Yaşam Büfesinde “ENKİNİ 02.01”

“…Kafası bakır gibi parlayan kel bir adam varmış. Biraz aptal olan bu adam utangaçmış; çünkü çok zengin olduğu halde kafasında hiç saç yokmuş. Derken başka hırsızlarla birlikte yaşayan bir hırsız ona gelip şöyle demiş: “Kafanda saç çıkaracak olan bir hekim var” Kel bu sözü işitince “Onu buraya getirirsen hem sana hem ona çok para veririm,” demiş. Bunun üzerine hırsız onun zenginliğini bir süre sömürmüş, sonra da kendisi gibi hırsız olan birini hekim diye getirmiş. Sahte hekim de bir süre onun zenginliğini sömürmüş ve bir gün kasıtlı olarak şapkasını çıkarıp kendi kel kafasını göstermiş. Buna rağmen kalın kafalı adam hâlâ durumu anlamamış, saç ilacını sorup durmaktaymış . Bunun üzerine sözde hekim demiş ki “Kendim kelken başkasının kafasında nasıl saç çıkarabilirim ?”Bunu anlatabilmek için kel kafamı gösterdim, yine de anlamadın…”

Hangi şarkıyı seviyorsun ? > “Bizim mahallenin kızı”, ya sen ! “O yeşil gözlere Leylam bakmaya kıyamam” (Fuar ~1959 veya 1962) ; Ustasının karısına aşık olan rahmetli Süleyman’ın şarkısı “Bir yaz sabahı gözlerimin ufkuna doğdun güzelim…”; Ortaokul son sınıfta İhtilal (!) > Devrim oldu ve geç kutlanan 19 Mayıs törenlerinde “Dede Efendi” vardı ve “Yine bir gülnihal…” ile çember çeviriyorduk (1960)

Merhaba

Yazımın girişindeki masal bir süre önce kitaplığıma giren, Somalı Deva’nın “Masal IrmaklarıOkyanusu II (Somadeva)” den alıntıdır. İki cilt olan toplam bin iki yüz sayfayı aşkın kitapta birbiri ile bağlantılı, kontinü kısa masallarla “mesel” ler verilmektedir (http://cv.ankara.edu.tr/kokaya@ankara.edu.tr). Neden bu yazımın girişinde yer almıştır ?

Saçkıran

On beş yıl önce uzatmaları oynarken ve unu eleyip eleği duvara astığımı sanırken birden kusmağa başladım. En yakındaki Şifa’dan esas şifamın olduğu Kent’e uzandı yolum ve bir kez daha anjio olup yoğun ilaçla yola devam etmeye başladım. Onbeş yıldır kalp doktoruma görünmüyorum ve bununla övünmüyorum; ancak rutinimdeki standartlarıma (SD lerin frekansı ve şiddeti de dahil) bakıp kendimden hoşnutum. Bunu Salim ve Eray gibi yakın, dost, oğul doktorların da olduğu beraberliklerde yüksek sesle söylediğimde ciddi ve sesli bir tepki almasam da onaylanmadığını biliyorum ve olası bir durumda “Vah vah ! Yazık oldu adama; halbuki…” diye suçlanacağımı da tahmin ediyorum ve kabul ediyorum. Ellili yılların sonlarında saçkıranıma değinecektim yazımın girişinde ve birden 2007 yılına kaydı anlatım. Nedensiz değil bu kayış (beldeki kemer değil, gerçek anlamda kaymak fiilinin isim (!) hali). CINOS’un son yıllarında meğer farkında değilmişim içimde bir stres taşıdığımın. Büyük olasılıkla “adam yerine konmamak (etkisiz eleman)” etkisinin ya da algısının bir yansımasını yaşıyordum. İşte bunun gibi Somalı taşra çocuğu Mustafa İzmirli ve de Tilkilik EOO’lu oluşunun gizli stresini yaşıyordu ve yaşadığını bilmiyordu saçları dökülüp de kafasının tepesi cascavlak olduğunda. Önce komşu esnaf Berber Ali abi çıplak kafa derisini ustura ile biraz biraz cizip kanattı. Sonra göztaşına limon sıkıp dumanı tüten ilacı bu kanayan yerlere sürdü. Aman Allah’ım ! İşe yaradı mı ? Hayır. Bir şey değişmedi. Yıllar sonra Göztaşı (kimine göre “Göktaş”) nın bakır sülfat olduğunu ve kireç ile hazırlanan karışımın “Bordo Bulamacı” adıyla mantari (fungal) bitki hastalıklarının mücadelesinde kullanıldığını öğrenecektim. Yıllar önce benim kafamda bir başka karışım halinde sebebi (etmeni) mantardır diye saçkıran tedavisinde kullanıldığını kayda geçirmek için yazıma böyle bir masal ve anı ile başlamak istedim.

