“…Kan kırmızı, süt beyaz. Han, kapısına soğmaz. Deve, torunundan büyük; manda malağına benzer…Bir toplumun “yalancılık derecesi” ile “gelişmişlik düzeyi” arasında kesin bir ilgileşim vardır. Toplumlar yalancılıktan uzaklaştıkça o ülkede “güven ortamı” oluşur. Ticari hayat canlanır. İşlem maliyeti düşer, refah artar…>>> Gerçeği, yalnızca gerçeği ve gerçeğin tamamını anlatacağıma yemin ederim”. (EC; 26.09.2012) .“
Mesajları eskimeyen Netgiller ve tee 2013 de enerjinin bugünlerini gören SA&KC az sıkıntı çekmedi yatırım sürecinde ve Şubat 2022: Bugün tükettiği enerjiyi yeşil kaynaklı olarak üreten tek bilişim firması Netdirekt’in “Duruşu”
Merhaba
“Çarşıdan aldım bir tane; eve vardım bin tane“ nin yanıtını hemen herkes bilir: Nar. Peki, ya yazımın girişindeki bilmeceyi kimler bilir ? Tek sözcükle, basit bir yanıtı vardır. Bu yanıt aslında “görünen köy kılavuz istemez” sözünün de bir başka ifadesidir. Yazımın başlığındaki sözcük ise Türkçe’sinin dört noktasını yitirdikten sonraki halidir. Bu şekliyle de hakaret sayılır mı ? bilmiyorum. Olmaması gerek. Çünkü ticari olarak bile anlı, şanlı, Karşıyaka sahilinde bir gece mekanın tabelası bile olmuştur. Noktaların azizliği…
Noktalı mı olsun ?
Yetmişli yılların sonunda 657 sayılı Devlet Personel Yasasına göre devlet memuru olmak ya da memuriyeti sürdürmek için en az ilkokul diploması olma şartı getirilmiştir. Matematik sınavındaki bir imama sorulan soru ve yanıtı şöyledir: Öğretmen “Bir daire çizer misin ?” der, imam “Yuvarlak mı olsun ?” diye soruyu netleştirmek ister. İşte bunun gibi internet gelişince Türkçe sözcüklerin İngilizce yazımlarına kimi zaman var olan alt-üst çıkıntılar gitmiş; yerine istenmeyen anlamlara yol açan noktalar gelmiştir.
Elektronik posta iletişim kanalı olarak yaygınlaşınca özellikle kurumsallar kendilerine has bir biçimde sistematik bir isimlendirme oluşturmuşlardır. Bunun iki somut örneğini anımsıyorum. İlki CINOS‘un sanırım orta döneminde, Nolaşma evresinde idi. Kurum kişinin isminin ilk harfi ile soyadını olduğu gibi alarak kişilerin elektronik posta adreslerini oluşturmuştu. Ne var ki; Türkçe’de masum ve anlamlı olan bir soyadı, zorunlu olarak İngilizce olunca kimi takılarını yitirmiş, kimi takıları da istemeden almıştı. Bu alış veriş isteğe bağlı değildi; mecburi idi. Sözünü ettiğim soyadının bir kısmını asterikslerle yazıyorum: Şık*ğ** . İngilizcesinde iki sessizin alt ve üst takıları kaldırılmış ve küçük harf olduğu için “ı”lar noktalanmıştır. Diğeri de meslektaşımız ve bayimiz “Sıkılı“dır ki kimse kendini zorlamazken boş bulunup bu sözcükle elektroik posta adresi oluşturmayı ilk anda bir hüner olarak görmüş olmalıdır. Biz bunları düşünürken utanıyorduk ve işte tam bu noktadan bir fıkra düşüyor belleğimden zihnimin ön lobuna (olsa da olmasa da). Bu fıkrayı özellikle yabancılarla birlikte yenilen keyifli bir akşam yemeği sofrasında anlatırdım Devamında da “kırmızı şarap kıçıma dokunuyor” fıkrası ve Paris’e seyahat eden Suudinin giriş için doldurduğu form sırasında söylediği “Fark etmez !” fıkrasını anlatırdım grubun algısına ve responslarına göre ).
Fu, neden Çin’e geri dönmeye karar verdi ?
“…Bu, Chu and Fu three Chinese brothers. They moved from China to USA. They have get a restaurant. After a while they decided to change their names. Bu to Buck, Chu to Chuck and Fu, decided to return China…” Türkçe’sini yazmama gerek kalmayacak kadar basit ve anlaşılabilir değil mi ?
