“… Yirmidört yıl önceydi. Mart ayının son günleriydi. CG de ilk yılımdı. Bursa Anatolia’da başlayan yolculuk ardından İstanbul Tarabya’da devam etmişti. İlk gün sunum sonrası eğlence doruktaydı. SHB eşinden korkusundan dolayı masaya çıkan dansöze bakamıyordu. Eşlerin Tarabya’daki yığınağa (!) yardımları bir başka güzeldi. Birkaç gün sonra yolculuk Adana’ya idi. Orada iki gün kalınmıştı. Selami henüz altıncı olmamıştı. Yığınakların sorumlusu ve sponsoruydu. Sponsor gücünün yüksek olduğu yığınaklardı. Adana’daki ilk toplantıda Atilla. “siz tohum değil namusunuzu satıyorsunuz” sözleri N(AIDA)S ın ilk “A”sına uyuyordu. Ancak sponsora ağır gelmişti bu sözler. Belki de sponsor bunu “Anadolu Ajansı”nın çift “A”sı gibi algılamıştı. Atilla daha sonra CG dan ayrılmıştı. Sanırım şimdilerde Londra’da etkin ve etkili görevini sürdürüyor…”
Merhaba
“Yaslı gittim şen geldim” ve bugün yine Çeşme-Çatı’dayım. Binlerce şükür ki ağrılarımın artacağı korkusuyla çıktığım Türkmenistan yolculuğu çok güzel geçti.
Yazılarıma uzun süre ara vermemin nedeni üç haftadır çekmekte olduğum sağ diz ağrılarım. Meğer ki bel fıtığım varmış hem de ileri düzeyde. Ortaya çıkması için hata yapmam gerekiyormuş; yapmışım ve iki hafta yatak istirahatı sonrasında sağlığımı test ettim. Bu sürede aklım hep seyahatte idi. El kartlarım için Alsancak Can Fotokopi’ya altmış yaş kartımla gittim. Otobüs boştu ama oturamadım. Ayakta durdum. Gençler durmadan yer vermek istediler ve hem mutlu oldum hem de düşündüm ki ülkemde daha pekçok iyilik var çoğumuza yok gibi gelen; yitirdik gibi gelen… Umutlarım yüksek. Bu arada geçtiğimiz yılda organize edilmiş olan seminerler de bir hafta ertelendi. Sevgililer Günü gerçekleştirilen Daşoğuz’dakine katılamadım. İyi de olmuş; çünkü -20 derecede yapılmış sığınak oldukça zahmetli geçmiş. Türkmencede “sığınak” toplantı demekmiş. Herneyse yarım da olsa sağlığıma kavuştuğuma inanarak yola çıktım. Mükemmel bir hafta geçirdim Türkmenistan’da. Aşkabat’ta başlayan ikinci yığınaktan sonra Tejen, Mary ve Lebap’ta yinelenen yığınaklar tıpkı yazımın girişinde açıkladığım yirmidört yıl öncesinin aynısının tıpkısıydı. Çok keyf aldım. Çok mesajlar edindim. Dostlarım oldu. Tam özlediğim gibiydi.
Bu hafta Türkmenistan’da neler yapmaya çalıştım ?
- Toplantı salonları fazla aydınlıktı. Karartılması gerekiyordu. Barkovizyon orası için yeniydi; farklıydı. Yansının daha iyi görünmesi için masa gerekiyordu. İsteklerimi bizimkiler (2Bs) ilettiğimde “olmaz abicim” benzeri yanıtlar geliyordu. Aradan yaklaşık on yıl geçse de önceki yönetimin (belki de yenisi de aynıdır) sert kurallarında şekillenen yaşamın süren etkileriyle çizilmiş sınırları aşma isteği gelişmiyordu. Doğaldır. Ne var ki; oradaki dayhan birleşgesinin yetkilisine doğrudan söylediğimde anında çarşaflar, battaniyelerle aynalar (cam) biraz daha karartılıp masa geliyordu. Yinelenen bu oluşum acaba bizimkileri (2Bs) i koşulları değiştirmek ve açılımlar sergilemek adına etkiledi mi ? İnşallah. Çünkü yarından ertesi Balkan’daki yığınayı onlar kendi başlarına yapacaklar.
