Yaşam Büfesinde “Ayakkabı Kutusu Perisi (AKPe)”

“…Hasta bir adam hekime gitti ve nabzına baktırdı. Çünkü kalp görünmez, onun halini ancak nabızdan anlarsın. Hekim baktı ve hiç bir ümit olmadığını gördü: “Sen ne dilersen yapabilirsin, sabır, perhiz rahatsız etmesin seni, istediğin gibi davran, kendini daha rahat hissedersin.” Adam sağlığına kavuşmak umuduyla ırmak kenarında dolaşmaya çıktı. Bir sufiye rastladı. Birden sufinin kafasına bir tokat atma isteği geldi içinden. “Hekim dedi ya dilediğini yapabilirsin” diye düşünüp bir tokat patlatıverdi. Sufi öfkeyle döndü ve adama yumruk atıp saçını sakalını yolmak istedi. Sonra kendine hakim oldu. Adamı alıp doğruca kadı huzuruna çıktı ve şikayetini dile getirdi. Kadı, adamın ne kadar hasta olduğunu görünce ceza vermekten vazgeçip “Kaç paran var ?” diye sordu. “Altı dirhem” diye cevabını alınca yarısını sufiye vermesini buyurdu. Bu esnada hasta adamın gözü kadının kafasına ilişti. Sufininkinden daha güzeldi. Kulağına bir şey söylemek ister gibi eğilip bir tokat da kadı’nın kafasına indirdi. Sonra da bütün parasını çıkarıp “İkiniz bu parayı bölüşün” dedi…”


Merhaba

Güne “Amcaoğlu-Sam” diyalogu ile başladım. İkisi de sakallı 68 kuşağı elli yıllık dostlarım. Ortak amaçlı (okulu bitirip yaşam büfesinde sıraya girmek) ve çıkarsız ve zor koşulların paydaşlarından ilki ŞK nam-ı diğer Sam (ama Sam Amca değil)  okyanus ötesinde geçen kırk iki yıllık (1972-2014) mücadelenin öğretilerinde global bakışlı; diğeri “Amcaoğlu” lakaplı (ama Sam Amca’nın oğlu değil)  elli yıldır aynı çizgiyi sürdüren ve Antalya çevresinde filizlenip gelişen bilim/ilim odaklı öğrenme yolculuklarında ustalaşan sakin bir dostum (İU). Sam’in kırk yılı aşkın çok uzaklardaki kuzeyin soğuğunda gelişen dayanma gücünün başlangıcında gizli fırtınaların olduğu ve bugün hâla yüze çıkan yaşam büfesinde sırada kalma gayretlerinde direniş sürüyor (qui patitur vincit/kim ki direnir o kazanır). Uzak diyarlardan internet kolaylığı ile kurulan yıllar sonrasının diyaloguna bir ara yine elli yıllık dostlarımdan AK ve MA ikilisini de bu iletişim ağının bir yerinde görüyordum bir yıl kadar öncesinde. Mayıs 2013 de Antalya’da bir araya gelen yüz kişiyi aşan dost grubunun kısa sürede birbirine doyamayan (ve hatta ısınma sürecini bile aşamayan) bu dörtlü geçen yazın sıcağında azıcık görüşmeye çalıştılar. Olmadı. Yürümedi. Algılar birbirini tutmadı. Frekanslar elli yıl önce farklıydı; elli yıl sonra pek fazla bir şey değişmemişti. Bu dörtlünün (AK, MA, İU ve ŞK) ortak görüntüsünde bembeyaz sakallardı. ŞK nın sakalları bir fotoğrafta anı olarak kalmıştı. Sakalların anlamı mutlaka farklıydı. Gözler birbirine güzel baksa da fikirlerin dar sınırlardaki çatışmasını “müzakere becerileri” içinde sürdürmek pek olanaklı olmadı. Çok şükür ki tüm zıt görüşlerine karşın bugünlerde “Sam ve Amcaoğlu” yazı ile görüş alış verişini çok güzel yürütüyorlar ve ben de buna tanık olup ara sıra “kuyuya bir taş atıyor” ve bazen pekiştirmeye bazen de yön değiştirmeye yardımcı olmaya çalışıyorum. Aşağıda son örneğini vereceğim.