Bu kadar kısa bir fıkra ancak bu kadar etkili olur hanımları gülümsetme, erkekleri güldürmede. Sadece azıcık İngilizce bilmek yeter; Fu’nun isim değiştirmek yerine Çin’e geri dönme kararını anlamak için. Fu, adının “Fuck” olmasını istememiştir. Peki ya hiç isim söylenmeden kimin kim olduğunu kim nasıl anlamış da gecenin sabahı olmadan yangından mal kaçırır gibi tutuklamaya karar vermişler. Biri tutuklanmayı içine sindiremediği için, diğeri de son sözleriyle tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmeyi hazmedemediği (bugüne kadar nasıl hazmettin ?) için yerlerinden oldular. Ne değişti ? Edirne-İmralı arasında hesaplaşmayı dillendirmekle doğuya kırpılan göz kurtarır mı ? Yoksa Fu Çin’e gitmeli mi ? Yarın belki Birgi-Bozdağ‘a gideriz ve Ödemiş’in “Eski Balık Hali“nde “Kuru Köfteci Hüseyin”de köfte yeriz. Bozdağın gülleri kar altında mıdır ? Bozdağ bu mevsimde gülsüz de güzel midir ? Gülsüz Bozdağ için bunca zahmete değer mi ? Gülsüz Bozdağ ile uzak diyarlara gönderilen güller buzları eritir ve destek gelir mi ? Yoksa Fu Çin’e gitmeli midir ?
Kime hain denir ?
Sorum net. Yanıt, size bağlı. Ekranlardaki birinci masumiyeti kirleten hainleştirme gayretlerindeki çaresizliği görünce tiksiniyorum. Gerek yaşamın acıtan ve üzücü gerçeklerinin, gerekse gecelerimi karartan yerli dizilerdeki yalan rüzgarlarının esaretinde yaşam gölünde kulaç atmak daha bir fazla zorlaşıyor. Eğrilerle doğrular aralarındaki sınırları kaldırıp kolkola cirit atarken “gerçek” gizleniyor. Mobesa öyküsü ile elektrik faturaları maskelenirken “gerçek”ten vaz geçtim, “doğru”lar nerelerde oyalanıyor ?
“Gerçeği Söyleme(me)k: Zihniyet”
Ege Cansen, on yıl önce köşe yazısında (26.09.2012) Amerikan mahkemelerindeki yemine dikkat çeker. Amacı “Gerçek” konusuna bakışı “gerçekten” ortaya koymaktır. Yazısına “Televizyon ve sinemalarda içinde mahkeme sahnesi olan çok sayıda Amerikan filmini Türkçe altyazılı veya Türkçe dublajlı olarak izlemişizdir. Bu filmlerdeki sanık ve tanıklar “doğruyu söyleyeceğim” diye yemin eder…” diye başlar.
Amerikan yargısındaki yemin bu değildir. Tercüme hatasının sebebi, mesleki yetersizlik değildir. Hepsinin benden iyi İngilizce bildiği kesindir. Sebep, çevirmenlerin yemini Amerikan değil, “Türk Zihniyetiyle” anlamalarıdır. Bir başka açıklama da şu olabilir. Çevirmenler aslında ne yaptıkları biliyordur. Ancak onlar seyircinin “zihniyetine” uysun diye Amerikan yeminini, Türk kültürüne adapte etmişlerdir.
Amerikan yemini üç bileşenden oluşur:
1. THE TRUTH.
Türkçesi “gerçek”. Truth’un Türkçesi, “doğru” değildir. Nesnel bağlamda “doğru”nun İngilizcesi “true” dur. Sınavlardaki Doğru-Yanlış (True-False) seçeneklerinde olduğu gibi. “Doğru”nun öznel bağlamda karşılığı ise “right”, zıttı “wrong” tur. Amaçla tutarlı demektir. “Doğru” değer hükmü içerir. Hâlbuki hükmü yargı verecektir”.
2. THE WHOLE TRUTH.
Türkçesi “gerçeğin tamamı”
3. AND NOTHING BUT THE TRUTH.
Türkçesi “yalnızca gerçeği”.
Amerikan yeminindeki “tell” fiili, söylemek değil, anlatmaktır. Yeminin Türkçesi şöyle olabilir. “Gerçeği, yalnızca gerçeği ve gerçeğin tamamını anlatacağıma yemin ederim”.
GERÇEĞİN TAMAMAMINI SÖYLEMEYEREK YALANCILIK YAPMAK
Yeminin metninden anlaşılacağı üzere “yalan” iki biçimde söylenebilir. Birinci gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş diye anlatmak; ikincisi gerçeğin bir kısmını anlatmamak yani “pasif yalancılık” yapmaktır. Orta Doğu kültüründe (bu kültürün temeli İslam’dır) gerçeğin bir kısmını anlatmamak yalancılık sayılmaz. Çünkü ortada “söylenmiş” gerçek dışı bir şey yoktur. Kişi “yalan söylemedim dese, başı ağrımaz”. Yani günah işlemiş olmaz.