Daha sonra ne mi oldu ?

Nerden duyduk, kim söyledi ? bilmiyorum. Ancak babamla beraber Alsancak’ta şimdi Devlet Hastanesi olan ve ellili yıllarda adı “Fransız Hastanesi” olan yere gittik. Henüz yeni binaları yoktu. Şimdi hâlâ korunan hastaneye girişte sol tarafta yer alan tek katlı, taş duvarlı tarihi binanın küçük, loş bir odasına aldı beni rahibeler. Kafamın saçsız çıplak yerine bir şey sürdüler ve ben acı ile Alsancak’tan Tepecik’e kadar koştum. Ve saçlarım eskisinden daha gür çıktı. Buna benzer “sür ve kopar” eylemli bir başka anımı ve öyküyü rahmetli Dr.Baha Kitapçı‘nın fakülte yıllarımda talebe bir koca iken Kestelli’deki kapısına düştüğümüzde nasıl “kistsebase” tedavisi yaptığını yazarım nasip olursa.

Bu yazıma şöyle de başlayabilirdim; yeni öğretim dönemi öncesinde “BE AİD Beşlisi“nden okul çağında olan “Z Kuşağı” dörtlüsünün (BE&ID) 2022 yılındaki okulları Bahçeşehir‘den İstek‘e dönüyorsa, evle okul arası iki yüz metreden kısa oluyorsa, 1987 de 1704 sokaktan beş yüz metre ötedeki Karşıyaka-Ankara İlkokulu’na gidişin öyküsü ile bağ kuruyorsa zihnim, yazıma farklı bir değer yargısı ile başlayabilirdim. Böyle yapsaydım ENKİNİ 02 (Ergenliğim-1958/63) nin kapsamında olan anılardan “Okul Yolları” na geçisi de kolaylaştırırdım. Herneyse.