Seçim günü sabahı Antalya’dan Florida’ya uzanan mesajın başlangıcı şöyle :

“Degerli Kardesim,

Verdiğin önemli bilgiler için teşekkür ederim. Sözünü ettiğin gizli çark artık gizli değildir. Eskiden gizliliğe çok büyük özen gösterirlerdi. Artık şimdi her şeye o kadar hakimler ki kendilerini gizlemek değil bilakis güçlerinin herkes tarafından bilinmesini istiyorlar… 

ve mesajın son satırları da şöyle:

….Böylece halkların iradesiyle ortya çıktığı ve uluslararası hukuka uygun olduğu için de kimsenin itirazı olmayacak. Türkiye, itiraz ederse bu defa da uluslararası koalisyon devreye sokularak silahlı güç kullanılacak.

Değerli kardeşim,

Yaratan’ımızı, “O”nun dinini ve bu dinin yer yüzündeki en büyük temsilcisi durumunda bulunan aziz Milletimizi doğru şekilde anlamadan olup bitenleri tam olarak anlamak mümkün değildir…”

Yıllarını Kanada’nın zor koşullarında geçirip de ustalaşan ŞK ise hız ve hevesle aynı gün yanıt gönderip diyor ki:

Degerli Amcaoglu Arkadasim,

Benim sana yazdıklarım, sadece bir amatör olarak toplayabildiğim ve aynı zamanda kendi mantığımı (common sense- sağ duyumu demek istemiş Sam ) kullanarak ortaya koyduğum fikirlerdir. Senin de bizzat itiraf ettiğin gibi, senin değindiğin konular genellikle kuş bakışı olarak yaptığın analizlerin özetidir…Kusura bakma, burada kısa kesiyorum. Çünkü benim kamyonun (8 silindirli GMC, 1972) motor kapaklarının contalarını değiştirmem lazım. İşi bizzat yapıyorum. Alet edevatım var. Dünya kadar vaktim varken paramı (emekli maaşımı) bütçeme göre harcamak zorundayım (MC: Emeklilikte en zor şey para harcamadan vakit geçirebilmektir ve Sam bunu en iyi şekilde başarıyor). Sen yine bildiklerini yaz. Okumaktan gurur duyuyorum, arada tereddüt etsem bile…”

Sam, Amacoğlu’nu anlamaya çalışıyor. Diyalogun iki ucunda yer alan bu iki dostum için paylaştığım ortak mesaj da şöyle:

Sevgili Arkadaşlarım

Zıt kutuplarda da olsak, sadece sınıf arkadaşlığının ortak paydasında (çıkarsız, temiz, ergen sonu beraberliklerin 1963 de başlayıp 1968 yazında “sepeti koluna, herkes yoluna”  diyerek ustalık yolculuğunun başladığı günler) hoşgörü sınırlarımızın olabildiğince genişliğindeki gönül rahatlığı ile gerçekleşen bu iletişim ağından keyfi alıyorum. Aşağıda her ikinizi de satırlarında, sözcüklerin ötesinde “samimi niyet ve zihniyet” i yansıtan pekçok güzelliğe tanık oluyorum. Kimi yerlerde adım geçiyor ve mutlu oluyorum.

Sevgili Sam’in bana da hak vererek dediği gibi “evrensel çıkar bağları” bugün artık herkese Meram Bağlarını unutturuyor ve 1920 den bu yana ilmik ilmik dokunarak kan ve terle kazanılan özgürlükler “dost kazıkları”yla bir bir elden gidiyor; hem de göz göre göre ya da gözümüze sokula sokula…

En canlı örneğini anımsıyorum ve bir ara umutlanan saflığıma (!) hayıflanıyorum: Bay Sancaktar kapıdan hışımla çıkıyor ve öfkesine hakim olmayarak “Ben ne yaptıysam o istediği için, o onayladığı için yaptım. Madem benim istifamı istiyor o halde o da istifa etsin”. “O” işi biliyor ve sesini çıkarmadı (ignore negatives). Kısa bir süre sonra Bay Sancaktar kös kös yuvaya dönüyor ve şimdilik sesini çıkarmadan köşesinde bekliyor. Belki de beklemiyor ve bu kez “sessiz ve derinden” devam ediyor. Çünkü pencereden dışarı bakınca Çin seddi benzeri yarım kalmış binanın öyküsünü düşünüyorum.