HEM YALANCI, HEM DE VİCDANI RAHAT OLMAK
Dünyanın her yerinde insanlar çıkar sağlamak veya beladan kaçınmak için yalan söyler. Ancak bu “her millet aynı derecede yalancıdır” demek değildir. Mesela bir süre ülkelerinde yaşadığım Amerikalılar, bize göre çok az yalan söyler. Gelişmiş toplumların hemen hepsinde bu böyledir. Bir toplumun “yalancılık derecesi” ile “gelişmişlik düzeyi” arasında kesin bir ilgileşim vardır. Toplumlar yalancılıktan uzaklaştıkça o ülkede “güven ortamı” oluşur. Ticari hayat canlanır. İşlem maliyeti düşer, refah artar.
Ya akılları dibe vurdu; ya yiv-set kalmadı ya da “hiç insaf kalmadı ben-i ademde, güpegündüz öpüyorlar gözü karalar yüksek sahnede” ve utanmayı yitirdiler ve… Çocuk oyununa döndü can acıtan ciddi konulara bakışlar (gözleri kapalı). “Gözlerimdeki ışıltıya bak” sözleri ile uyanmak yerine hemen ardından gelen “Ah, bir uyusam da altı ay sonra uyansam ve…” (ne göreceğini umuyorsa !) beni çocukluğumdaki “Kırk Haramilere” götürdü: Dağın önüne gelip “açıl susam açıl” derlerdi… Peki ya açık kapıdan giren şimdinin haramileri !!! Kara üzüme baka baka kararan kara üzümgiller; parmağını yalamaktan öte her yeri yalayan ballıbabagiller; domuz olmamak için devlet malını yemeyi gizlemek bile istemeyen gözü doymazgiller… Nereye kadar ? Ne zamana kadar ?
Ege beyin on yıl önce dile getirdiği gerçeği, sadece gerçeği ve tam olarak gerçeği söylemedikçe hem yalancı hem de vicdanlı olunabilir mi ? Geceleri gözlere uyku girebilir mi ? Debelendikçe battığımız çukurdan çıkılabilir mi ? Bilmiyorum. Aynı yıllarda sevgili Muazzez İlmiye Çığ, zamanın başbakanına bir mektup yazar (25.08.2012)
“Başbakan Recep Tayip Erdoğan Hazretlerine” diye başlar mektup ve “İkide bir “Demir ağlarla kim örmüş, hep biz ördük” deyip duruyorsunuz, Atatürk zamanında yapılanları sıfıra indiriyorsunuz. Eğer biraz tarih bilseniz bunu söylemeye utanırdınız, yüzünüz kızarırdı…” diye devam ediyor Muazzez Hanımın mektubu. Muhatabı bu mektubu okudu mu acep ! Daha niceleri solo ve koro olarak söylendi de kızarmadı yüzler, bunlar mı kızartacak ? Demirağlar sözü de beni ülkemin iki köklü kuruluşuna götürdü.
Atatürk gibi adam !
Bu sözü şimdi, burada, blogumda rahmetli Mustafa Ulaş için kullanıyorum. Zamanım olduğunda “Borzemliler” sayfasında yazacaklarım içinde aynı sözü rahmetli Nihat İyriboz için kullanacağım. Kuşkusuz beni bu benzetmeye iten algılarımın şekillenmesinde boy, pos önemli; ancak ondan daha önemli olanı da “duruş“. Bir zamanlar, CINOS‘un üçüncü evresinin sonlarına doğru nedendir bilinmez genç otorite bana bir belge gönderdi: “Rapport Building“. Ne demek istemişti ? Duruşumu sevdi mi; yoksa beğenmeyip duruş mu önerdi bilmiyorum. Ne var ki; o tarihten beri derinliğine hiç bir öğrenme gayreti göstermesem de “Duruş Oluşturmak” deyimini sevdim. Ne kadarı boy posla doğuştan ne kadarı sonradan kazanılıyor ? Boy pos yerinde olsa da bu duruşun futbolcu gibi sağa sola sallanıp yürümekle, külhanbeyi gibi caka satmakla oluşması olası mı ? Yoksa bu içten gelen bir zihniyetin dışa vuran şekil almış bir yansıması mı ? Dediğim gibi duruşuna hayran olduğum iki kişi var zihnimin kıvrımlarından gözümün önünde canlanan. İkisi de hayran olduğum iki kurumun bendeki somut örnekleri.
