“… Bir zamanlar bir çiftçinin bir tavuğu varmış ve hergün bol bol mısırla beslenirmiş. Tavuğun sorunu neden bu denli iyi beslendiğini anlamamakmış. Hergün çiftçinin yemini hazırlayışını seydermiş. Adam da onun yemini yemesini gözlemlermiş. Onun sağlığıyla ilgili görünürmüş. Tavuğun şişmanlamasından memnun bir hali varmış. Tavuk bu konuda düşünmüş ve sonunda mantıklı bir açıklama bulmuş. “Çiftçi beni mutlu etmek istiyor“. Bundan sonra tek sorunu rahatlamak ve keyifle varlığını sürdürmek olmuş; çünkü çiftçinin onu sürekli besleyeceğinden eminmiş…”
Merhaba
Birkaç gündür yazmak istiyordum. Ancak aklımın formatı durulmuyordu. Daldan dala seken fikirler, her nedense Nisan ayında dokuz tane aldığım kitapların herbirinin rüzgarında farklı çerçevelerde “ben daha önemliyim” çatışması içinde öne çıkmaya çalışıyordu. Ben de seçenek öldürmeye karar (İngilizce’siyle “decide“in sonundaki “cide” nin öldürmek olduğunu anımsayın) veremiyordum. Ta ki biraz önce (19.04.2012 / 11.00) “Doktorum” programında Sema/Şebnem/Gülseren hanımları izlerken, dinlerken göz yaşlarımla aldığım “helal olsun” duygularımla kabaran iç dünyamın uyarılarına kadar. Gerçekten helal olsun üçüne de ve bu yazımın başlığını onların sözlerinden aldım: Farkındalık Korosu.
“Farkındalık” bugünlerde neden gündemimde yine öne çıkıyor ?
Sevgili Dost Can Deniz‘in “Cesur Sorular” isimli kitabında dediği gibi “Bugün, dünden güç alarak yarına uzanıyor”. Dün de CINOS’un ikinci evresinin üçüncü bölümüne geçerken F1 in ana mesajı “Awareness/Farkındalık” idi. Böylece çerçevesini hazırlayan ve otobüs yolcularını belirleyen kurum, evrensel insan gücüne diğer bir deyişle toplam yirmibin kişiye aynı mesajı aktarıyordu. Bunun için F1 den önce bunu gerçekleştirecek alt yapıyı oluşturmak için F2(deep diving) çerçevesini etkinleştiriyordu. Ülkemden seçilmiş üç kişiden biriydim. Üçümüz CINOS’un “S” nin yönetimindeki etkinlik sırasına göre TAM’ı oluşturuyorduk. Ben bu TAM‘ın sonundaki “M”nin anlattığı “Mustafa” oluyordum ve henüz MAS laşmamıştım. İlk ikisi Londra ve Barcelona’dan yola çıkıyorlardı. Onların benden bir fazla günleri vardı ve resmi öğrenme yolculuklarından birgün önce özel seansta Jim Collins‘in “Yumurta/Volan/Otobüs/Kirpi” metaforlarıyla işilerin kolaylaştırıyorlardı. Bense gerçekten güzel bir Mayıs haftasını Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki bir şatonun günışıklı salonunda, oturma halkasında, ormanlarındaki sezgi yürüyüşünde ve “Farkındalık Korosu“nda buluştuğum arkadaşımla Johari Penceresi‘nde Kazienvari ilerliyordum. Ne günlerdi ama ! Allah razı olsun.
Kısa bir süre sonra Bursa’dan İstanbul’a doğru yola çıktım sabahın saat beşindeki kör karanlıkta. Borusan’ın mükemmel konser salonunda Ferrari’sini satıp da BMW alan yakışıklı kel Bay Robin Sharma‘yı izlemek için en ön sırada adeta kaçak yolcu gibiydim elimde kamerayla. Rahmetli annem derdi “Fare başını sokamadığı deliğe kuyruğuna kabak bağlayarak girmeye çalışırmış“. Benimkisi de o hesap. Zaten set kitapları almamışsın; elinde davetiyen yok… Bir de kamera ile habire çekiyorsun. Adam salondan kovalasa yeridir. Bu ne cesaret ? Herneyse; kibar adammış. Yapmadı. İşte o dört saatlik beraberlikte “awareness/farkındalık” olmasa da ana mesaj ona yakında “awaking yourself/Uyan ey gafil” diyordu mükemmel öğreti stilinde yakışıklı kel ve siyahlar içindeki zarif duruş ve gülen hınzır gözleriyle Robin bey. Böylece yerelde güncelleşen, dibimde ışık vermeye çalışan olguların içine girmeye çalışarak “Farkındalık Koromu” un seslerinin güçlendiriyordum. Tıpkı Ravel‘in Bolera‘sındaki müziğini taşıdığı basit mesaj gibi.