Aralık 17 den önceydi.. Evimin önünde bir bina hızla yükseliyordu. Sürpriz değildi. Tapu kayıtlarında iki katlı okul (hatta ana okulu) açıklaması vardı. Ne var ki bina altı kat çıktı. Su basmanı max 1.60 m olabilirdi; 4 m oldu. İnşaat alanı 0.65 di, 0.85 yaptı; bahçe kalmadı. Adam Ankara’dan işini halletmişti. Hukuk itirazımızı haklı bulup inşaatı durdurdu. İzmir’i, Karşıyaka’yı kazanmamış olmalarına rağmen gözü karalar, AKPe’nin etki alanında kalanlar hemen dün inşaatın içinden ses vermeye başladılar. Artık onları kimse tutamaz. Yaptıkları tüm testlerden aldıkları derslerle “Aman abicim benim havuza katkım 100m$ ı geçmesin ha” benzeri yakarışlarının ötesinde korktukları herhangi bir şey olmadığını hepimiz gördük; anladık.

Tüm bunlara bakınca Sam ya da Amcaoğlu’nun tartışma odaklarında yahudi lobisi varmış ya da yokmuş bana önemli gelmiyor. Adam malı götürüyor. Adam artık korkmuyor. Adam zaferinden sonra bile hırsına engel olamayıp hâla sertliği artırarark sürdürünce seçim sonrası cinayetler artarak sürüyor. Allah encamımızı hayreylesin. Veladdalin Amin. Öpüyorum.

Neden bu iletimin başlığı “Zaman ve Hürriyet” ?

Bugün seçim sonuçlarına taraf olduğum “Hürriyet Gazetesi”nin penceresinden ve Hoca efendinin etkisini/tepkisini merak ettiğim “Yan karşı taraf”ın dilinden Zaman’la  anlamaya çalıştım. Medyanın yorumlarına geçmeden iç dünyam diyor ki  “Kara(n)lıklar” daha da baskınlaşarak sürecek. Seçim öncesi çekinmeden atılan ilk/sert adımların (Medya ve Hukuk) devamı daha da cesur (!) gelecek, “gözü kararanlar” bu kez Cumhurbaşkanlığı seçimine zemin hazırlarken daha acımasız olacaklar. Muhalefetin acizliği, ayakkabı kutularına sihirli çubuğunu süren AKPe’nin nimetlerinin evlerden taşan kokularının bile korkutmadığı hırsızlıkların tadı, Okyanus ötesinde yerinde tepinen Hocanın lanetinin etkisizliği ve sadece “batı yakası”nı kurtarmaya çalışan bizlerin (lütfen hoşgörüle) mastürbasyondan öteye geçmeyen etkisiz, eylemsiz lafları (!) onları daha da azdıracak.

