“…Nâzım Hikmet, ünlü yazar Şevçenko’nun kalemini görmek istediğini müze görevlisine söylediğinde adam işaret parmağıyla merdivenleri gösterir: “Üst katta efendim !” 56 yaşındaki şair, yaşadığı ömrün neredeyse üç katı olan basamakları görünce, müze görevlisinin sandalyesine oturur. Zaten, müzeye gelmek için yürüdüğü yol hasta kalbini epey zorlamıştır. Bu yorgunluğun üstüne merdivenleri çıkmayı göze alamayacağını, biraz dinlenip gideceğini söyler… Gözden kaybolan görevli iki üç dakika sonra müze müdürüyle Nâzım’ın yanına gelir. Müze müdürü konuşurken nefes nefesedir: “Hoş geldiniz efendim. Duydum ki, Şevçenko’nun kalemini görmek istemişsiniz ama hastalığınızdan dolayı merdiven çıkamıyormuşsunuz. Siz lütfen istirahat buyurun, ben birazdan gelirim.” Nâzım , merdiven basamaklarını hiç zorlanmadan hızlı hızlı çıkan müdürün arkasından gıptayla bakar. Ne olurdu şu kalp hasta olmasaydı da, o da basamakları birbiri ardına devirip, hayran olduğu Şevçenko’nun eserlerini yazdığı kalemi görebilseydi ! Müze müdürünün ayak seslerini duyan Nâzım, tekrar merdivenlere çevirir başını… Adamın elinde özenle taşıdığı bir kutu vardır ! Şairin yanına gelen müdür kutuyu açarak uzatır: “Buyrun efendim, Şevçenko’nun kalemi“…”
Merhaba
Dün Adana’daydım. Bir amaç için İzmir-İstanbul-Adana üçlüsünün (ben ona MKM diyorum) buluşması ortak bir amaç içindi. Turizm haftasında Adana Ticaret Odası’nın 120 nci kuruluş yılını kutlama programında “Adana Marka Konferansı” düzenlenmiş. Konferansa “Turistler İçin Öyküler” başlığı konmuş. Beni de öykücü olarak görüp çağırdılar. Gittim. Mutlu oldum ve gecenin ilerleyen saatlerinde İzmir’e döndüm. Geçen hafta elimde sürekli “Mesnevi’den Hikayeler” isimli kitap vardı. Kendimi öyküye odaklamıştım. Uçakta ve uçak beklerken okurum diye de yanıma ayrıca Sunay Akın‘ın “Geyikli Park” kitabını birkaç kez okuduğum halde almıştım. Böylece öykü odaklı seyahatimde yaşanmış gerçek öyküler ve öykücünün mahareti ile dünden bugüne bağlantılar, yerelden evrenselliğe geçişler aklımı, ruhumu ve yüreğimi esir aldı. On yıl önce Mısır’da “bee/cesur adamlar” konulu ve görsel destekli sunumumu yaparken “beyin neyi ararsa onu bulur” demiştim. Aynen öyle oluyor…
“Milli Mensucat” müze oluyor diye örneklenince aklıma S.Akın’ın öykülerindeki birkaç müze bağlantısı düştü. Bunlardan birisi de yazımın girişindeki öyküdür. “Geyikli Park” tan ödünç aldım. Teşekkürler sayın Akın. Düşündüm de; bizim “Bekçi Mürteza” yapılı kültürümüzde “yasak hemşerim” den öteye gider miydi acaba Nâzım’ın yaşadığı durum benim ülkemde ! Bu hem bir kültür meselesi hem de müze görevlilerini oluşturmada kaynak kullanım becerisi. Ne demek istiyorum ? Biz ister Milli Mensucat’ı isterse İzmir’deki Havagazı Fabrikası‘nı müze yapacak olsak neler olurdu ? diye bir dizi sahne geçti gözümün önünden… Bu nedenle tıpkı müze müdürünün yaptığı gibi bugün “Biz, Netdirekt olarak tüm internet servislerinde müşterilerimize kesintisiz kolaylık sağlarız” diyorsak bunun anlamı müşteriye deneyim yaşatmak ve gerçekten de kolaylık sağlayarak altı satın alma dürtüsünden hangisi etkili ise onu eyleme dönüştürmektir amacımız… Önemli olan yaşamı, günlük yaşamı, iş yaşamını, iş-özel yaşam dengesini kurabilme gayretlerini “kolaylaştırmak” ki müze müdürü de Nâzım için bunu yapmıştır. Helal olsun ! Bu arada belirtmeliyim ki, sayın Akın bu öyküyü “anlamaya yüzde 5 akıl yeter” başlığı altında dillendirmektedir. Bu başlığın öyküsünü de ayrıca bir düşünmek gerek !