Köprülerin altından hangi sular aktı ?
Yeni milenyumun ilk günlerinden bu yana öylesine güzel şeyler olduki yaşamımın iş ve eş bölümlerinde. Binlerce şükür. Önce CINOS’un üçüncü aşamasında “yüksek performanslı ekipler (HPT)“in kurulduğu ilk beş yılda sahranın tozunu yutarak merkezin üst yönetiminde yer alıp resmin bütününü görüp yaşadım. Ardından ikinci beş yıllık planının karar ve uygulama fazında bulunup F1 ve F2 de “insanların içindeki en iyinin ortaya çıkarılması” çabalarının sistematiğini öğrenip (Frameworks/Çerçeve çalışmaları) inanarak etkili kılmaya çalıştım. Tam F3 e gelecektik ki ben ayrıldım ve sanırım “F” lerin de modası geçti yine “hızlı kazanımlar”ın önem kazandığı satış odaklı kararlarcılar direksiyona geçti. Tıpkı on yıl öncesi gibi gayretlerin odağından insan çıktı ve “Mükemmeli Arayış” kitabından yirmi yıl önce öğrendiğim “karanlığın güçleri“nden olan “yapı ve sistem” ele alındı. Ne diyelim…Ben de o süreçten sonraki “Farkındalık Korosu” için MAS (Daha çok ve daha akıllı) laşmanın RAW (Hazır/Yetkin/İstekli) ını düşünmeye başladım.
Ardından bir yıl planlamama karşın yirmisekiz ay süren sektörümdeki yerli patron şirketindeki danışmanlığım… “İnanırsanız inandırabilirsiniz” diye sahnede bar bar bağırdım; SSTC öğretileriyle sahip oldukları onca güzelliğin (özellik/features) farkında varmaları ve bundan basit, etkili, net bir mesaj çıkarmaları (fayda/benefit) için öğrenme yolculuklarında ısrarcı oldum. Süre uzadı; biraz oldu; biraz olmadı. “Sevmek” zorunda değilsiniz ama “severseniz işiniz kolaylaşır” dedim; mükemmel bir geribildirim aldım: “Bu mesaj bana yanlış gelmiş olmalı“. Geçen yıl sevgili Yılmaz Özdil’in dediği gibi “anlayana sivrisinek saz anlamaya sazı …. az”. Sağlık olsun… “Kurbağa Freddy” örneğindeki gibi “çukurdan çıkma teknikleri“ni öğretmeye çalışırken bir de baktım ki onlar adına ben çukura girmişim ve çıkmaya çalışıyorum. Aynı anda her iki taraf da bu beraberliği sona erdirmenin hayırlara vesile olacağını anladı ve Temmuz 2011 de bu dönem de kapandı. Ben kendi adıma bu dönemden çok şeyler öğrendim. Sadece ülkemde değil konuk olduğum ve sahneye çıktığım Türkmenistan ve Azerbeycan anıları da ayrı birer güzellikti. Böylece sektörüme ve yakın komşuların ortamında sahip olduğumuz gücün farkına vardım. Farkındalık korom zenginleşti. Allah razı olsun.
Durunamadım. Sakin bir Eylül sabahı Çeşme’nin en güzel anlarında meslektaşlarımın çağrılarıyla bu kez sektörümün yan ürünü olan bir bölümde yine SSTC prensipleriyle yeni bir dönem başladı. Bu dönem sezonun zorlamasıyla yılsonu hesaplarının derlendiği bir süreçte Antalya’da uzun soluklu bir toplantı-dinlenme-eğlenme beraberliğinde gerçek başarı öykülerinin anlatıldığı bir öğrenme haftasına dönüştü. Eskimeyen dostluklarla içten paylaşımlarla zenginleşti. Bu yıl kişisel zorlamalarımla Marmara’da ilk örneklerini yaşadığım “ortak hedefler” ve “bütünleşik eylemler” odağındaki “sahra gücü etkinliği” ni görselleştirme gayretlerim şimdilik ötelendi. İnşallah sezonun kritik aşamaları aşılır ve kurumsal öykülendirme sürecim bay Stephen Denning’in “Sincap A.Ş. /Squirrel Inc” isimli kitabındaki sistematiğe göre görselleşir (http://www.stevedenning.com/site/Default.aspx). Yazımın girişindeki kısa öyküyü bu kitaptan ödünç aldım ve devamını aşağıda yazacağım.