Yukarıdaki paragrafın anlamı, kendimi seçim sonuçlarından sıyırmak adına sabah yürüyüşü öncesi mail kutuma bakarak yaptığım avunma girişiminden öte değil. Bostanlı sahilinde sabah yürüyüşünde yüzler pek mutlu değildi. İzmir’i, Karşıyaka’yı kazanmış olmamıza (yeni milenyumda ülkemin siyasi atmosferi beni bile CHP savunucusu yaptı ya varın siz halimizi hayal edin !) rağmen ülkenin geneline bakınca mutsuzduk. Seçim öncesi ne ayakkabı kutuları ve bu kutulara dokunan “Ayakkabı Kutusu Perisi (AKPe)” nin maharetleri ortalığı saçılmasına rağmen bir şey değişmedi. Karşı taraf “Yalan/Talan/Çalan” diye bir yerini yırttı sonuç değişmedi. Ana muhalefet durmadan “Başçalan” diye yüklendi sonuç değişmedi. Kişiye özel çıkarılan yasaları eleştirenler, binlerce kolluk kuvveti çalışanının oradan oraya sürülmesine isyan edenler sonucu değiştiremedi. Van’ı da kazanma uğruna sağlığını tehlikeye atmaktan çekinmeyip Yukivari (önceki yazılarımda Luki dedim de kimse düzeltme için uyarıda bulunmadı) sesiyle sahneye çıkmanın komikliği bile işe yaramadı. Diğerlerine görünmeyen AKPe nin dokunduğu yerlerin ihya olmasını seyredenlerin isyanı bir şeyi değiştirmedi. “Kemikleşen Karanlıklar” gücünü gösterdi ve gelecek iki seçime etkisi apaçık olan yeni hırsların bilenmesine bundan sonra hiç kimsenin “dur” deme gücü olmayacak. Ortada ne hukuk kaldı ne de medya. Bugün “Zaman’lı Hürriyet” aldım. İki tarafın bakışlarını kıyaslayayım diye. İlk izlenim, hoca da sesini daha fazla çıkarmayacak, çıkaramayacak. Ankara’da başa baş durumunu aşamamak, Antalya’yı yok yere (!) kaybetmek bence AKPe taraftarlarını becerisinden çok bizimkilerin beceriksizliklerinden dolayıdır ki kahrolmak elde değil. Yine yandı gülüm keten helva. Artık onlar da yukarıdaki hasta örneği gibi bundan sonra “ne yerlerse yesinler” durumundan dolayı akışın yönünü değiştirme güçleri her gün azalacak. Çünkü bundan böyle  AKPe’nden nimetlenenlerin söylemleri kadar eylemleri de daha sert olacak. Daha pervasızca saldıracaklar. Twitter, YouTube derken aklına ne gelirse yasaklamaktan çekinmeyecekler. Bu seçim sonuçlarını kendine, ekibine ve ülkeye zorla da olsa sanki hukuk sonuçlarıymış gibi kabullendirip “ak kaşık”lığa bürünecekler. Şimdi gözü dört ay sonrasında Çankaya olunca onu hiç bir güç frenleyemeyecek. Tüm bu gayretlerine “AKPe” de yardımcı olmaya devam edecek.

Uzun süredir Kemeraltı’na gitmemiştim. Elli yıl önce fakülte yıllarımızın en ucuz en yaygın keyif alma mekanıydı. Kimilerimiz Havuzlubey Pasajı yakınında gerçek Sefer Usta’da gerçek Menemen’in gerçek manda sütüyle yapılmış kazandibisini yeme lüksüne sahipti; kimilerimiz volta atmakla yetinirdi. Bugün Konak tarafında girip Kavaflar ucundan çıktım. Yine çok kalabalıktı. Düne ait algıların mırıldanmalarına kulak kabarttım. Benzer sesler vardı. Çaresizlikten, daha baskın olurlarsa yapacaklarını tahmin bile edememekten, korkulardan dolayı Aziz’i, seçenler çok mutlu değillerdi. Sanki elleri mahkumdu. Yıldırım 1000 Ali seçilseydi İzmir’e hükümet destekli yardımların mutlaka önü açılacak, İzmir ekonomik olarak kazanacaktı. Ancak o zaman ne korunmaya çalışılan İnciraltı ve çevresi kalacaktı ne de karşıda Kuş Cenneti. Hoş şimdi fark edecek mi ? Ankara’nın uzaklardan erişecek gücü yine evimin önü gibi çevre mevre tanımadan bildiğini okumayı sürdürmeyecek mi ? Mesnevi’deki “Türk ile Hırsız Terzi” öyküsüne benzer masallarla Ağustos seçimi kargaşasında ve sonrasında bizim kumaştan ne kadar çalınacak bilen var mı ?

Yazımın girişindeki öyküyü (Hekimin Ümit Kestiği Hasta) bitireyim ve yer/zaman kalırsa yukarıda adını verdiğim diğer öyküyü de araya sıkıştırayım. Kadıya da tokat atmaktan çekinmeyen bizim usta ve hasta hırsızın öyküsü bakın nasıl devam ediyor:

“…Hasta bir adam hekime gitti ve nabzına baktırdı. Çünkü kalp görünmez, onun halini ancak nabızdan anlarsın. Hekim baktı ve hiç bir ümit olmadığını gördü: “Sen ne dilersen yapabilirsin, sabır, perhiz rahatsız etmesin seni, istediğin gibi davran, kendini daha rahat hissedersin.” Adam sağlığına kavuşmak umuduyla ırmak kenarında dolaşmaya çıktı. Bir sufiye rastladı. Birden sufinin kafasına bir tokat atma isteği geldi içinden. “Hekim dedi ya dilediğini yapabilirsin” diye düşünüp bir tokat patlatıverdi. Sufi öfkeyle döndü ve adama yumruk atıp saçını sakalını yolmak istedi. Sonra kendine hakim oldu. Adamı alıp doğruca kadı huzuruna çıktı ve şikayetini dile getirdi. Kadı, adamın ne kadar hasta olduğunu görünce ceza vermekten vazgeçip “Kaç paran var ?” diye sordu. “Altı dirhem” diye cevabını alınca yarısını sufiye vermesini buyurdu. Bu esnada hasta adamın gözü kadının kafasına ilişti. Sufininkinden daha güzeldi. Kulağına bir şey söylemek ister gibi eğilip bir tokat da kadı’nın kafasına indirdi. Sonra da bütün parasını çıkarıp “İkiniz bu parayı bölüşün” dedi.

Sufi bunun üzerine kadıya sitem etmeye başladı : “Zalim bir adama acıyıp üç dirhemlik ceza verirsen, kader de sana böyle bir sille indirir işte.” Kadı ise yanıt olarak kaderden gelen silleyi kabul etmek gerektiğini söyledi. Sufi bu kez sordu: “Neden o zaman her maden bir değil ? Neden ırmak suyu tatlı da deniz suyu zehir gibi ? Böylesine farklı hareketlerde nasıl birlik olabilir ?” Kadı “Ey sufi” dedi “Beni iyi dinle, kader seni yaraladı mı bekle, bil ki ardından bir genişlik, bir armağan gelecektir. Dünyanın altın boyunduruğundan kurtar kendini de Hakk’ın sillesini al.”

O zaman sufi “Ne olurdu sanki” dedi “Dünya nimetlerinin her birinde bir sıkıntı olmasaydı. Allah’ın cömertliğinden bir şey mi eksilirdi ?”Ey Sufi…” diye karşılık verdi kadı “Meşhur terzi öykülerini hiç duymadın mı sen ?“…”

Mesnevi’den Öyküler’de bu tarz hep sürüyor. Bir öyküye ara verip bir başka öykü ile bağlantı kuruyor. Taaa o zamanlardan biliyormuş sevgili Mevlana “AIDA” formülünün sırrını. Böylece tarzıyla dikkat çekip (Attention please), anlatımla ilgi (Interest) sağlıyor, içerikle istek (Desire) yaratıp final mesajıyla eyleme (Action) geçiriyor. Hadi şu terzi hikayesini de bir görelim bakalım ne tür bir mesaj çıkacak.

“…Hani bir hikayeci varmış da terzilerin nasıl kumaş çaldıklarını anlatır dururmuş. Dinleyenlerden bir Türk bu öyküye çok kızmış ve hırsızlıkta en usta terzinin bile kendisinden bir şey çalamayacağına dair bahse girmiş. Ortaya da Arap atını koymuş. Sabah olur olmaz atlas kumaşı alıp terzinin yanına varmış. Terzi kumaşı ölçtükten sonra Türkü lafa tutmuş. Hikaye üstüne hikaye anlatıp tuhaf sözlerle adamı güldürmeye çalışmış. Bir yandan da kumaşı kesip biçiyormuş. Türk, terzinin anlatıklarına dayanamayıp gülmeye başlayınca terzi bir parça çalıp dizinin altına saklamış. Derken daha komik bir öykü anlatırken bir parça daha çalmış. Adam terziye başka öyküler de anlatması için ısrar ederken terzi merhamete gelmiş “A şaşkın, bir tane daha anlatacak olursam kaftanın daracık olacak“. İşte sen de talihin seni sürekli güldürsün istiyorsun…”

Mesnevi bu son deyişten sonra tekrar kadının öyküsüne dönüp mesajlarını vurgular. Biz şimdilik burada keselim. Bize de bu günlerde “Aaaa cambaza bak” diyenler malı götürüyorlar. Hem de hamuduyla, hem de utanmadan. Nerede eski kadılar ?