Telefondaki mekanik sesli hanım “Haydarpaşa, Haydarpaşa…” diye bize seslenirken biz Basmane’deki gar müdürünün odasındaki telefonun başında bekliyor olurduk. Altmışlı yılların ortaları veya az daha sonrası. Kayınbiraderim Allah selamet versin Nazım abi İstanbul’da Koç’ta yönetici adayı ve kayınpederi rahmetli Mustabey Amca (Mustafa Ulaş) da Haydarpaşa’da Devlet Demir Yolları Atölyesinde bir usta. Sözü, sohbeti ve duruşu gerçek bir İstanbul kültürü ile sağlam ve disiplin içinde yumuşak sözler ve duruşuyla sevgi ve özveri dolu… İzmir-İstanbul arasındaki iletişimimiz için haftanın belirli gün ve saatlerinde Tepecik’ten Basmane’ye gidip DDY’nın telefon hattından Haydarpaşa Lojmanlarıyla görüşüyoruz. Bilir misiniz ? Ülkemdeki iki kurumun yeri bambaşkadır; önemleri çok yüksektir. Biri Devlet Demir Yolları; diğeri Türkiye Şeker Fabrikaları. İkisini diğerlerinden ayıran ve kendi aralarında ortak olan özelliği nedir bilir misiniz ? İkisi de fabrika yaratan fabrikadır ve fabrika kuran, üretim güçleri yüksek kurumlardır.
Diğer Atatürk gibi adam diye tanımladığım kişi de rahmetli Nihat İyriboz‘dur. Kendisi Bornova Zirai Mücadele Araştırma Enstitüsü (Enstitüm)nün kurucu müdürüdür. Enstitü yaşamımın başlarında (1970/85) kendisini tanıma şansım oldu. Emeklilik sonrası Enstitümün arka kapısından elli metre ötedeki evinden çıkıp gelirdi zaman zaman. Fotoğrafına baktığınızda “duruşun güzelliği”ni görebilirsiniz. Nihat beyle ilgili öykülerle bana gelip de belleğime yerleşen anılarımı “www.borzemililer.org” sitesinde yazacağım.
Yazımın girişindeki bilmecenin yanıtı: “Doğru” sözcüğüdür. Kan kırmızı değil midir ? Kırmızıdır. Demek ki “doğru” söylemiş. Süt beyaz değil mi ? Beyaz. Han, kapısına sığar mı ? Sığmaz; o da sığmaz demiş, doğru demiş. Devenin yavrusuna “torun“, mandanın yavrusuna ise “malak” dendiğini bilirsen, bu bilmecenin hem tümceleri “doğru”yu işaret etmektedir ve bilmecenin yanıtı “doğru” dur. Bize çocukluğumuzda hem öğrenmeyi belletmek ve hem de öğrenirken mesajlarında doğruyu barındırmak esastı. Zihniyet, doğru olanı yaşamın doğal akışının her dönemecine (burgaz) kendiliğinden yerleştirmekti. “Burgaz” sözcüğünün de bende iki anlamı vardır: Birisi “kıvrım, dönemeç” tir; diğeri de aynı anlamdan dolayı kafanın tepesindeki saçların başlangıç yeri olan kıvrımların ortası, merkezidir. Akarsuyun adı “Menderes“tir ve Küçük ve Büyük olanı vardı. Biri Ödemiş Ovasını diğeri de Söke Ovasını bereketlendirirdi. Söke’deki Büyük olanının kıvrımlarının bir yerinde Kumburgaz, bir diğerinde ise Tuzburgaz Köyleri vardı. Bunları en iyi ZM68Ahmet Tunç arkadaşım bilir. Ben de dayısı “Ahmet Çalışkan (Esnaf Kahya)” yı bilirim. Hey gidi günler hey ! Yıl 1993, elimde kamera “çekeyim” dedim; “istemem” dedi. Fotoğrafla yetindim. “Halam tarlaya gelip de arabasının kapısını açıyor ve pamuktan çok Topalak otunu görünce arabadan inmiyor, kapıyı kapatıp gidiyor” diyen Söke’nin “HES“inin Suat’ın “Satın Alma Dürtüsü” ne olabilirdi ? Yanıt: SSTC Öğrenme ve Ustalık Yolculuğunda. Nerden nereye gitti sohbet ve ipin ucu kaçtı, kaçıyor.
Sözün özü; Ege beyin doğru’dan öte “gerçek” arayışından vaz geçtim. Yalan söylemese de doğruyu söylemeyen, doğruyu tam söylemeyen ve sadece doğruyu söylemeyen çağın kindar yüzlerinden, nefret dolu sözlerinden, yüreğimi yakan ışıltılı gözlerinden yoruldum; “ben yoruldum hayat, varma üstüme…”
Bugün Çeşme’ye aralıksız şiddetli yağmur ve ara sıra da dolu yağıyor; arap kızı camdan bakıyor. Yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Öykücü