“Baktıkça insan efkarlanıyor. Hepimize, hepimize çok yaman bir kalk borusu gerekiyor. Ağrı Dağının başına bir ala horoz: Başını devire devire ötecek! Derelerin ağzındaki köyler uyanacak. Dağların başındaki köyler uyanacak. Handaki yolcu, kentteki esnaf, taş ocağındaki işçi, hep uyanacak. Uyanan, kazmayı küreği alıp işe duracak. Hayatın düşmanları ile savaşa duracak. Başka türlü olmayacak.” (https://www.irem.kafemiz.biz/efkar-tepesi/)
Alicante öncül (Marko Polo 1992) ve ardılları (~2000 > 2021): Les Barges (1986) dan Paris’e (2005): IPM den FST e
Merhaba
Aynı kökten mi geliyorlar acaba ? Bu soruya yanıt aramıyorum. Bunun için internete bakıp araştırma yapmayacağım. Bu sorunun soru olarak kalmasını istiyorum. Bu ikilinin yollarını ayırmadan birlikte özümsemek istiyorum. Bu cümleleri yazarken Mayıs 2005 ve Paris düşüyor yine belleğimden zihnime. Neden ? “Intuition Walk / Sezgi Yürüyüşü“mü anımsıyorum. Gün ışığı gören toplantı salonundan verilen bir görevle ormanın derinliklerine daldım. Paris ve orman tuhaf gelmesin size. Gerçekten de tarihi şatonun geniş, on hektarı aşkın bahçesindeki ağaçlar “Yağmur Ormanları” gibiydi. Sanki “Yağmur Ormanları”nı gördüm de… “Atma recep din kardeşiyiz” dese de ünlü söz hiç kimse recep kadar atamaz. Recebin atışlarına kimse yaklaşamaz. Vakıftaki okçular bile. Üstelik cuma ve camiyi terk ettikten sonra receple din kardeşi olmayı falan da söylemez oldu dilim; istemez oldu gönlüm…
Neyse ben yine “Keyif ve Efkar” a döneyim. Dün öğleyin hiç sevmediğim kapuska yedim sağlık olsun diye. Akşam üzeri olduğunda her zaman olduğu gibi yeşil çayın yanında biraz kabak çekirdiği yedim (sağlık olsun diye). İştahım yok ve olmasın da istiyorum (tuhaf gelebilir ama var bir nedeni). Dün akşam gün geceye dönerken ufka baktım. Alacakaranlıkta Sakız üstünde hava maviydi (Parliment’in gece mavisi bu olsa gerek). Bahçe ışıklarım akşam ezanıyla birlikte yanmıştı (ışığa duyarlı fotosel). Efkarlandım. Bulgaristan kökenli bir dostum orijinal ambalajında kırmızı şarap getirmişti. Mukavva ambalajı içinde alüminyum poşette kendinden musluklu ilginç bir yapıdaydı. Bulgar alfabesi nedeniyle şarapla ilgili hiç bir yazıyı anlamadım. Üzüm çeşidi neydi ? Nereliydi ? Ne zaman üretilmişti ? Hiçbirini anlamadığım bilmem ne alfabesinin bana tek bir mesajı vardı bence: “Üzümünü ye, bağını sorma”. Ben de aynen öyle yaptım. Bir kadeh şarap koydum masama. Şarabıma bir tek peksimet ve biraz da eski Bergama tulum peyniri eşlik etti. Efkarla başladım ufka bakarken, keyifle bitirdim biraz meyhoş olarak… Buna ihtiyacım vardı. Dün Fethi’de molalı eski rutin yürüyüşlerimden birini yapmıştım yaklaşık iki ay sonra. Biraz fazla mı gelmişti ? Bel ve bacak ağrılarım artıyor gibiydi. Bunları yazarken düşünüyorum da seksene yaklaşırken ben de alışılmışım dışında “biraz fazla nanemolla mı oluyordum ?” diye sordum kendime. Bu soruya da yanıt aramıyorum. Sadece soruyorum ve yanıtın içimden kendiliğinden gelmesini bekliyorum. Biraz önce ki yüklem de doğru değil bence. “Beklemiyorum”; kendi haline bırakıyorum. İşte yine aynı şey oldu. Yine 2005 yılının Mayıs ayına gittim. Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki tarihi şatonun bahçesinde yürüyorum. Aralarına girdiğinde gökyüzü görünmeyen sık ve uzun boylu ağaçlar. Karışık bir meşçere… “Meşçere” sözcüğü için ZM68 sınıf arkadaşlarımdan açıklama bekliyorum. Belki bu bekleme ile topa girerler. Bu konuda en iyi yanıtı sınıf arkadaşım “Bahçe Mimarisi Uzmanı” Prof.Dr.Ümit Erdem verebilirse de umudum yok. Sanırım 2013 yılında yağmurlu bir gecede Antalya’da aramıza geç katıldığında toplantı organizatörü olarak onu mutsuz ettim. O gün bugündür grubumuzda sesi sedası çıkmıyor. Her neyse şatonun dar ve geniş yapraklı ağaçlarıyla orman olmuş bahçesinde “Sezgi Yürüyüşü“ne çıkmıştım.
