumak”tı. Buradaki “sağlık” konusu da tam net değildi. Bağın, ürünün, çevrenin sağlığını korumak kadar ilaçlama yapan bağcının, tüketicinin korunmasını da proje disiplini içinde ele almak gerekliydi. Bunların hepsinden önce “hangi ürün için yola çıkacaktık ?”.Doğru ürünü seçmek çok önemliydi. Biz şirket olarak pamuk odaklıydık ve özellikle de zararlılar konusunda. Portföyümüzde “…ron grubundan” bir seri ilaç vardı ve genç fide döneminden hasada kadar sokucu, emici, kemirici, hoplayan, zıplayan, beyazından yeşiline kadar hemen tüm zararlı böcekleri kontrol için çözüm zenginiydik. Hatta 1985 yılında Adana’da masaların üstüne atılmış paraları görünce ve yıllık 250 ton satarız deyip de 600 ton satınca merkezin bile aklını g**veren edince şımarmıştık. “Push Allah push (Yallah bastır)” ile kısa sürede sonumuzu hazırladığımızı bilemedik. Bereket pamuğu seçmedik SFP/FST sepetinde yer almak için yola çıkarken. Ne zaman başladı bu sevda ?
Cibalı oluşumun yedinci yılıydı (1992). Yedi yılda bir adım ilerlemeyen teknik danışmanlık çerçevesinden sıkılmaya başlamıştım. IPM ile bağıntılı SFP/FST sarmalını görünce görevim olmasa da alt yapıyı hazırlamaya başladım. O yıl toplantımızı Antalya / Kemer / MarkoPolo’da yaptık. Eşli ve keyifli bir toplantıydı. İki aşamalı idi. İlki rutin yıllık toplantı; ikincisi PL çalıştayı idi. İkisine de katıldım. PL Çalıştayının ardıllarını ve öğretilerini daha sonra yazayım.
Her zaman olduğu gibi toplantı süresince durmadan yazıyordum. Kim ne dedi ve o sırada kimler ne yapıyordu ? çerçevesinde iki günde yetmiş iki sayfa not tutmuştum. O sırada birkaç kez “IPM” sözü ortaya atılınca baş otorite “Bunu en iyi sen bilirsin; neymiş bu IPM ?” diye sordu. Ben de “Öyle birkaç cümle ile anlatılamaz; siz bana öğleden sonra 15 dakikalık bir zaman verin; sahneye çıkıp anlatayım” dedim. Otorite bu isteğime önce itibar etmedi. “Hadi canım sen de…” benzeri bir bakışla geçiştirip isteğimi duymazdan geldi. Bir süre sonra tekrar IPM denilince otorite tekrar bana dönüp açıklamamı istedi. Ben yine aynı yanıtı verdim. Bu kez dayanamadı ve isteğimi kabul etti. Öğleden sonra toplantının başlangıcında bana 15 dakikalık bir sunum olanağı verdi. Şaka değil; yıllardır değil ama aylardır hazırlanmıştım. Hazreti Musa’nın öyküsünde olduğu gibi “hendekleri kazmıştım”. Bond çantamın içinde asetatlar ve kırmızı tulum vardı. Nasıl sahneye çıktım ? Neler söyledim ? Kırmızı tulumun nasıl bir etkisi oldu ? Altı ay sonra “IPM/FST” odağında ilk İngilizce sunumum olacak olan Alicante’de neler söyledim ? “Alicante Horozu” ile sunum becerilerinin en etkili sonucunu nasıl elde ettim ? Nasıl bir övgü aldım ? Ertesi yıl Budapeşte’de aynı toplantının (Avrupa Ülkeleri IPM Konferansı) ikincisine katıldığımda teknikten satışa geçtiğim için “IPM” i nasıl tansforme etmiştim ? Ve tüm bu ardışık gelişmelerle Bay Ledru ve Dr.Hoppe nasıl devreye girdiler ? Ellerinde Toblerone ile Alaşehir bağlarında ne işleri vardı ? Aplikasyon tekniklerinde eğitmen olan rahmetli Hans bey Sultana için geldiğinde nelere tanık oldu; hangi espri ile ülkesine döndü ? Doç.Dr.M.Hlucy neden jeneratörle Çekya’dan geldi ? Dr.Rüegg neler gördü ? Ülkemde basın ve dışarıda medya projemiz için neler yazdı ? Bunların hepsinden pelivan tefrikası gibi öykü çıkar ve hatta Mehmet bunlarla doktora bile yapabilirdi.
Sözün özü; 1992 yılında MarkoPolo ve bunun ardılları olarak 1993 yılında Alicante, 1994 yılında Budapeşte ilk FST Projemiz olan Sultana’yı yaşama geçirdi. Ertesi yıl (1995) Mehmet bize katıldı. Bir yıla kalmadan (1996 mart) Kolombiya’ya, ertesi yıl Yeni Zelanda’ya (yoksa Endonezya mıydı ?) giden Mehmet tekrar ediyorum mucize yaratı. Ne var ki bunu beraber olan arkadaşları pek anlamadı. İşte bu anlamamak konusunu düşündükçe “Pretty Woman” filminde R.Gere’nin J.Roberts’a söylediği bir söz düşer aklımdan dilime:
“Operaya ilk gidenler (siz bunu FST projeleri olarak kabul eden) ya severler ya nefret ederler. Severlerse hep giderler (ben sevdim ve birkaç sene sonra global birleşmenin ikincisini yaşarken bile, 2000 yılında dünyada sekiz FST projesi olan tek ülke idik. Bunun ne faydası mı oldu ? Bu da ayrı bir yaz konusu olur); sevmezlerse farkı anlarlar ama asla ruhlarından içeri girmez”. Ve güneyde seralarda dört VIP; doğuda kayısıda MAC; kuzey batıda domates ve buğdayda FIT ve WIN ile Sultana’nın liderliğinde sekiz FST Projesi ve 7 proje yürütücüsü ile pek çok mesleki güzellikler yaşadık.