Bundan 35 yıl önceydi. Kamudan özel sektöre geçeli iki yıl olmuştu. Yirmi dokuz yıllık Zeytinlik/Tepecik hattındaki yaşamımız Karşıyaka’ya kaymıştı. Buradaki “kaymak” sözcüğünün “kaymakam“la ilintili edepsiz bir anlamı olmadığı gibi, Kemeraltı‘nda Havuzlubey Pasajı girişindeki orijinal küçük dükkanıyla, henüz “Özsüt” olmadan Sefer Usta‘nın Menemen‘in mandalarının sütünden yaptığı lezzetli beyaz da değildir. Yer değiştirmektir burada sözcüğün anlamı ve masumdur bu sözcük… Özel sektör çocuğu olarak Karşıyaka’da ve evimize yakın bir devlet okulunda, Ankara İlkokulu‘nda ilk öğretime başlayan Kerem, ilk günün sonunda eve iki mesajla gelmişti. Biri “Anatomi Atlası” ile ilgiliydi ki onu “ENKİNİ” sıralamasında daha sonra zamanı gelince öykülendireceğim. Diğeri ise bir isteği idi Kerem’in ve söze şöyle başladı: “Ben de okula servisle gitmek istiyorum”. Evle okula arası hem çok kısa ve hem de trafik açısından riski yüksek olmayan keyifli bir çarşı sokağı (Klise Sokağı) idi ve Kerem’in isteği bize pek mantıklı gelmiyordu. Buna rağmen “Tamam” dedim “Sen yarın öğren bakalım servis kaç paraymış“. Kerem hevesle ertesi gün öğrenip geldi; servis ücreti sekiz yüz liraymış. “Tamam” dedim “Servisle gidebilirsin; yalnız…” diye devam ettim “Ben sana her gün yirmi lira harçlık verecektim; onu vermeyeyim, üstünü de ben tamamlayayım ve sen servisle git“. Kerem önce bir sessizliğe büründü; odasına çekildi ve bir süre sonra geldi ve sadece üç sözcükle “Ben yürüyerek giderim” dedi. Böylece tercihlerinde “cost/benefit” hesap yapmasını öğrendi. Bugün olanakları bu tür hesap yapmayı gerekli kılmıyor gibi görünse de mutlaka benzer değer yargılarıyla seçenek öldürüyordur yeri ve zamanı geldiğinde Kerem ve abileri; Netgillerde, Mestgillerde ve Gür..gillerde (https://www.copcu.com/2016/06/14/yasam-bufesinde-secenek-oldurmek/). Kerem’in bu anısından yola çıkarak filmi geriye sarayım “Okul Yolları” ile yazımı sürdüreyim. Ancak bundan önce Soma’dan İzmir’e neden ve nasıl geldik ? sorusuna yanıt vererek ENKİNİ 01 den ENKİNİ 02 e geçişi bağlayayım.

ENKİNİ 01 (SOMA-1945/58) > ENKİNİ 02 (İZMİR / TEPECİK/ZEYTİNLİK-1958/63) Nasıl başladı, nasıl gelişti ?

İlkokulu bitirince Soma Ortaokulu’na başladım. İlk yılı okudum (1957 Güz /58 Bahar). Herşey yolunda görünüyordu. Babam tütüncülük ve kahvecilikten sonra köftecilikte daha iyi kazanıyordu. Soma’da linyit madeni (GLİ: Garp Linyitleri İşletmesi) ve buna paralel gelişen termo elektrik santralı ile ticari hareket hızlanmıştı. Esnafın müşterisi ve kazançları artmıştı. Biz de bundan nasibimizi alıyorduk. Ne oldu ? Nasıl oldu ? da babam köftecilikten vaz geçip İzmir’e kapağı atma kararı verdi ve bizden önce İzmir’e geldi. Zeytinlikte bakkal dükkanını devraldı ve ardından biz de gelip İzmirli olduk. Bu sürecin zaman açısından, öncül veya ardıl olarak neresinde olduğunu netleştiremediğim ev arama konusu var ki bir yanda Zeytinlik diğer yanda Alsancak gezmelerimiz oldu karar vermek için. Özellikle Alsancak’ta tren garından batıya sahile doğru uzanan bir yolun köşesinde altı bakkal ve içinde kendi tulumbası olan bir eve girip incelediğimizi net olarak anımsıyorum. Belki de taşralığımızın etkisi altında Alsancak yerine Soma’daki zeytinlikleri satıp da Zeytinlik’te Mahmut Atmaca’nın evine karar verişimizde geleceği ve İzmir’i göremeyişimiz vardı. Yine de şükür doluyum ki bu tercihle, bu kararla Alaçatılı Nezahat (> Bizim Mahallenin Kızı) ile kader bizi buluşturup bugün C13 Plus (< Dörtbudakgiller , Yenigiller, Demirgiller ve Varolgiller’den “Copculaştırma” ) olarak şükür ve şükran dolu günlerimizin ilk adımı atılmış oldu. Daha ne ister insan !

