“…Doğa boşluğu sevmez; mutlaka doldurur…İmam ve cemaat; Karga ve burnumuz; Kılavuz gerektirmeyen görünen köye rağmen yarattıkları bataklıkta çırpınanlar, battıkça batıyorlar… Ata sözlerini bile sevmiyorlar; yakışıksızlığı net ise de en azından yargının kararını bekleme sürecinde esnek olmayanlar; bekleme sürecinde karardan daha fazla cezayı reva görüyorlar; “boş yok, boşa para yok” tan içi boş baklavaya; içsiz köfte ve peynirsiz tost ve daha nice “Boş Yağmurluk”lar… Nereye kadar ?…Bunlar daha iyi günleriniz mi; her şey çok güzel olacak mı ? …”
Dıral Dedenin Düdüğü kulak vererek oğlum Kerem’e avuçlarında eriyen karı gösteren Mahmut’a sevgilerimle (1986) ve sevgili Lâtif ve eşi Ziynet’i rahmetle…
Merhaba
Görüldüğü gibi aklım karışık; umutlarım kırık ve Çeşme’den İzmir’e sağlık için zorunlu dönüşün yarattığı özlemle günü yaşıyorum. Çok beğendiğim Ege Cansen Bey 13.02.2022 Pazar günü Sözcü’deki köşesinde “Kaz Yolma Sanatı”nı yazmış. Güncelin en önemli konusu olan ve artan fiyatlarla yaşamı gün geçtikçe eziyete dönen kesimlerin dertlerine tüy diken elektrik faturaları için Sayın Cansen “Bu, elektrik bedeli değil, dış borç ödemesidir” demiş. Ona göre, iktidar seçimi kazanarak halktan aldığı yetkiyle fahiş fiyatla devasa dış borç almış ve akademik ünvanlı iktisatçılar zırvalıklarıyla bu tutumu desteklemişlerdir. Özelleştirme ile alt yapıyı güçlendirmeyen, gerekli yatırımları yapmayan ve beşli çete diye isimlendirilenlerin cukkalarından korkan ve dikkat çeken Bay Devlet’in dediği gibi pek yakında devletin devreye girmesi ile yeni bir yük daha binecektir üstten. Oramıza buramıza koyma isteğini açıkça söylemekten çekinmeyenleri destekleyen iktidar, Ege beye göre dört düsturu ısrarla sürdürmektedir:
1.Hava basmak için israftan kaçınma (ve bunu kanalla, köprüyle, tünelle yaparken israf diyenlere “itibar”de);
2.Yatırımın büyüklüğü, iktisadi olmasından önemlidir (bir küçük vilayete öyle bir hava alanı yap ki fiyatı milyon yolcu ile ölçülsün, kırk yıl milyonlarca yolcu için milyon dolarla ödensin ve varsın on bin kişi bile binmemiş olsun);
3.İktidarda iken kendinin ve yandaşlarının geleceğini güvenceye almayı sakın ihmal etme (isterse bakanın kendi bakanlığına kendi şirketinden daha pahalı mal alsın; isterse adına “etik” denen ahlaktan yoksun olanlar soyguna devam etsin; ister bakara makara diyerek hem cukkalayıp hem de dinle, imanla, inançla alay etsin);
4.Kayırmacılık günah, ihalede yolsuzluk hırsızlık değildir (bu nedenle kasalı, kutulu dörtlüyü uzaklaştırsan da aklama, yargılama, bakara makara demekten çekinmeyen kişiyi elçilikle ödüllendir).
İktidar tabanının değer yargılarıyla bire bir örtüşen bu düsturları halkımız da nasıl olsa “eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri; üzümünü ye bağını sorma” diyerek desteklemektedir. Bunlar aynen Ege beyin sözleridir. Gel de kahrolma; gel de enseyi karartma…!