- Planlanan yedi toplantının beşine katıldım. Hergün bir adım daha ileri sunum becerisi sergilemeye çalıştım. Örnek olmaya çalıştım. El kartlarımla, kürsünün ardına sığınmamakla, kısa tümceler kurmakla somut becerileri vurgulamaya çalıştım. Bu konudaki gelişme umudum henüz çok fazla değil. Zaman ve zemin gerekli bu konudaki öğrenme yolculukları için.
- Hazırlıktan, çağrı sonrası (post-call)na kadar uzanan süreçte SSTC nin temel kurallarına uymaya ve uyduğumu göstermeye çalıştım. Böylece başarıların self servis olduğu “Yaşam Büfesi”nde bizimkilerin sıraya geçmeye heveslerini ivmelendirmeye çalıştım. Kırkı yıllık (gerçekten) sevgili dostumun rahatsızlığım sırasında hazırlıklarımı almak, yol göstericiliğime değer vermek adına, güzel çiçeğiyle evimize kadar gelmesi beni ve sevgili Nezuş’u bir başka mutlu etmişti bir önceki cuma gününde. Görsellerimin kabulündeki gelişmeyi mesleğimin ilk dönemindeki benzer görevi sürdürmekte olan Türkmen dostum KERINS’in birkeç kez yinelediği sahip olma arzusundan çok iyi anladım. Bizimkilere bıraktığımı söylerek yerellerin gücüne değer verdiğimi anlatmaya çalıştım. Tüm bunlar beni sevindirdi.
- Sahnede sırasını bekleyen grubun (MERBAK/URAUNI/KERINS/ABGCEM/2BsF) ciddiyetine hele bir de “profesör (Doçent: Assoc.Prof)” nitelendirmesiyle gerekli ve hatta zorunlu olan ciddi duruşu, hergün adım adım sulandırdım. Asık suratlara azıcık da olsa gülümseme getirmeye gayret ettim. Yeri geldi sınırları birazcık zorlayıp soytarılık da ettim denebilir (belki de onlar der; çünkü Kasım 2009 daki AgroForum sunumumdan sonra “4E” yaklaşımım şikayet konusu olmuş olmalı ki bu kez gitmeden bu yönde bir “geribildirim” aldım. Ne var ki; gidemeyeceğimi kabullendiğim sürecin erken döneminde katılımcılara slaytlarımı ve konuşma textlerini içeren el kartlarımı elektronik olarak iletirken bu geribildirime değinip “ben olsam yine … yapardım” diyerek inancım ve ısrarımı dile getirmiştim. Kuşkusuz bunlar benim doğrularım ya da stilimin yansıması. Herneyse. Sözün özü bu yaklaşım biçimim benim “başarı formülüm” de yer alan “2P (ısrar ve sabır)” nin yaşama aktarılması gayretinden başka bir şey değil).
- Algıları kolay şekillenmedi “gülen profesör“e; kabulleri sona doğru kendiliğinden gelişiverdi ve baş organizatör MERBAK (tıpkı 1986 daki Selami gibi) üçüncü günün “sadaka (her yığınaktan sonra ~250 katılımcıya verilen dualı öğle yemeği ki düğün evi sanırsınız orayı) sından sonra gülen bir muzip çocuk bakışıyla aynen şöyle diyordu “Mustafa sen 65 değil 45 yaşındasın“. Bundan güzel iltifat olamazdı. Gurbet ellerinde yeni tanıdığın gruplar içinde böylesi bir algıyı geliştirmek bence yadırgasalar da sunum becerilerini sergileme ısrarımın sonucunda biryerlere ulaşıldığının ifadesi. Tıpkı “sekizinci gün” filminde verilen mesaj gibiydi. Ne diyordu o filmde başarılı bir sunum için ? Gülümse, Gözlerinin içine bak, Kendinden emin dur ve Coşkulu ol; çünkü coşku bulaşıcıdır. Ben de öyle yapmaya çalıştım.