Babamın sağlığında bu yer değiştirmenin bana daha iyi eğitim sağlamak amacıyla olduğu konuşulurdu. Doğru muydu; yoksa babam köftecilikten sıkılmış mıydı ? Yoksa büyük şehirde yaşama hevesi, taşradan çıkmak isteği mi ağır basmıştı ? Belki de köfteciliğinin yükünden yorulmuştu. Bu göç kararını aldığında babam kırklı yaşların ortalarındaydı (1330=1914-1958). Babamın gençliğine baktığımda, annesi ölmüş babası yeniden evlenmiş ve üvey anne baskısı ile evden ayrılıp kendi başına sıfırdan yeni bir düzen yaratmış bir kişi vardı. İlkokulu yarıda kesmiş ve yıllar sonra gece okuluna giderek diploma almıştı ki daha sonraları kamuda görev alarak emekli olmuştu. Babamın gençliğini ya da rahmetli annemle evliliğinin ilk yıllarını nasıl geçirdiğini bilmek isterdim; üç evi, altı tarlayı (Bakla Tarlası; Akpınar, Uzun Tarla; Uzak Tarla; Yassı tepe; Vargel altı) nasıl aldı ve İzmir’e göcünce tüm bu taşınmazları nasıl sattı ? Her tarlanın ve evin benim çocukluğumda (ENKİNİ 01) ayrı ayrı anıları var ki bu seri yazımı sürdürebilirsem filmi ara sıra geri sararak yazmaya ömrüm yeter inşallah.

Hani şimdilerde adına “kariyer” deniyor ya, babamın ne “cv” si vardı ne de kariyer adına derlenip toparlanmış dönemlerinin bir büyük resmi. Arada bir annemle yaptıkları geçmişin anılarını tazeleme sohbetlerinde şöyle dediklerini anımsarım: “Biz o Uzun Tarlada diktiğimiz tütünle İbramakîlerden daha fazla tütün yapmıştık ya; o, askerden önce miydi, sonra mıydı ?. İbramakî parasına kıyıp alamamıştı da biz almıştık 1945 yılında 250 liraya Siera Radyoyu…” diye de övünürdü. O yıllarda kahveciydi ve müşteri için radyoda anons (haberler) dinlemek önemliydi. O radyo hâla Çeşme çatıda durur ve biz ben ve Latif, ENKİNİ 02 döneminde özellikle Cumartesi akşamları saat 20.30 da başlayan “Dinleyici İstekleri“ni dinlemek için radyonun dibinden ayrılmazdık.

ENKİNİ 02 nin alt bölümlerinde neler var ?

Soma’da, taşrada, esnaf çocuğu olmanın azıcık edepsiz hoyratlığında, mahalle arkadaşlarının (Sümerler, Bardaklar, Çatallar) sıkı markajında, olmazsa kızlarla (Hatçe, Ayşe, Fatma) kasnak ve kanaviçe işleme açılımlarında daha bir fazla özgürlük ve özerklikle İzmirli olunca kara kuru oğlanın yönelimleri birden değişmeye başladı. Çağın değil de yaşın gereği idi bu değişimler. Artık nalın giymekten çatlamış topuklar, kirli giysiler değil, “Pembe Topuklar“ın, bakımlı ellerin ve gülen yüzlerin çekiciliği artmıştı. İşte bu etkileşimlerle ENKİNİ 02 nin alt bölümlerinde;

  • Bakkal dükkanı ve çevresi
  • Tilkilik Ortaokulu, İzmir Atatürk Lisesi ve yolları
  • Okul ve mahalle arkadaşlıklarının bütünleşmesi ve
  • Gönül işlerinin somutlaşması ana alt bölümlerini oluşturdu ENKİNİ 02.

Bunlardan oluşturduğum anılarımı yazıma eklediğim PPT lerin videolaştırılması görselinde derlemeye çalıştım. Bu yazımda (ENKİNİ 02.01) da “Okul Yolları“ndan söz edeceğim.