Çeşme’de biraz da can sıkıntısından Ocak ayında online olarak satın aldığım 7 kitabın üçü rahmetli Prof.Dr.Şükrü Kızılot’un anlamlı, önemli mesajlarla zenginleştirdiği kitaplardı. Bunlardan “Ben uyurken” isimli 2015 yılı baskısı olan kitabının 62 nci sayfasındaki fıkrasını paylaşmak istiyorum:
“…Çatık kaşlı bir adam, her sabah gazete satış bayiine geliyor, parasını verip gazete alıyor ve birinci sayfanın manşetine şöyle bir göz attıktan sonra gazeteyi bırakıp gidiyordu. Bir gün gazete satıcısı dayanamayıp sordu: “Beyim, gazeteyi satın alıyor, ama sadece birinci sayfaya göz attıktan sonra bırakıp gidiyorsunuz. Nedenini sorabilir miyim ? Adam: “Ölüm ilanlarına bakıyorum” der. “Ama ölüm ilanları iç sayfalarda…Oralara neden bakmıyorsun ?” der gazete satıcısı. Adam “Olsun…Benim baktığım herifin ölümü birinci sayfadan verilecek...”
Yoruma gerek var mı ? Adam haksız mı ? Rahmetli Şükrü hocanın vergi uzmanı bir iktisatçı olduğunu ve sorun çözümünde pratik ve gerçekçi önerileri olduğunu biliyor olmalısınız. Benim de kendisiyle ilgili yaşadığım bir anım var.
Belki on yıl önceydi. Gazetedeki köşe yazısında yol gösterici bir önerisi vardı benim gibi Emekli Sandığına bağlı uzun süreli hizmetinden emekliliği beklemeden istifa edip sonra SSK lı olanlar için. Rahmetli Şükrü hoca Emekli Sandığına bağlı yıllar için istifa etmiş bile olsa kişilerin “Kıdem Tazminatlarını” alabileceklerini söylüyor ve ne yapılması gerektiğini açıklıyordu. Ben de hocaya uydum ve gerekli adımları attım. Bornova ZMAEnstitüsünde geçen 16 yıl ve ilaçlarla uğraştığımız için her yıl ekstradan verilen “fiili hizmet zammı” ile eklenen (16×2=32/12=~3 yıl) ve öncesinde 18 aylık yedek subaylık için yaklaşık 2 yıl toplam 20 yıl için “kıdem tazminatı” talebimi ilgili kuruma yazılı olarak ilettim. Kurum isteğimi ret etti. Yine hocanın kılavuzluğunda Bölge İdare Mahkemesi’nde dava açtım. Bir yıl sonra dava lehime sonuçlandı ve SGK hesabıma on dört bin lira yatırdı. Sevindim. Bir süre sonra temyizden bir yazı geldi. Meğer SGK nın avukatı temyize gitmiş ve ben de uzaktan savunmamı yaptım. Avukat tutmadım. Arabulucuya gitmedim. Peki, bu gevşekliği yaratan güvencem neydi ? Aynı süreci yaşayan meslektaşım ve CINOS’taki 24 yılda iş arkadaşım sevgili Tufan da aynı süreci yaşamış ve Temyizden de çalışanı, Tufan’ı haklı gören karar çıkmıştı. Ancak bende tersi oldu ve Temyiz SGK ı haklı görüp verdiği parayı geri istedi. Sonradan anladım ki Tufan’ın damadı Ankara’da avukattı ve Temyize gidip savunmasını daha güçlü yaptı ve parayı geri vermedi. Rahmetli Şükrü Hocama sitem ettim mi ? Hayır. Çünkü ben süreci iyi yönetemedim.
Şimdi yukarıdaki “Ölüm İlanı” fıkrası ile yine sözünü ettiğim kitabın 81 nci sayfasındaki “Sapla samanı karıştırmayın” fıkrasını da paylaşayım ve zihinlerinizde oluşan bağlantıyı güçlendirmeye çalışayım.