Tüm bu çabalarda amacım ve danışman rolümdeki etkinliğim kişi ve kurumların sahip oldukları güzellikleri öykülendirmelerine ve ortak bir dille ve yürekle öykülerini etkili kılmalarına yardımcı olmaktır. Ne var ki ısrarın anlamı yok ve bana düşen şimdilik bir adım geriye çekilmek olmalı ki ben de dün elektronik postayla paylaştığım gibi “mesaj alınmıştır” diyorum ve beklemede kalıyorum. Bu süreçte Farkındalık Korom da renk değişikliğini de yararlı görüyorum.
Bu arada dostlukların yaşam büfesinde sıraya girmek amacıyla beni bulduğu bir başka fırsatın da aktif öğrenme isteklerine yardımcı olma eylemleri içindeyim. Bir zamanlar CINOS sürecinin ilk iki aşamasında birlikte olduğum; üstelik SSTC öğrenme yolculuklarına en kritik süreçlerde (1997-1999) birlikte çıktığım arkadaşımın da “yapı-sistem-insan” üçlüsünü etkili bütünleştirme ve projeli yaşamla SSTC izleme çalıştaylarını daha etkili kılma girişimlerine rehberlik ediyorum. “Farkındalık Korom” yine bir başka güzellikte gelişiyor. Binlerce şükür.
Dörtgün sonra yine Paris-Amsterdam yollarında olacağız. Salimen geri geldiğimizde bu kez Antalya seralarında yeni bir Farkındalık korosu kurma programı içinde olacağım.
Ya “bugün” neler yaşamaktayım ?
Fırtınadan sonra sakinleşen, temizlenen, serin ama güzel bir Bostanlı sabah yürüyüşünden sonra “Doktorum” u izlerken üç mükemmel hanıma, duruşlarına, tavırlarına ve cesaretlerine hayran kaldım. Kimi zaman gözyaşlarımı bile silmek için zaman harcamak istemedim. O hanımlara baktığımda Yaşam büfesindeki öğrenme yolculuklarında birer “Organik Guru” olduklarını gördüm. Biz kendini sağlıklı bilenlerden nasıl daha güzel baktıklarına ve gülen gözlerine imrendim. Sahip oldukları daha doğrusu farkındalıklarını geliştirip ruhlarının ve yüreklerinin derinliklerinden bulup çıkardıkları, böylesine doğallıkla paylaştıkları, titremeyen seslerine, rol kesmeyen duruşlarına hayran kaldım. “Kanserliyim, kanserim var ama hasta değilim” derken ne denli içten olduklarını gördüm ve bu paradigmaya yatkın olmayan yetersiz aklımla kabullenmekte güçlük çeksem de işin sırrının çorbayı karıştıran olduğunu birkez daha anladım. Bu nedenle yazımı çerçevelendirmeye çalışırken bir yandan öykücü olarak yapmaya çalıştıklarım diğer yandan da John Gordon beyin “Çorba” sı ve Denning kardeşimizin “Sincap” ıyla etkileşiyorum. Bunlar birleşiyor ve “Çorbacı Sincap” oluyor aklımda yaşam büfesinde SSTC prensipleriyle sıraya geçmeye çalışırken.
“Çorbacı Sincap” da ne oluyor ki ?
“Efes” de durursam masrafa girerim diyerek “İş Bankası Kültür Yayınları”nın rahat koltuklarında kitap okumayı yeğliyorum Nezuş’u beklerken Karşıyaka’nın çarşısında. Geçen gün de öyle yapmış, rahmetli Drucker’ın kitabını okuyup Sayın İsvan’ın kitabını alıp gelmiştim. O kitabı da aralıksız bir solukta okumuş ve altmışlı yılların sonlarında Erzurum’dayken okuduğum “Bozkırdaki Çekirdek” le özdeşleştirmiştim okurken duyduğum hazzı. İki gün önce de kitabın sonuna dıoğru yaklaştığım halde Nezuş’un telefonu gelinde satın alıverdim “Marka Fotoğrafları” isimli kitabı. Eve gelince bir de ne göreyim; meğer kitabın yazarı Prof.Dr.Nükhet Vardar sevgili Hocam Prof.Dr.Yusuf Vardar‘ın kızı değil miymiş ! (http://elizi.net/nukhet-vardar.php). Daha bir değerli oldu elimde okurken bu kitap. Ben 1964 yılında hocamın “Botanik” dersinde öğrenciyken Nükhet hanım henüz üç yaşındaymış. Acaba elinden tutup hiç Üniversiteye getirmiş miydi hocam kızını diye takıldı aklıma ! Ne korkardık hocamızdan. Pekçok öğrenci ilk sınıfta (FKB) Botanik’ten sınıfta kalırdı; özellikle yabancı uyruklu öğrenciler için hem ders gerçekten zordu hem de hoca bu gruba karşı özellikle biraz kabustu. Bu nedenle rahmetli arkadaşım Prof.Dr.Latif Çağlayan‘la daha o günlerde yabancı uyruklu öğrencilere (örneğin İran’lı doktor Ahmet Faiz Şaar’a ve Irak’lı doktor Mehmet Rıza Veli’ye) ücretli ders verirdik. Böylece “Farkındalık Koromuz” a daha o günlerde yabancılar da katılıyordu. Hepsi yaşam büfesindeki öğrenme yolcuklarımızı zenginleştiren birer serüven. Dileyen öğrenme yolları hemen yanıbaşında 7/24 açık.