…diye yazsam da gece hızımı alamadım tekrar Mesnevi’ye döndüm (01.04.2014 01.30). “Sufi ile Kadının Öyküsü”ne dönen Mevlana bakın nasıl devam ediyor mesaj bombardımanına. Birazcık zaman ayırıp da nefeslenebilseydi, AKPe’nden sıyrılıp da ayakkabılarına kavuşup birazcık aydınlık yollarda nefs temizliğine çıksaydı belki de öykünün aşağıdaki devamından biraz akıl devşirebilirdi. AKPe’nin padişahının benden daha akıllı olduğu kesin. Allah herkese akıl vermiş ama ne yazık ki yanında kullanma kılavuzunu vermemiş.

“… Sufi yine itiraz etti “Allah isterse kışı bahar, kederi sevinç yapabilir. O cömert Allah kulun canı ne istiyorsa çalışmaya gerek kalmadan verebilir (MC: Mevlana yıllar öncesinden bugün ülkemdeki AKPe’ni görebilmiş. Helal olsun ona. Bizim sakallıların söz düellosunda dünyanın iki grup yahudisi ya da uzak-yakın ekonomik güç odaklarının etkisi vb yanında Bay Gül’ün itirafı “Bırakın global dış oyunları falan düşman yanımızda, içimizde, gafletimizden yararlanan AKPe’nin dokunduklarının nasıl ihya olduğuna bakın, kendinize gelin, bu arada Twitter’ımı da yasaklamayın” benzeri yorumlarına baksınlar yeter). Kulunu şeytanın tuzaklarından korusa ne çıkar ?” Kadı dedi ki “Şeytan olmasa, nefs olmasa, çalışmak sabretmek olmasa padişah (AKPe) kullarını nasıl ayırt eder ? Ama bütün sıkıntılar geçip gider, gaflet geçmez.”

Hani kadın kocasının kendisine iyi bakmamasından şikayet etmiş de adam “Seni elimden geldiğince doyuruyorum, giydiriyorum” demiş. Bunun üzerine kadın üzerindeki kaba, çirkin elbiseyi gösterip “Söyle bakalım bu mu daha çirkin seni boşamam mı ?”…”

Öyküyü burada kesen Mevlana şu öğütleri ekliyor: İşte hevesi, arzuyu terk etmek de acı gelir ama Allah’tan uzak düşmenin acısından daha iyidir. Hani ulu bir kişi papaza sormuş “Sen mi daha yaşlısın, yoksa sakalın mı ?” Papaz “Ben dünyayı sakalımdan önce görmüşüm” deyince adam “Öyleyse sakalın beyazlaşıp değişti de senin çirkin huyların hâla niye değişip güzelleşmedi ?” demiş…”

Mevlana’nı sorusunu düşünüyorum. Seçim sonrası balkon konuşmalarındaki sertliğin sürdüğünü gördükçe huyların değişmeyeceğine, can çıkmadan huyun çıkmayacağına, AKPe’nin nimetlerinin herşeye baskın geleceğine inancım değişmedi. Şimdi yine elli yıllık sakallı dostlarımın sabırla sürdürdükleri diyalogtaki yahudi odaklı tartışmalara baktığımda da karşı tarafın (ister yahudi olsun ister AKPe’nin el verdikleri olsun) becerilerine (!) küfretmek yerine kendi beceriksizliklerimize kızıyorum. Bunca yıldır görüyoruz da neden biz de benzer becerileri geliştirme zahmetine girmiyoruz. Mavişehir’de çok güzel bir sitede (Albatros) yaşıyorum ve yetmişe doğru Karşıyaka-Bostanlı’nın bu en seçkin semtinde, en gelişmiş sosyal yaşam ortamında yaşıyorum ve daha ötesini hayal ve heves etmiyorum. Binlerce şükür. Önümüzde (şimdilik durdurulmuş iki yerine altı katlı okulun da önünde) deniz kenarında çok daha güzel müstakil villalar var. Önünden geçenlerin “Böylesi kara para olmadan edinilmez” benzeri sözlerini duyunca meğer ki böyle olsa, sahipleri mafya olsa bile onlara kızmak yerine “Mafya olmanın riskine, bedeline hazır mısın ?“. Bu sözlerim mafya olmaya özendirmek için değil. Amacım karşı tarafa bakmak kolaycılığı yerine kendine bakmak ve kendine hep yinelediğim o üç nefeslenme sorusunu sorup dürüst yanıtlar vermek ve gereğini yapmak:

1.Neyi iyi yaptım ? (ki daha çok yapayım> Kapasite kullanımı);

2.Neyi yaparken zorlandım ? (ki sorun çözme becerileri >Becerilerin farkına varmak; kendi SWOT’unu yazmak),

3.Neyi farklı yapabilirim ? (ki yetkinlik geliştirme > Kapabilite kullanımı).