“…Halk arasında çok sık kullanılan bu sözdeki sapla samanı merak ettiniz mi ? Buğdayın kendisi %1, samanı %8 sapı ise %18 KDV e tabi ! Sapla samanın ayrılmasına gelince, buğday tarlasına hasat zamanı biçerdöğer girer. Başlar çalışmaya…Biçerdöğer bir tarafta buğdayı ayırır. KDV si %1. O buğday un fabrikasına götürülür ve un yapılır. KDV si yine %1. Una gelince, o da fırına gider, ekmek yapılır. Ekmeğin KDV si yine %1. Biçerdöğerin diğer tarafa ayırdığı buğdayın sapına gelince, patos makinesinden geçip balyalanır saman olur. Samanın KDV si %8. Sapın durumu çok ilginç; sap hiçbir işleme tabi tutulmayıp balyalanuıp satıldığında, olay değişiyor ve KDV si %18 oluyor (Dikkat bu olay rahmetli hocanın kitabını yazdığı 2015 yılında geçerli KDV uygulaması ve hoca yazmaya devam ediyor). Görünen o ki sapla saman karıştırılıyor ve acayip bir tablo ortaya çıkıyor…” ve tam burada hiç ara vermeden nedense hoca o gün yapılan seçime geçiveriyor. Aynen şöyle “…Bugün Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bir kısmınız tatile gidip geldiniz. Oy kullanacaksınız. Oy kullanmak çok önemli… Aman dikkat ! Sapla samanı ayırın. Yoksa acayip bir tablo ortaya çıkar. Kullanacağınız bir oy dahi çok önemli. Oyunuzu mutlaka kullanın…” Ne yazık ki sapla samanı ayırmadık. Aradan yedi yıl geçmiş. Gerçekten de acayip bir tablo ortaya çıkmış. Bir yanda geçilmeyen köprüler ve tüneller, uçulmayan hava alanları ve kanal sevdası ile “el aletiyle gerdeğe girme” ya da “ayranı yokken içmeye tahtıravanla ayak yoluna gitme” görmemişliği; öte yanda günlük yaşamın kaçınılmaz temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdaki halkın çoğunluğu ve ikisi arasındaki empati yoksunluğu.
Ne olurdu biraz olsun, örnek olma adına “bak ben de çok odalı, çok ışıklı, çok masraflı konutumdan çıktım ve tasarruf ediyorum” diye empati gösterebilseydi… Ne olurdu elçi yaptığı adamın “bakara makara” diye dalga geçtiği gibi “yaygara maygara” yok gibisinden ses etmeseydi; ne olurdu “açlarsa siz doyuruverin” diyecek kadar öfkesine yenilmeseydi… Belki o zaman “bunlar daha iyi günleriniz” sözleriyle haklı çıkmazdı. Belki “her şey daha güzel olacak” sözlerine inanç az da olsa korunabilirdi. Heyhat ! Sapla samanı ayıramadık; ayıramadılar. Gel de enseyi karartma !
Esas korkum ne biliyor musunuz ? Yıllar önce, belki otuz yıl geçti aradan rahmetli Çetin Altan “Şeytanın Gör Dediği” isimli köşesinde bugüne benzer bir durumun etkisiyle ve olası tehlikelere dikkat çekmek için bir yazı yazmıştı. Yazısındaki bir cümleyi aklıma kazıdım. Yazıyı düşünürken hep gözümün önünde bir sahne canlandı. Büyük bir şehrin varoşlarında bir süper market var. Marketin biraz ötesinde (bir tepenin üstünden ya da yüksekçe bir binanın veya marketin otoparkından) marketten çıkanların ellerindeki dolu torbalara bakan aç bir genç düşünüyorum. Rahmetli Altan’ın cümlesi aynen şöyleydi : “Varlık içinde varlığı, yok saymanın en kolay yolu uygulanamaz yasaklar koymaktır”. Adam aç ve senin elindeki torbalar dolu; adam aç ve sen toksun; adam üşüyor ve sen sıcacık odanda buz gibi biram var diye böbürleniyorsun; adam karanlıkta ve sen bin ampülün ışığında nurlar içindesin (!)… Peki, ne olacak bu işin sonu ? “Dur” demek kolay değil ve zaman gelip geçiyor; zaman delip geçiyor. Artık kimsenin “teğet geçiyor” diyebilecek yüreği yok…Medet ya…!
Sağlık ve esenlik dileklerimle Dıral Dedenin Düdüğü ile Barış Manço’yu rahmetle anıyorum.
Öykücü