Bak yine dağıldım. Halbuki “Çorbacı Sincap” tan bahsedecektim. Daha önce “Enerji Otobüsü” kitabını sevdiğim John Gordon’un “Çorba” isimli kitabını rafta gördüm ( http://www.kitapadresi.com/kitaplistesi.aspx?orderby=yazar&id=Jon%20Gordon). Aldım. Okudum. Çok beğendim. Bir tane daha aldım. Öykülerini derlemeye çalıştığım bir dostuma hediye edebilmek için. Mart 2012 sonundaki kayıtlarımdan bir film hazırladım. Filmi Halil Necipoğlu‘nun “Esma Şarkıları“ndan seçtiğim “Sema” ile süsledim. Alt yazılarla sözlerin taşıdığı mesajları vurguladım. İki kopya cd çıkardım. Kitabın içine zarflarıyla yapıştırıp seçilmiş iki kişiye yönlendirdim. Böylece “Farkındalık Korom“dakilere iletmek istedim. Şimdilik taliplisinin doğrudan istemesini bekliyorum. Sabır gerek. Hele şu havadaki fırtınanın elektriği bir gitsin; görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.
Şimdi gelelim yazının girişindeki öykünün devamına:
“… Bir zamanlar bir çiftçinin bir tavuğu varmış ve hergün bol bol mısırla beslenirmiş. Tavuğun sorunu neden bu denli iyi beslendiğini anlamamakmış. Hergün çiftçinin yemini hazırlayışını seydermiş. Adam da onun yemini yemesini gözlemlermiş. Onun sağlığıyla ilgili görünürmüş. Tavuğun şişmanlamasından memnun bir hali varmış. Tavuk bu konuda düşünmüş ve sonunda mantıklı bir açıklama bulmuş. “Çiftçi beni mutlu etmek istiyor“. Bundan sonra tek sorunu rahatlamak ve keyifle varlığını sürdürmek olmuş; çünkü çiftçinin onu sürekli besleyeceğinden eminmiş. Ama sonra birgün çiftçi gelmiş, onu beslemek yerine kesmiş, pişirip yemiş.
Tavuk birşeyi gözden kaçırmış. Eğer ortama dikkat etmiş olsa, arkadaşlarının birer birer ortadan kaybolduklarını görebilirdi. Ayrıntıları gözönünde bulundurmak onu ikinci bir açıklamaya yönlendirebilecekti: Çiftçi onu kendi yemek için beslemekteydi. Oysa tavuk kendini çiftçinin hayırsever olduğuna inandırmıştı. Bu yüzden sahici bilgiye asla ulaşamadı. Hakikat ortaya çıktığında ise artık ölmüştü.”
Bu öykü İngiliz düşünür Bertrand Russell tarafından anlatılmıştır. Nedense ruhum bugün bu öyküyle “Doktorum” daki saygıdeğer üç hanımın (Sema Danışman/Tek, Şebnem Dalayma/Çift ve Dr.Gülseren Ünsün Engin/Yok) “meme ve yürek” sözlerini dillendirirken; hastalıkla baş etmeyi “kriz yönetimi” ne benzetirken sözlerinden, gözlerinden ve tavırlarından akan öyküleri birleştirdi. Ne alaka ? derseniz açıkcası net söyleyemem. Belki de öykülerin türlerine bakarak birileri bu bağı benden daha iyi bulurlar. Bay Denning kurumsal öykü oluşturma ve anlatma sürecini sistematize ederken yedi tür öyküden söz ediyor. Yazıma eklediğim slaytlarda bunlara ait ipuçları vermeye çalıştım.
Nice öykülerle öğrenme yolculuklarınızın, kişisel ve kurumsal kalkanların ortak mesajlarıyla hep aydınlık yollarda geçsin.
Öykücü