Okul Yolları

Soma’dan İzmir’e gelmiş ve de şehrin bir varoşuna yerleşmiş on üç yaşında kara kuru bir oğlan çocuğu…Yerleşim alanına daha yakın Tepecik ortaokulu varken neden, nasıl, kimin etkisiyle gidip de Tilkilik Erkek Ortaokulu’na yazdırır babası ? Büyük olasılıkla “Efendi (Saatçi Mustafa Somavî)” nin etkisi olmuştur. Bu okul İzmir’in en zor (ne demekse; disiplinli olduğu kesin; arka bahçesinde odunla atılan sopadan bile söz edilirdi) okuluydu. Daha sonra çocuklarımda yaşadığım sıkıntı söz konusu olmadan doğruca İzmir Atatürk Lisesi’ne girmemi sağlamıştı bu seçim. Bu seçimi yaparken oğlu yollarda bir sıkıntı, bir kaza yaşar diye düşünmemiş miydi acaba bakkal baba ? Servis henüz icat edilmemiştir; hatta lise sonda bile dershaneye gitmek nedir bilinmezdi bizim ellerde. Soma’dan İzmir’e göçün yaz sezonu “Parmaksız Saim (Haykı)“in aile evinde geçer. Okul açıldığında 1958 Eylül ayında Zeytinlik 1171 sokaktaki ev satın alınmış ve “Aile Evi” sıkıntısı sona ermiştir.

Okula gitmek için mutlaka belediye (ESHOT: Elektrik Su Havagazı Otobüs Troleybüs) otobüsüne binilecektir. İki seçenek vardı. İlki hemen evden yüz metre aşağıdaki Zeytinlik durağıdır ki “Son Durak / İlk Durak” olduğu için rahat olacaktır. Ancak saatleri her zaman düzgün değildir ve okula geç kalma riski vardır. Bu nedenle beş yüz metreden daha fazla yürüyüp “Tepecik Son Durak“tan troleybüse binmek en iyisidir. Her iki seçenek de okula gidiş için fazla sıkıntılı değildir. Yolculuk üç duraktan birinde son buluyordu. Sırasıyla “Yıldız Sineması, Basmane ve Çankaya“. İki yılını okuduğum Ortaokul için olduğu gibi üç yıllık lise günlerim için de benzer yol az biraz değişimle aynı sayılırdı. Bu defa 1159 sokaktaki evden çıkışta sadece Tepecik Troleybüsü söz konusu idi ve bir durak ilerden (Eşrefpaşa Hastanesi) binmem gerekiyordu. Çoklukla da Çankaya’da inip Montrö Meydanından okula giderdik. Ortaokul yıllarımda yalnızdım; çünkü rahmetli Latif Tepecik Ortaokulu’nda okuduğu için okul yolları arkadaşlığım lisede başladı.

Okul yollarının oradan ya da şuradan olmasının ne önemi var ki ? sorusuna yanıt vermeye çalışacağım. Yıldız Sineması durağında inersem Oteller Sokağı’ndan ya da Basmane Karakolu yanından yürümeye devam ederdim. Her ikisi de daha sonra Hatuniye Camii önünde birleşir ve “Dönertaş”ın yanındaki “Sebil” den kıvrılıp “Beze” kokularının yayıldığı fırınlardan sonra “Agora Harabesi (!)” önünden okula varırdı.

“Oteller Sokağı”ndan iki anım var: Biri daha sonra babamın dilinden düşmeyen “Sadıkbey Oteli”; diğeri de adını şimdi anımsayamadığım “Kitapçı” idi. Böylece Soma’daki köfteciliğin, özellikle Çarşamba Pazarı’nda önlüğün delik cebiyle aldığım kitap alma alışkanlığımı sürdürebildim. Çoklukla okullara erken giderim. Örneğin Fakülte yıllarımda bile 08.30 treni ile gidince ilk derse yetişmek mümkün olduğu halde 07.30 treni ile gider ilk dersten önce bir saatimiz olurdu “Serbest Zaman” olarak. Ortaokul ve Lisede de aynı idim. Erken gidince Oteller Sokağı’ndaki kitapçıda vakit geçirirdim. Aldığım kitapların bazılarını çok net hatırlıyorum: Mavi Ölüm; İki Demir Çarpışınca; Uzaydan Saldıranlar; Arsen Lüpen…

