“… Kırk yıl önceydi. Babamın benden başka arkadaşı yoktu. İkimiz ya prefe oynardık ya da iskambil. Elli yıl öncesinde ise sadece yılbaşlarında elimize oyun kağıdı alınmasına izin verilirdi. Belki birazcık “günah” algısı baskındı; daha çok da “oğlumuz aman kumarbaz olmasın” düşüncesi etkendi. Ayrıca o zamanlar oyun kağıtları bir başka kıymetliydi. Ya kaçak alınırdı ya da Tekel (yoksa Jokey Klübü müydü ?) in çıkardığı kalitesiz kağıtlara mahkum olunurdu. Yurt dışına gidenlerin getirdiği değerli hediyelerin başında gelirdi oyun kağıtları. Hele bir de çıplak kadınlı olanları bir başka makbüldü (!). Ümit’in serpildiği seksenli yıllarda üç nesil (dede, baba ve torun) bu kez blüm oynamaya başlamıştık evimizde …”
Merhaba
Bugün neden kağıt oyunlarına takıldı aklım ?
Birdenbire oluşmadı. Türkmenistan seyahati sırasında bir gözlemim beni içten içe etkileyerek ve hazırlayarak bugün bu yazıya getirdi. Biz orada CEM2BsF (cem tubi esef) dik. Bu formülün CEM kısmında görebildiğim kişisel beceriler, stiller, tavır ve tutumlar beni kırk yıl önceki Maça Kızı’na götürdü.
Sabah yürüyüşlerinde sevgili Ertuğrul’u görürüz (Musto Dede ve Nezuş). Görmediğimiz zaman da çok merak ederiz. Sağlığını koruyabilmek adına o da, sessiz, sakin, sabah yürüyüşlerine çıkar. O bizim kırk yıllık dostlarımızdan birisidir. Ençok sevdiğim fotoğraftaki üçlünün önde gelenidir. Özel sektörde yeniden şekillenen mesleğimde “bilimsellik ve flimsellik” vurgusunu yaparken övgü sunan ender dostlardan biridir. Onun günlük programında her öğleden sonra Bornova Çınar altında kahve kültürü yıllardır aynen sürer.
Kahve kültürü apayrı bir şeydir. Ben de çok fazla olduğu söylenemez. Oğullarımda da hiç yok gibidir. Yakın dostlarımın gruplarında ise özlem duyulabilecek beraberlikler vardır. Sevgili Sarı Fevzi Abimiz (Prof.Dr.F.Önder) bu kültürün kurbanlarından birisidir. Allah rahmet eylesin, benim gibi kardiyolojik sorunları varken hem sigarayı hem de kahveye bırakamamış ve en verimli olduğu genç yaşında, dekanlık görevini sürdürürken vefat edivermiştir. Keza sevgili Metin de aynı uğurda genç yaşta hakkın rahmetine kavuşup sevdiklerini yalnız bırakıvermiştir. Herneyse şimdi sağ olanlara bakıp bir mesajımı paylaşmak istiyorum.
Enstitü yıllarımın öğle yemeği tatillerinde Bornova merkeze çıkar ve grubumuzun (Nedim, Osman, Metin, Yıldıray, Ali İhsan,...) Maça Kızı oyununu izlerdim. Maça Kızı, benim daha çok öğrencilik yıllarımın oyunudur. Yanık, Ohel, Kent’e oranla benim için ayrı bir önemi vardır. Bu oyunda kazanmak yoktur; kaybetmemek vardır. Kaybetmemenin de üç temel stratejisini görürüm ben Maça Kızı’nın gerçekten rekabetçi ortamında. Öyle bir çekişme gelişir ki dost bildiklerin karşıya geçip seni ezmek için hertürlü ayak oyununa yatarlar. Yaşam büfesinde de bu aynen vardır ve bunlara hazırlıklı olmak gerekir. Bunun için de önce sıraya girmeye hazır, yetkin ve istekli olmak gerekir.
Oyunda Maça Kızı en değerli kağıtdır. Değerlidir ancak; bu değer seni yakar. Elinde olsa bir türlü, karşındaki üçlünün hangisinde olsa bir başka türlü aklını yorar Maça Kızı. Maça Kızı oyununda kaybetmemek için belirsizlikleri riske çevirip, riski yönetme becerisine sahip olmak gerekir. Birisine doğru yüklendiğinde “pardon” ya da “”özür dilerim” dersin ya da der gibi tavra girersin ama “Son Ders” örneğinin kahramanı rahmetli Prof. Randy Pausch‘ın sözünü ettiği gibi “gerçek özrün üç aşaması“nı göstermen gerekmez Maça Kızında. Buradaki özür, bugünlerde çok gördüğümüz “timsah gözyaşları“dır.
Maça Kızı’nda kaybetmemenin birinci stratejik yolu “aradan sıyrılmak” ya da “dikkat çekmemek“tir. Ufak ufak idare edersin.Sessiz ve derinden gidersin. Kimsenin hedefi olmazsın. Kimseyi dürtmessin. Oyunun heyecanına pek katkın olmaz. Zevk alır mısın ? Benim yanıtım “hayır”. Peki o zaman bu oyunda işin ne ? Bu soruyu ne kendine sorarsın ne de yanıt ararsın. Hırsların yoktur. Belki sadece dördüncü olmak üzere çağrılmışsındır. Ya da o günkü ruh halin öyledir. İçinde bir küskünlük olabilir. Diğer üçü öylesine hırlaşmaya başlamışlardır ki seni pek görmezler. Bu senin de işine gelir. Bu bana göre değildir. Ben bunu yapamam; yapamıyorum.
