“…Bilginin cesaret, cehalatin ise cüret verdiğini bilirim ve benim cesaretim, kendimi ve doğayı iyi tanımamdan, sınırlarımı iyi bilmemden ve Allah’ın doğru olduğuna inandığı şeyleri yaparken insanları yalnız bırakmayacağına duyduğum sonsuz güvenden kaynaklanıyor… Allah’a şükürler olsun ki; bana güvenenleri hiçbir zaman ve hiçbir yerde hayal kırıklığına uğratmadım, utandırmadım. Çünkü hayatım boyunca “herzaman benden beklenenden fazlasını yapmak” kuralımla hareket ettim ve bunun maliyetini de baştan kabullendim; hiçbir zaman da sorgulamadım…”
Merhaba
Binlerce şükür ki; Şubat 2011 in ilk yarısı, ailecek üstlendiğimiz bir görevden alın akıyla çıktığımız yoğun, yorgun ve huzurlu günlerle geçti. Sevdiklerimiz uzaklardan geldi. Emanetimizi salimen teslim ettik. İrem misali “Hohhh beee!” diyerek günlük işlere daldık. Bostanlı’da sabah yürüyüşlerimizi yine neşeyle yapar olduk. Kahvaltımızda beş zeytinle sınırlı kibrit kutusu benzeri Ramiz’in peyniriyle maydenoz ağırlıklıya döndü. Ağzımda bir dolu maydenoz yaparağını gören İrem hayretle “Dede sen inek misin ?” derken bizi güldürüyordu. Hava bir soğudu bir ısındı son günlerde. İş ortamındaki tansiyonlar da bu değişimlerden nasibini alıyor. Onbeş gündür Çeşme gözümüzde tütüyor. İnşallah bu hafta sonu gidip çatıya yeni bir düzen vermeye çalışacağım. Bu ay alacağım kitabı seçmek için dün akşam R&D da kitaplara bakınıyordum. Hayranlık duyduğum sevgili Nasuh Mahruki’nin “Kendi Everestinize Tırmanın” isimli kitabına göz attım. Mesajları sevdim. Sayın Cüceloğlu’nun önsözünden etkliendim ve aldım. Yazımın girişindeki mavili kısım Bay Mahruki’nin “Bir Dağcının Güncesi“; kırmızılı kısım ise “Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir” isimli önceki kitaplarından birer seçilmiş alıntıdır.
Bu iki cümleyi neden seçtim ? Yazımın başlığı ile ne ilgisi var ?
Açıklamaya çalışacağım.
Bir oyun oynuyoruz yaşam büfesinde. Kimileri cahil cesaretiyle, cin olmadan şeytan çarpmaya çalışarak oynuyorlardı yakın geçmişimde oyunu. Çok sonraya kalmadan çıkıyor oyundaki defolar ve geldikleri gibi dönüyorlardı. Herzaman oyunda bir hedefimiz var. Hedefe kurallarla ulaşmaya çalışıyoruz. Kimi zaman oyunun kurallarını kendimiz koyduğumuzu sanıyoruz. Çok geçmeden kurallarımızın geçersizliğini anlıyoruz. Toplumun genel geçer kuralları ağır basıyor. Bazen uyumda zorluk çekiyoruz; bazen de kendimizi akışa bırakıyoruz. Birliktelikler içinde çoğu zaman ödünler vererek bu oyunda öne geçmeye çalışıyoruz. Çoğu zaman da oyunun oyun olduğunun farkında olmuyoruz. Bir de bakıyoruz ki yaşam büfesinde ne sıra kalmış ne de sırada öne geçmek için yarışacak kişiler. Oyunda tek başınayız. Bir karmaşadır gidiyor. Doğrular eğriler birbirine karışıyor. Daha düne kadar Nobel Ekonomi ödüllü, Gramenbank’ın kurucusu, fakirlerin dostu, fakirliğin ezikliğini hissettirmemenin öncüsü Prof.M.Yunus’un siyasi arenada rakip gibi algılanarak ülkeme benzer soruşturmalara çekildiğini görüyorum. İşte o anda oyunda perdenin kapanmakta olduğunu hissediyorum. Çarkın dişlileri acımasız.