- Dördüncü toplantıydı. Lebap’taydık. Güneye indikçe sıcaklık -20 den 19 derecelere yükseliyordu. Biz de ısınıyorduk. Hem havayla hem de gruplarla bütünleşmemiz gelişiyordu. Önceleri “merhaba” diye söze başlıyordum ve bunun iyi olduğuna da emindim. Baktım ki benden önceki KERINS sözlerine “selamünaleyküm” diye başlamakta ısrar ediyor ; ben de öyle yapmaya karar verdim. Ama onun gibi kürsünün arkasında boynum bükük durmayacaktım. Onun gibi kısık sesle yapmayacaktım. Ardına bir de “kardeşler ve mihmanlar “sözlerini ekleyecektim. Biraz daha renk katmalıydım. Yukarıdaki kısaltmanın ilk “A”sına biraz daha vurgu eklemeliydim. Baktım ki salonun sol duvarındaki panoda sayın prezidentin Türkmence sözlerinde, özdeyişlerinde anlayabildiğim birkaç kelime vardı. Bunları da kullanacaktım. O sırada sahneden ayrılmış dinleyicilerin en öne sırasında oturmakta olan, yığınağın en büyük yerel akademik adamı olan URAUNI den bir uyarı geldi. Kısa konuşmam ve en fazla 15 dakikada bitirmem istendi. Aklıma bir fıkra gelmişti. Hani ineğe sormuşlar “neden böyle melül melül bakıyorsun ?” diye. İneğin cevabını yazmayacağım; bilen bilir; bilmeyen isterse bana sorar. Neden bu fıkraya takıldı aklım ? … “Abicim hergün 300 km yol git; sahnede iki saat otur ve sadece 15 dakika konuş; reva mı ?” geliyordu aklıma. Sözlerime başlarken soğuk salonda yorulmuş ve acıkmış olanlara seslenişimi alışılmışın dışına çıkarmayı ve güldürmeyi amaçladım. Yaptım da. Nasıl mı ? Yedinci maddede açıklayayım ve yazıma son vereyim.
- Bir süre katılımcılara sessizce bakıp durdum. Eskilerin sözleriyle bir ” tecessüs (meraki gizem) etkisi yaratmaya çalıştım. Yükselen ses tonumla sözlerim aynen şöyleydi “Selamün aleyküm kardeşler, mihmanlar hepinize Türkiye’den, Türkiye’li mihmanlardan selam ve sevgiler getirdim (ve ilk alkışlar). Ben sadece 15 dakika konuşacağım (yüzler güldü). Ziraat zahmetli zenaat. Dayhanın işi zor. Mihmanın işi zor. Ziraat, “ak yürekli zahmetkeşlerin” işi (prezidentin sözlerinden seçme). Biz de bilgi ve deneyimlerimizle bu zorluğu kolaylaştırmanıza katkı sağlamaya geldik…” . bence çok güzeldi; standart dışıydı.
- Son toplantıdan sonra gözlerinde mutluluk ışığı dolu olan ve bunu doğal yapısındaki muzip çocuk sendromuyla da güçlendiren MERBAK aynen şöyle diyordu “Mustafa sen çocuk musun ?”. Vay canına. Aynı sözleri yirmi yıl önce İzmir-Ödemiş-Yolüstü Köyünde hıyarda ilaç denemesi yaparken bana yardımcı olan köyün hoş adamı Mustafanın kızı altı yaşlarındaki Ayşe de bana bakıp aynen şöyle demişti “emmi sen çocuk musun ?”. Beni bundan kelli mutlu eden içten sözler olamazdı. Demek ki yirmi yılda, 65 de olsam bende aynen süren bir stil, bir tavır var.
Yirmi yıl aralıkla ve çok farklı mekan ve zeminlerde yinelenen bu sözlerden dolayı yazımın başlığını “Çocuk kalabilmek” olarak yazdım. Her iki sözü neden hak ettiğimi ise soranlara özel olarak söyleceğim. Aslında bunca geç kalan yazılarımın ilkinin başlığının “Yaşam Büfesinde Maça Kızı” ya da “Yaşam Büfesinde kendini bil(me)mek” olarak koymayı ve farklı odaklarda seslenmeyi planlıyordum yolculuklarım süresince. Belki “Projeli Yaşam” a ara verip bunları da sonraki yazılarımda yazarım.
Herşeye rağmen, yaşam büfesindeki self servis olan başarılara erişmek için sıraya girme hevesinizin, başarıları sürdürmek için sırada kalma gayretinizin ve sahip olduğunuz rollerin ötesinde gizli ödüllere kavuşabilmek için sırada öne geçme inatlarınızın içinizdeki çocuğa zarar vermeden artarak sürmesi ve yolunuzun hep aydınlık olması dileklerim ve sevgilerimle.
Öykücü