Maça Kızı’nda kaybetmemenin ikinci yolu “kafa atmak“tır. Eline bir bakarsın ki sinek ( karo olması da farketmez; maça ve kupa biraz daha tehlikelidir) serisinde as, papaz, vale, on sıralamasında dokuz kağıt vardır. Demek ki dışarıda dört kağıt kalmıştır. İçindeki şeytanın seni dürtmesine pek gerek yoktur. Şansını denemeye karar verirsin. El sendedir. Sinek asını çekersin. İki küçük sinekle kupa ası düşer. Birisi kız olmak üzere iki sinek daha vardır dışarıda. Demek ki sende olmayan Maça Kızı da elinde sinek olandaymış. Sineklerin ikisi de oyunculardan birisindeyse kafa atma şansın kalmayacaktır. Düşünmeye başlarsın. Şansını denemeyi yeğlersin. Sinek Papazını çekersin ve Maça Kızı’yla, kupa Papazı ve bir küçük sinek düşer yere. İki elde 24 sayı yemişsindir. Kafa kesilmiştir. Sinek serisinde ısrarcı olmanın alemi yoktur. Eline bakarsın ve geri kalan 11 sayıyı yememek için yeni bir strateji geliştirirsin. Türkmenistan’da kendime baktım. Disiplinli yaşamın etken olduğu ortamda yapmaya çalıştığım ekstralara baktım. Ekstraların gereklilik ve zaman açısından geçerlilik ve olası katkılarına baktım. İçimdeki çocuğa dur diyemedim ve sahnedeyken arkamdan gelen homurdanmaları duymazdan gelip kafa atmaya çalıştım. Yazımın başında da dediğim gibi; başarıların self servis olduğu “Yaşam Büfesinde Maça Kızı” ile sıraya girmeye örnek olmaya çalışırken kazanmanın olmayacağını, kaybetme olasılığına karşı direnme yollarından birinin kafa atma olduğunu bilerek ısrarımı sürdürdüm. Haftanın sonuna geldiğimde “her işin bir sınırı var; bunlar bizim görev ve rollerimiz” diyen ağızların ve gözlerin susduğunu ve gülümsediğini gördüm. Haftanın sonundaki oyunda ikinci sineği çektiğimde Sinek kızının düştüğünü ve bu seride devam ettiğim ellerle 35 sayının tamamını alıp diğerlerine birer kafa yazdırdığımı gördüm. Kafa atmak benim stilim. Belki de bunun en güzel ifadesi yirmi yıl önce okuduğum bir makalenin başlığı olan “how to live with risk and love it /riskle yaşamayı sevmek” ifadesini benimsememde görebilirsiniz. “Ben buyum” demek istemiyorum ancak; “hayat kısa öyleyese…” nin S.Covey‘ce yanıtı olan “4L” in sonuncusu olan “Legacy/miras/iz bırakmak” için bunu yeğlediğimi ve Maça Kızında “kafa atma”nın göze alınacak bir strateji olduğunu vurgulamak istiyorum.
Maça Kızı’nda kaybetmemenin üçüncü yolu da “peşkir çekmek“tir. Diğer adı “el almaz” olan bu davranış için baştan herkesi haberdar etmen gerekir. Seni daha baştan devirmek için ilk kağıdı senin solunda oturan çekecektir. Baştan kabul etmek gerekir ki bu yola baş koyduğunda diğer üç oyuncu en az kafa atmadaki kadar karşında hırçınlaşacaktır. Elindeki kağıtlar buna olanak veriyor gibi görünmektedir. Küçük sayılı kağıtlardır. Aradan sıyrılmaya kalkmak aslında en akıllı yoldur. Ne var ki içindeki şeytan seni dürter. Oyundaki sessizliğini bozmak istersin. Kişilik sergilemek, etkili olmak, sesini duyurmak istersin. Becerilerinle çevreni de etkilemek istersin; iz bırakmak istersin. Sahnede hep aynı tutumla, sürenin kısa tutulması istense de duymazlıktan gelerek, kendi stilini aynen sürdürmeyi ben “peşkir çekme“ye benzettim. Onüç el sonunda önünde hiç kağıt yoksa, peşkir çekmen hedefe ulaşırsa hesabından 35 sayı silinecektir. Böylece beş kafa beş sayılık finale diğerleri senden önce ulaşacaklardır. Ben yaşam büfesindeki self servis olan başarılara ulaşmak için sıraya girme çabalarında peşkir çekmeyi de pek yeğlemem. Belki bu çabaların üçüncü aşaması olan sırada kalanların ön tarafa geçme çekişmelerinde peşkir çekmeyi anlamlı bulabilirim. Özellikle de “stratejik üçgen“deki mükemmellik için “eklenecek değil de çıkarılacak birşeyler kalmadığında “yaklaşımı olan safraların atılmasında peşkir çekmeyi denemeyi yeğlerim.
Kaderin, hepimizi yaşam büfesindeki sıraya girme, sırada kalma ve sırada öne geçme gayretlerimizde koşullara ve elimizdekilere uyan davranışlarımızda Maça Kızı’nın “kafa atma” ya da “peşkir çekme” yollarında hep aydınlıklar içinde kılması dileklerim ve sevgilerimle.
Öykücü