Basmane’de inince bir ara Şifa (ve Fetösüzleşince Diş) Hastanesi (ki o tarihlerde ZDK ve daha sonraları Zirai Mücadele ve Karantina Başkanlığı) yanındaki yokuştan çıkarak aynı yolu aşardım. Bu yol için söylenecek canlı ve uyarılmış bir anım yok. Asıl dikkat çekmek istediğim Çankaya’da inince “İki Çeşmelik” ve “Mezarlıkbaşı”ndan okula gidişim canlanıyor gözümde. Yol üstünde üç kapalı sinema vardı. Üçü de “Belirli Bir Kritere” göre sıranın başlarında yer alıyordu. Mabadını güvene almadan özellikle yaz sezonunda bu sinemalara girmek cesaret isterdi. Afişleri çekici idi. Parça filmleri vardı. Okul tam gündü ve sabahın serinliğinde zihnin film afişlerinin bulanıklığında okul yolunda yere çok dikkatli basmak gerekiyordu. Her yer mayınlıydı. Alman malı MAN Troleybüslerde “nichtraucher / sigara içilmez” yazısını anımsıyorum da “yere tükürülmez”i hatırlamıyorum. Öyle balgamlarla dolu olurdu ki “İkiçeşmelik Yokuşu” seksek oynar gibi yürürdüm dar kaldırımda. Nasıl bu kadar pistik ? Bu nedenle bugün zamlarla uğraşan Allah o günlerde ısrarla “temizlik imandan gelir” diyerek uyarı gönderiyordu. Utanarak ve sıkılarak yazsam da değinmeden geçemeyeceğim eli sopalı mahalle kültürünün baskın olduğu Tepecik/Zeytinlik hattında Yılmaz/Abidin gibi “Bıçkın Delikanlılar” biri yere tükürdüğü zaman yüksek sesle, çekinmeden “tükür de kolay girsin” derlerdi kişiyi utandıracak kadar sert ve acımasız bir şekilde. Ancak “Mezarlıkbaşı / İkiçeşmelik” hattında bırak bu düzeyini en kibar şekilde bile uyarı yapmak kimsenin harcı değildi. İşte ben Tepecik’ten yola çıkıp Mezarlıkbaşı’nı aşıp Tilkilik Ortaokulu’na gidip geldim iki yıl boyunca ve “Servisle okula gitmek” gibi bir seçeneğin olduğunu bilmedim. Oğullarım (özellikle Ümit ve Eray) için de öyle oldu. Kerem, “Özel Sektör” çocuğu olduğu için onun okul yolları biraz daha gelişmişti.

ENKİNİ02 Arkadaşlarım

Ortaokul yıllarımda “Öğretmenin Oğlu” olarak okuldan eve de taşınan beraberliğim, sevgili Çetin Tüten (606) ile Lisede (İAL), Fakültede (EÜZF), Araştırma Enstitüsü (EZAE) ve ZM68 grubumda sürüyor. Sevgili ve rahmetli Lâtif (Prof.Dr.L.Çağlayan) ile Lisede mahalle arkadaşlığı ile bütünleşen Lise (İAL), Fakülte (EÜZF), Askerlik (Erzurum) ve Akademik (EÜZF) beraberliğim; benzer flört, evlilik dönemi yakınlaşmam Özdeşkent yapılanması, Aylık grup toplantılarımız (Beş Liseli Tutsak) sayfalara sığmaz anılarla dolu. Bunu yine bir başka ENKİNİ 02.02 altında yazarım nasip olursa.