Bu karmaşık duygular içindeyken, hafta içinde evden işe doğru bakarken bir belirsizliğin etkilerindeki mutsuzluklara tanık oldum. Paylaşmak istedim. İçten açılımlara sevindim. Yukarıdaki alıntıda üç sözcüğü o örnek için anahtar olarak gördüm. İnanmak, güven ve maliyet. İnancın gücüne daha önce değinmiştim. Bugün inancı, “istemek; istekli olmak”tan bir adım ötesi olarak ele almak istiyorum. Adına Türkçe “cevher” dediğim İngilizce RAW‘ın “W” sinden artık vazgeçmek istiyorum. Tavır ve tutumlarımızı yansıtan “İstekli olma“nın biraz daha derinine inmek istiyorum. İstekliliği daha kalıcı kılan alttaki temel değeri bulmak istiyorum. Ne olursa, nasıl olursa isteklerimiz geçici arzular olmaz; Zor koşullarda, sıkı hedeflerde isteklerimiz eksilmeden bize güç katar diye düşündüm. İlk anda yine Mısır 2004 deki “tutku” odaklı sunumum geldi aklıma. Sunumu şekillendirirken o sıralarda güncel olan “Passion/Tutku” filminden etkilendiğimi de anımsıyorum. “Tutku”nun içine biraz eza, cefa yüklemiştim. Böylece kimi zaman yaşanan mutsuzlukları tutku adına masum gösterme gayreti içindeydim. Bundan dolayı olsa gerek ki üç yıl sonra Çanakkale Boğazı’nın serin sularına bakarken gruptan ilginç bir soruya muhatap oluyordum. Duruşum sorgulanıyordu. Güzel bir soruydu. İster kurumun “GROW” modelinde olsun, isterse Zeynep ve Janet’in “ACHIEVE” modelinde olsun, öğrenme ve gelişme yolculuğuna çıkmış olanların, koçluk becerilerini geliştirmelerinde önce kendilerine bakmaları vurgulanıyordu. İstekli olmaktan biraz daha ileride tutkulu olabilmek için önce kendinin farkında olmak ve kendine liderlik etmek isteniyordu. Biraz daha derine inmeye çalıştım. Tutkuyu yaratan, tutkuyu sürdüren, tutkuyu büyüten temel değerin “inanç” olduğunu anladım. Bu nedenle “cevher”in “W” sini bugün değiştiriyorum. Yeni kavramım “RAF” ı da “MAS” la birleştiriyorum. Bundan böyle kırk yılda damıttığım soru cümlemi tek kelimeye indirgeyerek sormak istiyorum:
“MASRAF” mısınız ? Yaşam Büfesinde “MASRAF” değeriniz ne kadar ?
Altı harften oluşan bir kelime ve altı temel soru. İşte tam bu noktada yine Bay Mahruki’nin kitabındaki bir konu başlığıyla ifade etmek istiyorum:
“Yaşamda doğruları bulmanın yolu, doğru soruları sormakla başlar“. Çok güzel. Soru sormak; soru sorabilmek; doğru soruları sorabilmek; soruları sıralı sorabilmek; soru sormada usta olabilmek… Tüm bunlar SSTC nin temeli. Sevgili Günay’ın 2006 da Çanakkale’de kapanış değerlendirmesini yaparken yaratıcılığı ile o an bulup hepimizle paylaştığı gibi “Soru Sorarak Tabiiki Canım” . Dokuz yıl önce birgün birlikte olabilme şansını yakaladığım Bay Rackham’ın “SPIN Selling” isimli kitabının adı da soru sorma becerileri üzerine kurulmuş. Burada Situation (Durum soruları), Problem (Sorun soruları), Implication (Uygulama soruları) ve Needs (ihtiyaç soruları) nın ne zaman, ne kadar, nasıl ve hangi sıra ve ağırlıklarla sorulacağını anlatıyordu Neil bey.
Şimdi “MASRAF“ı parçalamak istiyorum. İlk kısmı MAS‘ı yazılarımı okuyanların iyi bildiğine inanıyorum. Bunun “More And Smarter/Daha çok ve daha akıllı” olduğunu çok defa açıkladım. Bu kavramla, iyi yaptığınız şeylerden daha çok yapın; yapmakta zorlandığınız şeyleri daha farklı yapmanın yollarını bulun ve kullanın diyorum. Böylece kişinin önce kendine bakması neleri iyi yaptığını dürüstlükle değerlendirmesi gerekiyor. Bunu SWOT analizinin “Strenght/Güçlü yönler” bölümünün eyleme dönüşmüş değerleri olarak düşünebilirsiniz. Bunları saptayınca bunlardan daha çok yapmanın koşullarını yaratmalısınız. Diğer bir deyişle, “daha çok” tan amaç kapasite kullanımını iyileştirmektir. Safraları atmaktır. Bunun da bir sınırı var. Hem fiziksel olarak hem de zaman olarak yapabileceklerinizin nicelliği bir noktaya kadar artabilir. Bu değerlendirmeyi yaparken aynı zamanda neleri daha farklı, daha akıllı, daha becerikli yapabilirim; yapmalıyım diye düşünmeniz de şart. İşte bu da MAS’ın son harfinin yansımasıdır ki bunun da anlamı kapabilite kullanımıdır. Ya da sahip olduğunuz yetkinliklerinizi bilmek, geliştirmek ve etkili kılmaktır. Böylece “MASRAF“ın ilk üç harfi için ilk üç temel soruyu çizdiğiniz bir hedefe ulaştığınızda veya ulaştığınızı sandığınızda ya da mola verip nefeslendiğinizde kendinize sormalısınız. Kendinize yolun sonunda demelisiniz ki,
4.Bu hedefe ulaşmak için neleri iyi yaptım ?