Tıpkı altmışlı yıllarda Almanya’ya işçi gönderir gibi hiç bir oriyentasyon ve eğitim vermeden kadroyu hak etmeyen bilgisiz ve beceriksiz kişilerle doldururduk müze görevlisi olarak… Tıpkı seksenli yıllarda araştırma enstitüsüne kurulan bilgisayar laboratuvarının kapısını aman bilgisayarlar bozulmasın diye kilit vurup kullanımlarını sınırlar, denetler ve insanları bıktırırdık. Halbuki 2008 de St.Petersburg’da başta Hermitage olmak üzere müzeleri gezerken hemen her köşede bir sandalyeye oturmuş yetmişli yaşlara doğu giyimi siyah tayyörle resmi, duruşu rahatsız etmeyecek denli ciddi ve o yaşlarda göreve, eyleme, etkiye sahip olduğu için mutlu görünüşlü insanlara görev verebilir miydik !!!…
Katıldığım konferansın yeri Adana ve sahibi Adana’lı ise Van Gölü Canavarı örneklemesinde olduğu gibi uç örneklerden medet ummak yerine madem ki “ayak” sembolü ile yere sağlam basmaktan ve S1S2 içinde “Self Style/Özgün tarz” ile Çukurova insanını, kültürünü, ürününü dilini, rengini, sesini yansıtmak ve yaşatmak istiyoruz öykülerimizde o halde; neden rahmetli Sabancı yok odak noktamızda ? Sabancı Ailesinin bu öykü girişimi içine çekebilmek için gerçek anlamda “SSTC Prensipleri” ile kim, nasıl bir gayret içinde olmuştur; olacaktır ? Bunu gündem dışında tutmak (!), umutsuzluk ya da “düşük tutulan çıta”nın işareti midir ?
Bir örnek vereyim. Sanırım on yıl olmuştur. ADHastanesinin ameliyathanelerinin bakım ve onarıma gereksinimi vardır. Bütçede para yoktur. Destek aramak gerekir. Oğlum ( o şimdi kendi muayenehanesinde özgün tarzını “The COPCU’s Tekniği” ile özgün meme ameliyetlarıyla ek faydalar sunan profesör hekimdir) ve şefi İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Madam M….n ile görüşürler ve beklentilerinin çok ama çok ötesinde destek sözü alırlar. O kullanılır. O destekle hem birkaç yeni ameliyathane yapılır hem de klinik yeni baştan yaratılır. Kuşkusuz bu oluşumlar hekimlerin hem çalışma huzurunu artırır ve hem de hasta ilişkilerinde “kolaylaştırıcı” etkiye sahip olur. Gelelim yine düne ve Adana’ya… Konferanstan sonra değerli iki genç bilim adamı arkadaşım (Doç.Dr.M.Cihan Yavuz ve Doç.Dr.Muzaffer Gülsüm) uçak saatime kadar şehri gezdirdiler. Sağolsunlar. Bosnalı Otel terasında nehre ve ötesindeki bacaya bakarak çaylarımızı yudumlarken bir başka müze, öykü aklıma düştü: Bosnalı Bossa
Harabelerin yıkılınca güzelliklerin arasında, Hilton’un bahçesinde korunmuş olan bacanın Bossa‘dan kalan sağlam bir anıt (!) olduğunu gördüm. Sol tarafta da ünlü Sabancı Camii. Beri yanda Taşköprü (!). Bu kadar birbirine yakın, bu kadar öykü dolu, bu kadar etkili bir başka geçmişin üçlüsü bugünün etkili turizm materyali olabilir ! Bu kadar güzellik bu kadar kolay erişilebilecek konumda iç içe durabilir. “Aden” den “Adena” cennetini başka yerlerde aramak gerekmez. Yaşayan, yaşanan bir öykü var hemen yanı başımızda ve de sadece Adana’ya Adanalıya özgün. Daha ne ister insan ! Unutmayın ki; inanmazsanız inandıramazsınız ! Ağzınızın söylediğinden fazlasını bedeniniz söyle tıpkı “Bursalı Terzi Sadık” öyküsünde olduğu gibi… Aman ha ! Sakın ha !
R.Bach “Martı” da der ki “Sınamazsan gücünün sınırlarını bilemezsin“. Yola çık. Yola çıkarken “RAW“ını sorgula. Sabancı Ailesine bir proje ile gidilse bacanın hemen yanına sembolik Bossa kurulsa; ünlü bir pamukçu ailenin pamuğu ile kontünü sistem çalışmaya başlasa. Ve hatta bunun pamuğu da organik olarak sadece bu amaç için sözleşmeli olarak üretilse. Hatta turistin geldiği sezonda pamuğun tarladaki dönemine göre bir de tarla, çiftlik gezisi organize edilse. Kuşkusuz bu gezi turisti mutlu edecek güzelliklerle zenginleştirilse. Pamuk bacanın yanında sembolik olarak kurulmuş ve sürecin her evresi cafe, vb yerel yeme-içme gösterileriyle süslense, sembolik çırçır makinesi, kütlüden hav ve tohumun ayrılışı ve turiste hatıra olarak sembolik bir Adana işlemesi küçük kesede tohum verilse, pamuk ipliğe dönüştürülse ve bir dokuma tezgahında dokuma gösterilirken turiste “deneyim kazandırılsa (customer experience)“; bunun için tezgaha oturtulsa (Kapadokya’da çömlekçilerde Venedikte adına tam anımsayamadığım Moreno muydu ! adasında camcıların bize yaptırdıkları gibi) ve tüm geleneksel, yerel, Adana Tarzı, canlı ve “tailor-made/ısmarlama“mışcasına olsa, süreç yönetimi ile öykülerle, anılarla, hediyelik eşyalarla her bir turist Adana’nın birer elçisi olarak ülkelerine dönse…
Why not !