Öte yandan ENKİNİ 02 evresinde ENKİNİ 01 den kimi arkadaşlarımla beraberliğim sürdü. Bunlardan ikisi ile bağlarım çok daha güçlüydü ve her ikisi de genç yaşta vefat ettiler. Biri Şerafettin Küçük idi. Fotorğraflardan birinde “Komando Mehmet” ile birlikte üçümüz varız. Biz İAL’ne giderken Şerafettin de Namık Kemal Lisesi’ne giderdi. Gürçeşme’de ablasının (!) yanında konaklardı. Zaman zaman bize gelir, bizde yatardı. Okul yılları başarılı geçmedi. Erken askere gitti; askerlik sonrası polis oldu. Yollarımız 12 Eylül sonrası nasıl kesişti ? yeri ve zamanı gelince öykülendireceğim. Diğeri de Süleyman Özkılınç ki her ikisi de Soma Altıntaş İlkokulu’nda sınıf arkadaşımdı. Sınıftaki bir kız arkadaşımıza birisi (birimiz) bir mektup yazmış ve öğretmen de yazıları benzeyen biz dört kişiyi (Ben, Şerafettin, Süleyman ve Sağır Ahmet’in oğlu Mehmet) tahtaya kaldırmış hesap soruyordu. Süleyman’nın elinde bir zincir ve sallayıp duruyordu. O sahne gözümde canlıdır. Her neyse biz yine bu yazımın çerçevesini çizen ikinci evreye gelelim. Süleyman hem lise hem de fakülte ve hatta enstitü yıllarımda ailecek beraberliğimizin ayrılmaz, özel davetli bireyi idi. Süleyman rahmetli Latif’in Almanya Giessen Fakültesi yıllarında bakanlık tarafından Almanya’ya gönderilen ekip içindeydi. İlginç anılarımız vardır Süleyman’la ki onu da ayrı bir yazı ile öykülendiririm nasip olursa.

Komşu kızı

ENKİNİ 02 nin esas yapı taşı “Komşu Kızı ND” ile adım adım gelişen beraberliğimdir. Somalı Mustafa’nın İzmirli oluşuyla gönül işleri neden birden hızlanmış, odaklanmış, yoğunlaşmış ve rutinin olumlu/olumsuzlarını belirleyici olmuştur ? Kuşkusuz “elektrik almak” altmış yıl önce de söz konusu idi, dillendirilmese de… Ancak Soma’da ilkokul ve ortaokul kız/erkek karışık olunca şöyle veya böyle karşıt cinslerle diyalog kurulurken İzmirli olunca ve yaş kemale ermeye başlayınca ne mahallede ve ne de “Erkek Ortaokulu“nda kız arkadaş beraberliği kalmamıştır. “Doğa boşluğu sevmez” ve işte doğru kişi, doğru yerde, doğru zamanda ve doğru anlam arayışında var olunca 1958 den 2022 e uzanan beraberliğin temelleri atılmaya başlamıştır. Ben onun “Bakkal amcanın oğlu” idim; O ise benim “Komşu kızı” idi (Komşu Muzaffer Abinin kahvesinde pikapta çalan Baki Çallıoğlu’nun şarkısını bu nedenle fon müziği olarak videoya ekledim). Nezuş işe ben okula giderdim. Troleybüsün en arka sırasına otururduk. Beş yılın sonunda (1958-63) gelişen, ısınan, sınırları zorlayan flörtün ardıllarıyla bir de “Enginar Bahçesi”nin köşesinde babama yakalanınca resmi adımlarla mutlu sona doğru gelişme olanaklarının sunulması “oğlum seni evlendireyim” teklifi, gerçek anlamda “körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz” gibi oldu ilaç gibi geldi. Bunu da bir başka ENKİNİ 02.03 yazımda öykülendiririm.

ENKİNİ02 Ergenliğim“de yüze yakın anımı kayda geçirmişim ekli videoda görüldüğü gibi. Bunların tümünü öykülendirmek bir blog yazısı ve yapısına sığmaz. Bu yazımda, yaşamımın bu evresine ait okul yolları ile yetineyim ve sonraki evreyi (ENKİNİ 03 Fakülte; nişan ve evlilik) yapılandırmaya çalışayım.

Sözün özü; anıları öykülerle dile getirmek, kayda geçirmek kimin ne işine yarayacak ki diye mi düşünmeli yoksa “gün gelir alır başımı giderim” sözlerinden sonra birilerinin ilgisini çekip de kronolojik bir değerlendirme yapar mı ? Takma kafana tokdan başka bir şey; kel değilsen…

Sağlık ve esenlik dileklerimle.

Öykücü