Neden “Kelebek Korkusu” ?
Sultana’nın ilk yılında (1995) bağlarda gelişen Külleme hastalığı epidemisi özellikle Pazar lideri olan ilacı tam bir tehdit altında bıraktı. Bu ilaç bizim ilacımızdı (TPS) ve pazarda onuncu yılını yaşıyordu. Bir yıl önce yaşanan ülkesel krizin etkisi altında bağlar kışı hastalığa karşı korunmasız geçirmiş ve 1995 ilkbaharında iklim koşulları hastalığın epidemi (salgın) yapmasına yol açmıştı. En küçük bir hata (ilaçlamada geç kalmak, zamanında ilaçlamamak, aralıkları açmak, dozu düşük tutmak, düzgün olmayan aletle ilaçlama yapmak, yeterinde kaplama yapamamak, vb) üzümlerde çok ciddi kayıplara yol açıyordu. Bu yetmezmiş gibi gemiyi terk eden hainler (rakip firmaya geçip de SSTC nin tüm öğretilerini unutan ellerindeki balta ile saldıranlar) Pazar lideri ilaca daha fazla zarar veriyorlardı. Sultanalı Mehmet’in ilk yılında Mustafa Doğrul’un bağında bağcılar günü yaptık. Buna ait video kayıtlarını da daha sonra bulurum. İkinci yıl buna biyolojik bir preparatın yönetimli uygulamalarını da ekleyip bağcılar gününü yineledik. Yazımın ekinde buna ait görüntüler var. İşte orada geçiyor “Kelebek Korkusu”.
“Ziraat teşkilatımız da bu konuda çok hassas ama…” diyen bağcı Mahmut’u dinleyen otorite Mahmut ne hissetmişti 25 yıl önce bilmiyorum. Ancak söylemlerimize ve eylemlerimize hiçbir zaman karşı çıkmadı; taş koymadı. Biz de sınırlarımızı korumaya özen gösterdik. Bağcı Mahmut “Biter mi bu memleketin kelebeği; biz ilaçlıyoruz ertesi gün öte yandan geliyor. Zaten kelebekle uğraşmaktan mahvolduk yıllarca” diyerek “bağının mühendisi” olma yolundaki hevesine ve öğrenme ve ustalık yolculuğuna dikkat çekiyordu konuşmasında. Ne günlerdi ama … Her anı bir öykü, anlayana sivrisine saz anlamayana sazı soksan az…
Hata yapmadık mı ?
Hem de âlâsını yaptık. Sultana’nın ilk yılıydı (1995). Yönetemediğimiz Kroto, Ünal ve İsvan beraberliğinin pratiğe aktarılmasını hiç istemediğimiz halde yaşadık. Bindiğimiz dalı kesmekten farkı yoktu yaptığımızın. Aynı günlerde rakibin yine İsvangillerle beraberliğinden uygulamaya aktarılan ilaçlamaların ekonomikliğini ve etkinliğini artırma gayretinin dalga etkisi Sultana’nın içine girdi. Buna bir de İsviçreli Hans Amcanın “sizin bağcılar hamal mı ?” sözleri eklenince ilaçlama tankının içindeki konsatrasyonu artırmadan “spray volume” ü düşürdük; bir tank su ile dört dekar yerine yirmi dekar alanı ilaçladık ki; yandı gülüm keten helva. Bir yanda yılın getirdiği epideminin yarattığı hastalık baskısı, diğer yanda bizim oluşturduğumuz “Hacı Ömer Olgusu” felaket yolunda ilerleyen duble tehditler oldu. Bu konu da hem Mehmet için hem de bizim için “Müşteri İlişkileri Yönetimi” ya da “SSTC” nin ana konularından biri olan “Müşteri Responslarının Ele Alınması” konusunda gerçek bir “Case Study” oldu ki yaptıklarımızın kalıcı olumlu etkisini, 2005 yılında Rio’ya gitmezden önce yaptığım “survey çalışmasında” ve “Hacı Ömer Ziyaretinde” görmek sevindirici idi. Böylece “şerden hayır üretmeyi” becermiştik. Sultana hepimizin gelişmesinde etkili oldu. Kimi zaman sinirler gerilse de “zorlukların orta yerinde mutlu olmayı öğrenip aklın gerçek potansiyeli” gördük. Ben bu söylemi bir yerlerden anımsıyorum…
Buraya kadar; bugün dünden güç bularak yarınlara uzanıyorsa; geleceğe uzanan noktalar geçmişe bakmadan birleştirilemiyorsa; ne kadar geriye bakılırsa o kadar ilerisi görünüyorsa bu anıların ışığında bugün Antalya’da yaşayan sevgili Mehmet’in yolu açık ve aydınlık olsun. Umarım birileri de geçmişin bu tozlu raflarından çıkan korservevari anıların satır aralarından bazı mesajları alırlar ve “Mahmut vs Mahmut” konusunu “dengeyi korurken dik durmak, bir duruş sergilemek (rapport building)” adına dikkate değer bulurlar. Bakalım Akın’dan bir çağrı gelecek mi ? Umudum yok; çünkü …
Sağlık ve esenlik içinde yola devam.
Öykücü