Bu arada yazımın başlığını “Özgün ve Özenti” gibi yazmayı da istemiştim. Daha sonra bu seferlik bu yöndeki vurguyu fazla abartmak istemedim. Yine de 30 Mart öncesi ve sonrasında İzmir’de bizim Aziz’le, 1000Ali arasındaki rekabette iktidar olmanın sınır tanımaz ve cost/benefit (taş ve kuş; emek ve yemek; masraf ve yarar) denge hesaplarını yapmaya gerek görmeden ve hatta Hazine garantili “TOMBUL“laşmamış hayal bile olsa körfeze yarısı köprü yarısı tünel geçit yapmaktan esinlenen ve bir türlü özgün olamayıp özentileriyle her zaman muhalefet kalmaya mahkum olan bizim Aziz de 30 Mart sonrası körfezin ortasına ada yapmaktan söz eder oldu. Çeşmealtı, Urla İskelede bomboş duran adayı sen adam edeme, Uzunada gibi bir olanağın varken bunu güncelleyip geliştirme projelerinden yoksun ol ve hep yaptığın gibi kıt kanaat olanaklarını yandaşların için kaldırım taşına harca… Bilmeli ki bu onun ve temsil ettiği grubun son şansıdır. İzmirli İzmir’i korumak için irfanını değiştirmek isteyenlere direnmek için şimdlik 1000Aliden vaz geçmiştir. Bu örnekten demem odur ki; ey Adanalı özgünlüğünü öykülerinde yansıt ve koru; sahip olduğun değerlerin farkına var; büyük, global öykülerle değil, “hand-made” ya da “organik” öykülerini modüler olarak şekillendir ve güncelleyip işlerlik kazandır. Konuğuna deneyim yaşat. Buna sahipsin ve ancak böylece Adanalı da sahiplenir; içselleştirir ve “spill-over effect” dediğimiz süt taşar ve … Dalga etkisini yaratabilirsin. Uzaklarda kahramanlar arama…
R.Bach, “Martı“da yine der ki; “size hiçbir dilek verilmemiştir ki gerçekleştirmek için gerekli olan güç de beraberinde verilmemiş olsun“. Bu gücü kullan.
Uçağımı beklerken elimde Forbes Dergisi vardı ve “Hikayenin Gücü” isimli yazısının bir paragrafında Richard Katlgaard (www.forbes.com/karlgaard) şöyle diyordu:
“…İyi bir öykücü formu ne olursa olsun bir çatışmayı öykülendirir (Konyalı Mehmet’le genç öğretmen arasındaki diyalog gibi). Ana karakter, yani kahramandan kararlar alması, eyleme geçmesi ve nihayet yeni bir gerçeği keşfetmesi beklenir (binin arabaya götüreyim)…” Öykü uzmanı ve özel danışman Nancy Duarte’nin bir sözünü de buraya sıkıştırıveriyor bay Richard “…Öykü sanatında özellikle sevdiğimiz şey birinin geçirmekte olduğu dönüşümü izlemektir…Öykünün üç parçalı yapısı basittir: Bir, sıradan bir insanla karşılaşırsınız (şoför Mehmet); iki, o insan engellerle karşılaşır (haritada Ankara’yı bulamamak) ve üç, o kişi dönüşerek gelişir (gerçekten öğretici bir mesaj yaratan pratik yolu bulması). Öykü sanatı bir gerilimi ve çözümünü yaratır ki bu da değişimin yaratılmasında çok önemlidir…”
Ne kadar güzel ! Uzman Nancy hanım söylemiş; bay Richard yazmış ve ben de öykücü olarak aldım kabul ettim ve Konyalı Mehmet ile bütünleştirdim. Sonuç; “bilmek yapabilmektir” ya da “acta non verba/laf değil eylem“.
Bu nedenle ben de öykücü olarak diyorum ki “Yeter ki isteyin” ve tutkuyla isteyip isteğin altını, önünü, arkasını, içini bilgi ve beceri ile doldurun. Öyküleriniz Adana’nın, Adanalının yaşamından pasajlar yansıtsın; geçmişin özlemi, nostalji bugünün heyecanına dönüşsün ve adına biz de “carpe diem” diyelim; günü yaşamak, yaşatmak ve gurur duymak için önce ilk temel şart olan “ownership/sahiplenme“yi bir bütün proje içinde, proje disiplini içinde sağlayalım.
Adana ve Adanalı öykülerinizin hep aydınlık yollarda heveslerinize, heyecanlarınıza ve gayretlerinize renk ve güç katmasını diliyorum.
Öykücü