5. Bu amaç için çabalarken neleri yapmada zorlandım ?
6..Bu hedef ve amaç için, daha verimli ve daha etkili olmak için neleri farklı yapmalıyım; yapacağım; yapabilirim ?
Gördüğünüz gibi; MAS için yolun sonunda üç soruda “İyi/Zor/Farklı” seçeneklerimizi saptadık. Böylece kendimizin farkına vardık. Sahip olduklarımızı ve sahip olmamız gerekenleri belirledik. Bunlar bilgi, beceri ve tutum değerlerimiz olabilir. İşte bu da bizi “MASRAF“ın son üç harfinin anlamına götürür ki buradaki diğer üç temel soru da hedefimiz için yola çıkarken daha baştan kendimize sorduğumuz sorulardı. Aslında “MASRAF“ın son üç harfine ait üç soru, yola çıkarken, işin başında, kendimize liderlik ederken sorduğumuz sorulardı. Bunları hep soruyoruz ama sorduğumuzun farkına varmıyoruz. Farkına vararak soralım. Hissedelim soru sormanın değerini. Yanıtı içtenlikle içimizde arayalım. Hatta yanıtlarımızı yazalım. Yola çıkarken içe bakışla sormanızı istedğimi ilk üç temel sorular:
1.Bu hedefe ulaşmak için yola çıkmaya hazır mıyım ? Bu yolda karşıma çıkacak engelleri aşmaya hazır mıyım ? Yolda düşeceğim çukurlardan çıkmaya hazır mıyım ? Yolda düşersem ayağa kalkmaya hazır mıyım ?
2.Bu hedefe erişmek için, bu amacı gerçekleştirmek için yetkin miyim ? Yeterli miyim ? Yetkinliklerimi biliyor muyum ? Kendimi ne kadar yetkin görüyorum ?
3.Bu hedefi gerçekleştirmeye olan inancım nasıl ? İnancım tam mı ? İnancımın gücü zorlukları aşmamda bana yetecek mi ? İnancımın dayanağında hangi beklentilere erişmemin bitmez eksilmez tutkusu var ?
İşte bunlar, bu sorular, bu soruların yanıtları, bu soruların dürüst yanıtları “MASRAF“ın son üç harfi olan “Ready (hazır olmak) / Able (Yetkin olmak) / Faith (İnançlı olmak)” değerlerinin simgeleri. “Hazır olmak” bence “bilgi“nin karşılığı ve yetersizlik durumunda “bilgi yükleme”den söz edebilim. Bilgim yetmiyorsa öğrenirim ve hazır olurum. Yetkinliğimin yetersizliğini görüyorsam kendime yatırım yaparım; öğrenme yolculuklarına çıkarım. Öğrendiklerimi beceriye dönüştürmek için önce ara sokaklarda “tomates” diye bağırırım Züğürt Ağa misali. Cesaretimi artırır; yetkinliğimi etkili kılmaya çalışırım. Bu aşama benim tutumumdur. Bunu yaparken hatalar yapabilirim. Hatalarımı görmeye, hatalarımdan öğrenmeye çalışırım. Tutumlarımdaki hataları sözle giderilemeyeceğinin bilincindeyim. Nasuh beyin de dediği gibi “stratejik hatalarımı taktiklerle giderme”ye çalışmamın doğru olmadığını biliyorum. Dikkatli olmak gerek. Proaktif olmak gerek. Hatalardan övünmemek gerek. Ders aldığını görmek, göstermek ve asıl önemlisi hissettirmek gerek. İş yeri kazalarından sakınmak gerek. Yılların emeği ile, alın teriyle örülen başarı öykülerini hatalarla yıpratmamak gerek. Onyedi yıl önce ilk orta düzey yönetici koltuğuna oturduğumda elimde sayın N.Osma’nın “İnsan Mühendisliği” kitabı vardı. Okuduklarımdan özetle duvar yazıları yazardım. Hataya değindiğim bir yazımda “bir hata affedilir; ikinci hata lükstür; üçüncüsünde işine son ver” dediğimi anımsıyorum. Yaşam büfesinde sıraya girmek çok zor değil; asıl zor olanı sırada kalabilmek. Yoldan çıkanların, çıktıklarının farkında olmayanların yaptıkları hataların bedeline katlanmada iş dünyasının çoğu zaman üçüncü şansı vermediğini görüyorum. Tekirdağ’daki bilimsel kongrede dinleyici sıralarından bar bar bağıran Cikcik’i affetmeyen Almanya’lı kurum belki de çok haklıydı. rekabetin yıkıcı etkisi altında MASRAF laşan kurumlarda kârlılık kadar “itibar”ı korumak önemliydi.