En azından kendini aydınlatmak (awaking yourself) “Bir mum yakmak” yerine “Karanlığa küfretmek” kolaycılığından asırlardır vaz geçmeyen bizimkiler ve dün yine, yeniden yenilgiye uğrayan çağdaş (!) bizimkiler bundan hâla bir ders çıkarmadan bildiklerini okuyacaklarsa kazananın yahudi olması gerekmiyor; “Çalışkan Akıllı” olması ya da “Aklını Kullanma Kılavuzu”nu yazmış olması yeter ki böylece AKPe’ne de nasıl erişebileceğini öğreniyor…

Halkın son seçiminden şunu anlamaları gerek: Oyunun Kurallarını Yazanlardan ol ! Dümen suyunda (AKPe’nin çıkardığı gürültünün peşine takılma) debelenip durma ! Evet mutluluk şarkılarını grup olarak söylemek çok güzel; Evet rahmetli Şenay bir zamanlar çok güzel söylemiş; Evet Onuncu Yıl Marşı çok anlamlı. Ama sen hâla “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan derken” eloğlu “Hızlı treninin dümenine geçip saatte ikiyüzelli kilometre hızla yol alırken şovu yapıyorsa”bunun adı “acta non verba/laf değil eylem“… Makinistin, kondoktörün ya da kırmızı başlı hareket memurunun yahudi olması gerekmiyor. Senin de bu millet, ırk odaklı analizlerin beni bir yere götürmüyor ve AKPe’nin sihirli eliyle bir zamanlar alanında tek tabanca olan Ulusal Monopol’un satışını anımsıyorum da ihalede ençok parayı verene 293 m$ a satılmıştı. O anda tekel oluşunu, markalarının tek oluşunu bir yana bırakın sadece mal varlığı ile değerinin milyar dolar edeceğini Bursalı Terzi Sadık’la Galata Köprüsü üzerinde buluşan Kör Dilenci bile biliyordu. İki sene içinde iki el değiştirme ile ne oldu da, nasıl bir yatırım yapıldı da 2,5 milyar $ a satıldı ve aradaki İngiliz şirketi (ister yahudi olsun isterse AKPe’nin dokunduklarından olsun) iki milyar dolardan fazla kârı dünyanın başka neresinde, nasıl elde edebilirdi ? “Hırsız olsun bizden olsun. Sesi gür çıkıp otoriter olsun; yeter ki hem gözümüz doysun hem de kutularımız sıkı ortaklıkları“na karşı bütünleşemeyen, amip gibi parçalanıp parçalanıp çoğalan kopuk beraberliklerle mücadele edemezsin. Bu yarışta kaybetmeye mahkumsun.

Namus ve itibar kumaşlarının gözü kararmışlarca çalınmaması için aydınlık yollardaki dayanışmalarımızın daha güçlü olması, doğruya ve Hakka inançlarımızın yıpranmaması ve direncimizin artarak sürmesi dileklerimle.

Öykücü

NOT: Yazdıklarımı yayım sonrası okurken hatalar gördüm. Düzeltme aşamasındayken Sevgili DB den bir mesaj aldım. Bana, bize önerileri var. Tıpkı CINOS sürecindeki “nane yağcılık/pull” benzeri mesleki çalışmalarım gibi; misyonerlik gibi…Pazarlama ustası genç arkadaşımın samimiyetine inanıyorum ve espriden öte mutlu oluyorum. Bunun öncesinde eğer siyasette aktif olanlar ve ehven-i şer olarak gönül verdiklerimiz eğer Gezi Parkı olayları sırasında hepsi o gençlerle birlikte parkta yatıp kalksalardı “sıra bizde” diye düşünüp laptop elde beyaz perde arabada Elazığ’ın Korku Köyüne doğru yola çıkardım. Heyhat… Buna daha sonra değineceğim.