“Efkar ve Keyif 20211001″ ile “Sezgi Yürüyüşü 200505xx” arasında neden durmadan bağ kuran zihnim gidip geliyor ? Ortak olan: Sor ama yanıt bekleme. “Eeeee !” diyor kendini akıllı sanan aklım. Yanıt basit “Doğru yanıt kendiliğinden gelecektir”. Sanki “aptala malum olur” diyor 32 Küçük Beceri‘den biri olan “Sezgi Yürüyüşü“ne çıkaran öğrenme yolculuğu ustası olan daha akıllı… Ormana girdim. Börtü böcek seslerini dinledim. Bastığım yerlerdeki kırılan dalcıkların sesi ile onbeş dakika yürüdüm. Benden isteneni yaptım. Kendime defalarca “Benim varlığımın nedeni ne ?” diye sordum. Hani ünlü şarkıda olduğu gibi “Allah’ım bu dünyaya ben neden geldim ?”. Burada önemli olan sor ve yanıt arama; yanıt için kendini zorlama, aklını kullanma. Daha önce yapanlar ne yaşamışlar ? Biz daha sona benzerini Çeşme’de yaparken inancımız yeterli miydi ?
“Çerçeve Çalışmaları: F2 (Deep Diving)” nda ülkelerinde eğitici olacakların eğitimi için üç şehir belirlenmişti Avrupa’da. Ülkemdeki diğer eğitici adayı (AŞ) Barcelona’yı seçmişti. Ben Paris’i seçmiştim. Mayıs 2005 tarihi benim ikinci kez “Uzatmaları Oynadığım” zamandı. Bir yıl önce Mısır’da “Bravemen-BeE (*)” kavramıyla pazarlama müdürlüğünü devretmiştim. “Buraya kadar” desem de otorite “CDM (Yetkinlik Geliştirme; **)” adı altında yeni bir görev yaratmıştı. Bu görevde daha dört yıl Syngillerin ekmeğini yemem nasipmiş. Ciba ile başlayan Syngenta ile sonlanan CINOS’taki 24 yılımda üç toplantının öğretilerini hiç unutmadım. Her yıl zenginleştirerek kullandım. Bunlar,
1.Aplikasyon Teknikleri Eğitimi (1986): Les Barges (İsviçre) deneme ve uygulama çiftliğinde iki hafta;
2.SSTC Öğrenme Yolculuğu (1987): Sevgili Alev Kutay ve Dinç Unaran’ın öğrenme yolculuğunda bir hafta ve izleme çalıştayları (22 yıl);
3.Çerçeve Çalışmaları (2005): Profesyonel bir ekiple Paris’te bir hafta ve türevleri
Bu üç öğrenme yolculuğunun ortak paydası “Eğiticinin Eğitimi (Train The Trainer)” oluşu ve hevesli olanlarca ardılları bütünleşik olarak gelişen ustalık yolculukları oluşudur.
Ve “Sezgi Yürüyüşü (2005)” den Çeşme’de bir akşam üzerin kadehime yansıyan gökyüzü maviliğinde “Keyif ve Efkar” (01.10.2021). Dilimde iki şarkı; biri rahmetli Adnan Şenses’ten “Doldur be meyhaneci...”, ikincisi Mümin Sarıkaya‘nın 321 milyon kez izlenmiş olan “Ben yoruldum hayat…”. Fotoğraflardan video yaptığım görselime fon müziği olarak ekledim.
Ve akşam oldu. Gün yine geceye kavuştu. Bugün hava Eylülden daha sıcak bir Ekim güzelliğinde idi. Rutin yürüyüşümü yapabildim. Alaçatı Pazarında babasının seyisi Sabri Aga’yı gören ve ondan at tımarı öyküsü dinleyen Nezuş’un morali biraz daha yüksekti. Yine duramadı; turşuluk Sabri Aga biberlerinden alıp geldi. Bugün soframızda Ümit’in balığı ve şarabı vardı. Bu aralarda biz bu güzellikleri (demek ki hayat sadece ileri doğru yaşanmıyormuş) doyasıya yaşıyoruz ve çocuklarımıza dualarımızı, ABİDE’den ya da BE AID’den onlara doğru artarak gerçekleşeceğine olan inancımızla yürekten ve şükranla paylaşıyoruz. Bu yediklerim bir de geldiği gibi kolaylıkla gidebilse… Bu da geçer yahu ! diyelim ve sağlık ve esenlik içinde aydınlık yarınlara uyanmak için iyi geceler dileyelim. Bu yazı burda biter ve gecenin devamında Netflix’de The Fall’u izlemeyi sürdürürüm. Sağ ve esen kalın.
Öykücü
(*) :BeE : Cesur adamlar > Be Effective (İster genç ol, istersen yaşlı; yeter ki etkili ol)
(**) : Competence Development Manager (Yetkinlik Geliştirme Müdürü)