Bu duyguların etkisi altında dostlarımdan tutumlarımla bana özümü göstermeleri için yardım isterim. Onların gözünde nasıl göründüğümü bilmek isterim. Onlardan geribildirim isterim. Dostlarımdan geribildirim istememin hakkım olduğunu düşünürüm. Bu hakkımı iyi kullanırım. Acı da söylese dostuma kulak veririm. Eleştirilmenin acı verdiğini, içimi burduğunu biliyorum. Ancak, eleştirilmemenin de tehlikeli olduğuna inanıyorum. Hani daha önce de yazıştım ya; “ayna olmazsa yüzümü, dostlar olmazsa özümü göremem” diye. Bugün de aynen böyle düşünüyorum ve dostlarımın dostlarına ayna olmasını diliyorum. Bu ara çevreme bakıyorum. Daha düne kadar imrendiğim ilişiklere sahip olanlarda yılların emeği ile oluşturulan beraberliklerindeki çatırdama sesinin nereden geldiğini; neden geldiğini görmeye çalışıyorum. Beklenti dışı nelerin geliştiğini anlamaya çalışıyorum. Bugüne dek hep bilinenlerin; gülüp geçilen hataların neden şimdi etkisini artırarak mutsuzluk nedeni olduğu konusuna takılıyorum. Daha iyiye erişmeye çalışırken kurumsal ortalamayı, çıtayı yükseltmeye çalışırken “Darwinci Ayrımcılık“yapma cesaretimiz henüz gelişmeden bireylerin ek şanslarını görmeye çalışıyorum. Sistem düşüncesinin yeterince baskın olmadığı gelişim-değişim-dönüşüm süreçlerinde kendimize soramadığımız yukarıdaki altı temel soru nedeniyle “öteki“nin gözünde nasıl algılandığımızı bilme çabasına giriyorum. “Johari Penceresi“nde buluşamazsam, “geribildirim-itiraf” ikilisi içinde diyalog kuramazsam, aralarında anlam akışı sağlayamazsam, kırkbeş derecelik açıyla oturup da birbirlerini etkili dinlemelerine katkım olmazsa, “kör bölge”lerini aşamazlar; “karanlık bölge“lerini aydınlatamazlar. Yazık olur bunca emeğe; yanar gider canım, gülüm keten helva.
“Bir Dağcının Güncesi“nden bir bölüm alarak yazımı bitirmek istiyorum. Mahruki bey diyor ki;
“…Her insanın bir hikayesi vardır ve dünyada ne kadar arayan insan varsa o kadar da doğru yol vardır. Plotinus, Tanrıya giden üç yol vardır demiş: Sanat, Sevgi, Felsefe. Sanatçı, doğanın duyularla algılanan güzelliğinde; seven insan ruhundaki ve bedenindeki görülebilir güzellikte; filozof ise doğal olarak sahip olduğu düşünme yeteneği sayesinde gerçekleri görebilmesiyle Tanrıya ulaşır. Ben bu yolların sınırsız sayıda olduğunu düşünüyorum. Hepimiz ruhumuz ve yaşadığımız deneyimlerle farklı yetenekte insanlarız. Bunun sonucunda da istediğimiz şeyler, bize mutluluk veren şeyler birbirinden farklıdır…”
“Yaşam Büfesinde MASRAF“ değerlerimizi, öykülerimizle artırmaya çalıştığımız öğrenme yolculuklarımızın vereceğimiz ve alacağımız dürüst geribildirimlerle hep aydınlıklarda geçmesi dileklerimle.
Öykücü